Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

01 Eylül '07

 
Kategori
Anılar
 

Öğretmenime bir can borcum var...

Öğretmenime bir can borcum var...
 

Öğretmenler günü yaklaşırken'' bir hoş'' olurum...Garip duygular çöker içime...

Nedense hep hüzünlü anılarım gelir aklıma...

Öğretmenliğe atandığım ilk yıllarda yaşadığım ve beni yıllarca derinden etkileyen ''Buruk bir anımı '' paylaşmak istiyorum sizlerle...
.........

Lise yıllarımda, edebiyat öğretmenim, tüm tavırlarıyla, temiz giyim ve kuşamıyla bizlere yaklaşımıyla tam bir insanlık modeliydi.

Not yazdırırken, kunduralarının gıcırtıları, adeta fon müziği gibi gelirdi bizlere...

Hele ses tonu, şiirleri yorumlaması; sunumu enfesti. Hepimize ideal bir örnek olmuştu.

Evet… Ben de… Edebiyat Fakültesine girmeliydim ve onun gibi bir öğretmen olmalıydım.

Ailem subay olmamı istiyordu. Ama ben Edebiyat Fakültesini çoktan tercih etmiştim.

Mezuniyet coşkusunu tam olarak yaşayamadan, kendimi tayin kura’larının çekileceği salonda bulmuştum.

Heyecanımız doruktaydı.O zamanlar bilgisayar çekilişi henüz yoktu...

Elimizi bir torbaya daldırıyoruz, çekiyoruz, ne çıkarsa bahtına…

Sıra bana gelmişti… Attım elimi torbaya…

Türkiye’min tüm okulları elimin altındaydı. Elim titriyor… Çektim… Kalbimin atışlarını hissediyorum…

Tombala fişi gibi bir karton üzerindeki yazıyı zor okudum…

''Digor Lisesi Edebiyat Öğretmeni…''

Hayatımda, mahcubiyet ile heyecanı hiç bu kadar yakından hissetmemiştim…

Heyecanım malum… Ama mahcubiyetimin nedeni: Digor…

Evet… Neredeydi bu Digor? Kur’a fişinde de nereye bağlı olduğu yazmıyordu.

Utana sıkıla daktilo memuruna sordum.’’-Nerede bu Digor?’’

Kızcağız mahcup.. Dudağını büktü. Kararname yazacak; ama hangi ile bağlı olduğunu belirtmemişler…

O da ayrıca ağlamaklı oldu mu? ''Al gözüm seyreyle…'' Düştük meşhur bürokrasi çarkının içine …

Bayan, kalktı ve ileriki masada oturan ’’ nur yüzlü’’ müdüre sordu…Öğrenmenin keyfiyle yerine dönmüştü...

Geldi, oturdu ve yazmaya başladı...''Kars İli, Digor ilçesi Kaymakamlığına …''

Anlaşılmıştı… Derin bir nefes almıştım. O anda, tüm Karslılar benim hemşerim gibiydi.

Tam işlemlerim bitmek üzereyken, arkamdan gelen kalın bir sesle irkildim.

Doğu şiveli tok bir ses: ‘’-Digor’u çeken kim ?’’

“- Benim” dedim …biraz ürkek...

O dönemlerde anarşi yoğun... Acaba Digor’u çekmek suç muydu ki böyle sert edayla soruluyordu ?”

''-Benim, buyur kardeş” dedim.

İri kıyım arkadaş, meğer benimle, o gün , kur’a çeken bir öğretmen adayıymış…

Kendisi Digorluymuş. Yeni mezun Edebiyat öğretmeni olarak kura’da E… ilçesini çekmiş.

Ancak, Digor’da eşi ve çocukları varmış. Beşik kertmesiyle henüz çocukken evlendirilmiş garibim.

Becayiş yapmamız için “ricaya” gelmişti. Benim için ” E…” ile Digor’un bir farkı yoktu.

Sadece , biri Doğu'da; diğeri, Güneydoğudaydı. Ülkemin her yerinde göreve taliptim nasıl olsa…

Seçme lüksüne sahip, imtiyazlı biri de değildim ki.

Hemen kabul ettim. Becayiş sonrasında belgelerimi almıştım...

Artık resmen devletin anlı şanlı edebiyat öğretmeni olmuştum.

Ankara sokaklarında yürürken sanki herkes bana bakıyordu... Üç günlük mehil iznimi kullanmıştım.

Annemle ve babamla vedalaştıktan sonra yola koyulmuştum...

Dereler, tepeler, şehirler, köyler geçtik… Görev yerime gelince tüm yol yorgunluğum geçmişti…

Ağır ve yorucu bürokratik işlemlerden sonra kendimi lisede buldum.

Öğretmenlikle öğrencilik arasında garip duygular yaşıyordum.

Yörenin tüm güzellikleri ve büyüleyici manzaraları sınıfların içine kadar giriyor, içimi ısıtıyordu.

Halk konuksever, öğrenciler ise cana yakın ve çok sevimlilerdi.


Kısa sürede , okuluma alıştığım gibi yoğun biçimde, spor ve kültür etkinliklerinde görevler almaya başlamıştım...

Öğrenciler ve öğretmenler çok gayretliydiler , okulda harika bir kardeşlik havası esiyordu.

''Aman huzurumuz bozulmasın ''diyorduk. Hele, bir öğrencim vardı ki :Abdullah... Zeki, cin gibi, sevimli mi sevimli.
Tam bir kitap kurdu. Ama yoksul mu yoksul...Lastik çizmesinin burnu da iyice aşınmıştı...

Okul dışındaki kalan zamanlarında lokantada garsonluk yapıyordu.Tüm öğretmenler o lokantanın abonesi olmuştu.

Abdullah’ın sevgisiyle lokanta dolup taşıyor; patronun da ağzı kulaklarına değiyordu.

Abdullah, müşterilerden kalan gazeteleri topluyor, okuyor; ertesi gün sınıfta, tüm ülke ve dünya haberlerini ayaklarınıza getiriyordu...

Abdullah’ı “tıklatmanız”, konuşturmanız yetiyor. ''Aman nazar değmesin değmesin '' diyorduk…

Her şey o kadar güzel, neşeli ve huzurluydu ki…Tek korkumuz, sevimli baba müdürümüzün görevden alınmasıydı.

Çünkü ülkede anarşi ve siyasi komplolar o kadar yoğundu ki …Öğrenci olayları , direnişler, sıkı yönetimler, olağanüstü haller, müthiş bir kardeş kavgası vardı.

İki yılda bir değişen iktidarlar… Adama göre, siyasete göre yapılan atamalar, huzurlu kurumlara her an nifak sokulabilirdi, düzenimiz her an bozulabilirdi.

Çoğu genç öğretmenlerden oluşan okulumuzun tecrübeli ve liyakatli “baba” müdürümüzü kaybetmek istemiyorduk.
Başarılı bir orkestra şefi gibiydi… Tam bir yöneticiydi…O, hepimizin babasıydı...

Evet… Evet… İşte o korktuğumuz şey, bir yıl sonra bizim de başımıza geldi.

Değişen iktidarın yandaşları, liyakate bakmadan, kendilerine yakın birisini müdür olarak göndermişlerdi.

Babamıza da ''sürgün '' piyangosu çıkmıştı !..

''Baba Müdür '' bu sürgünü içine sindirememiş, emeklisini istemişti ve o gözyaşları içerisinde bizlere veda edip memleketine gitmişti...

Bir eğitim çınarı yıkılmıştı. Artık, yeni müdürün yandaşları dama taşı gibi yerleştiriliyor ve hatta en üzücü olanı öğrenciler arasına siyasi bölünmeler tahrik ediliyordu.

”Yapmak ne kadar zormuş meğer… Yıkmak bir anda mümkün…”

Artık sosyal etkinliklerin yerini , dargın bakışlar almıştı.

Müzikle, tiyatroyla, şiirle uğraşanlar, sporsever öğretmenler; laboratuarda sabahlayan eğitmenler sırasıyla, bir bir ”gönderiliyordu”. ''

Onlardansın...bendensin '' furyası başlamıştı...Yeni atanan öğretmenler ''Aynı tornadan çıkmış '' gibiydiler...

Tayinlerin (?) ardı arkası kesilmiyordu...Aileler parçalanıyor. Derslerin çoğu boş geçiyordu.

Tabi ki boşlukta kalan öğrenciler , huzursuz ortamda birbirine sataşmaya başlamıştı bile…

Ufak tefek kavgalarla tehlike ” geliyorum” diyordu.

Kötü niyetli senaryo uygulanmaya başlamıştı bile…

Benim gibi “acemi” öğretmenlere” ne hikmetse” pek dokunmuyorlardı. ”Aba altından da değnekler gösteriliyordu.”

Bir gün…evet…işte o kara gün gelip çatmıştı…

Sabah, içimde o güne kadar pek hissetmediğim bir sıkıntı ile okulun yolunu tutmuştum…

Sanki , bu gün kötü bir şeyler olacak gibiydi…Lisenin önünde gruplaşmalar pek hayra alamet değildi.

Her gün şen şakrak okula gelen çocukların birbirine düşmanca bakışları çok tedirgin ediciydi.

Gözüme Abdullah takıldı..Hemen çağırdım…”-Neler oluyor evladım “dedim.

Abdullah, o güne kadar rastlamadığım bir tavırla :

”Öğretmenim, bu gün okula hiç girmeyin !.. Anormal şeyler olacak. Allahaşkına dönün, evinize gidin !..

-Dün gece birtakım gruplar , arkadaşların aralarına nifak sokmuşlar. Siyasi dernekler, öğrenci avına çıkmışlar.

Sizi de ’’ mimlemişler !...’’ Okulda çatışma çıkacak. Benden söylemesi” diyerek hızla bir gurubun içine doğru ilerlemişti.

O gün, boş dersleri doldurmak için yoğun bir program almıştım.

Zil sesiyle sınıflara girdiğimizde, çoğu öğrencinin gelmediğini gördüm.

Yine de görevimizi aksatmamak için derslere girip çıkıyorduk ki…

Daha üçüncü derse yeni girmiştik… Alt koridorlardan canhıraş feryatlarla korkunç bir gürültü kopmuştu.

Hemen dersi terk edip koridora inmiştim. Arkamdan tüm öğrenciler sökün ettiler…

Zapt etmek ne mümkün… Ortalık ana baba günü… O güne kadar birlikte spor, tiyatro yapan; şarkı söyleyen çocuklar acımasızca birbirlerine vuruyordu.

Ortalık kan gölü olmuş, cam, çerçeve yere iniyor; giysiler parçalanıyordu.

Bazı kız öğrenciler de önlüklerinin altında gizledikleri kesici aletleri yandaşlarına veriyorlardı.
...............


O güne kadar okulda hiç görmediğim kirli parkalı “ meçhul kişiler” olayın içinde tahriklerine devam ediyorlardı.

Yöneticiler ortalıkta yoktu. Öğretmen sayımız üç beş kişiyi geçmiyordu.

Olaylara müdahale etmek için içlerine dalmıştım, darbelerden ben de nasibimi alıyordum.

Arkadaşlarla birlikte yaralı çocukları sınıflara çekip toplamaya çalışıyordum ki Atatürk köşesinin önünde yüzükoyun yatan ve kan revan içindeki öğrenciye bir önseziyle hızla atıldım…

Çocuğu çevirdim ki ne göreyim? Bu… Bu bizim gözümüzün nuru, Abdullah’tı. Yarı baygındı... Göğsü ve bacakları kan revan içindeydi… Derin bıçak darbeleri almıştı...

Sesi çıkmıyordu… Yakındaki öğretmen odasına sürükleyerek götürdüm.

Panik içerisinde, boyunbağımı vücuduna doluyordum. Sürekli kan kaybediyordu.

Dışarıdaki çığlık seslerine polis düdükleri karışıyordu.
.............

O sırada Milli Güvenlik öğretmeni Yüzbaşı Tekin Bey, odaya girmişti…

Zaman su gibi akıyor, genç bir çocuk ölümle yaşam arasında gidip geliyordu.

Hainler emellerine kavuşmuştu. Güzide bir eğitim yuvası savaş alanına dönmüştü…

Abdullah’ı son bir gayretle kucaklayıp yüzbaşıyla birlikte askeri araca yerleştirerek dispansere yetiştirmiştik…

Oradan köhne bir ambulansla vilayet hastanesine yolcu edişimiz, kaşla göz arasında olmuştu.

Acil müdahaleyi yapan doktor:”-Bu da… Bu da diğer ikisi gibi yaşamaz ya, haydi gönderelim bakalım” diyordu…

Demek ki iki çocuğumuz o günkü anarşiye kurban gitmişlerdi. Dualar ediyordum Abdullah yaşasın diye…

Vilayete de gidemiyorduk ki haber alalım… Gelen ilk haberde: “-Kaybettik… Zaten yaşamayacağı belliydi…” diyorlardı.

Gece uyumak mümkün mü? Radyo haberleri o günkü anarşi kayıplarını özetliyordu…

Üç cümleyle okulumuzdaki olay aktarıldı… Geçildi…Sıradan bir haber gibi geçiliverdi !..

Okulda öğretime on beş gün ara verildi… Soruşturmalar… Raporlar… Yer değiştirmeler… Müfettişler…

Karakollar derken bir sabah, evime Abdullah’ın velisi geldi ve çocuğun bitkisel hayata girdiğini ağlayarak anlattı…

Bir yandan da minnet duygularını dile getiriyordu. Teşekkür ediyordu… İnsan bitkisel hayata sevinir mi?

Sevinmiştim işte… Herhalde ölümden iyiydi…'' Allah’tan umut kesilmez'' diye dua etmeye başlamıştım...

Olaylar, hızla vilayet merkezine de sıçramıştı.
*************

İki ay sonra Ankara’nın bir ilçesine atanmıştım…12 Eylül ‘den sonra Bakanlıkta yöneticilik…

Arkasından YÖK’ün” icat edilmesine” müteakip üniversite hocalığında, uzun, yirmi yıla yakın bir hizmet arkada kalmıştı.

Geriye baktığımda ilk görev yıllarımdan itibaren yirmi beş yıl geçmişti.

Yaşam koşulları, evlilik, çocukların uzun eğitim yılları, sevinçler, sıkıntılar derken Abdullah ara sıra aklıma geliyor. Çocuğun akıbeti hakkında bilgi edinemiyordum…
********************
Yıllar, yılları kovaladı… Ege’de bir özel okulun yöneticisi olarak görev yapıyordum.

Sömestr tatillerinde de Antalya’da güzel bir tatil köyünde seminerler yapıyorduk… Artan zamanlarda bol eğlenceli geziler düzenleniyordu.

Öğle yemeği sonrasında, Türkiye’deki tüm kolejlerimizin yöneticileri ve öğretmenleriyle yaptığımız kahve sohbetlerini karşılıklı anılarımızla, fıkralarımızla renklendiriyorduk.

Gün geçtikçe dostluklarımız daha da perçinleniyordu.


Kalabalık guruplar içerisinde yakışıklı, genç bir yönetici meslektaşımın bana dikkatle bakıp yanındakilere de göstererek bir şeyler fısıldaşmaları gözümden kaçmamıştı.

Bu kursiyeri , sanki bir yerlerden tanıyor gibiydim. Bilinçaltımdan gelen bir sezgiydi bu...

Genç yönetici ayağa kalktı… Benim yanıma geldi, kibarca izin isteyerek boş koltuğa oturdu ve yaka kartıma bakıp okumaya başladı…

Aniden “-Hayret gözlerime inanamıyorum” diye seslendi. Tüm arkadaşlar dikkat kesilmişti.

Ben :
” -Hayırdır hocam, bu şaşkınlığınız nedendir? ‘'

‘’ -Hocam siz E…’de çalıştınız mı?” Şaşkın bakışlarla...

“ -Evet, tanışıyor muyuz?”dedim…


Gözüme yaka kartı ilişmişti…”Abdullah. C , … Koleji, Müdür Yardımcısı”

İçimden bir şeylerin kayıp gittiğini hissettim…

‘’-Hocam… Benim size -bir can -borcum var… Hani kötü bir olay, sene 1976…ve siz beni hastaneye taşıyorsunuz…

Ve ben ''bitkiselde…18 ay…’’ Önce Allah , sonra siz hocam…”
...........

“”Zaman duruyor… Ayağa kalkıyorum… Kucağımı ağır ağır açıyor… Sanki küçük Abdullah’ı kucaklıyorum…

Gözleri ışıl ışıl… Mahcup bana evlat gibi bakıyor… Can, Abdullah… Okuduğu gazeteleri uzatıyor… O sırada bir kanlı el… Hançer inip kalkıyor…”

Klimaların yaz sıcağını yok ettiği buz gibi salonda, Abdullah’a öyle bir sarılıyorum ki sırılsıklam olmuşum.

Herkes şaşkın… duygulu ve bir kısım arkadaşlar benimle ağlıyordu…

Kısa sürede kendimize gelmiş ve onun yaşam öyküsünü dinlemeye başlamıştık.
******************
Abdullah, kefeni yırtınca yaşama tüm gücüyle sarılmış, bütün öğrenme hırsıyla fen fakültesini bitirmiş, iyi bir fizik öğretmeni olmuştu.

Bir de yüksek lisans yapınca kolej onu bünyesine almıştı. Sonra, ver elini hayat…

Abdullah’ın hedefinde kariyer yapıp üniversite hocalığına terfi etmek de vardı.

Tatil süresince yanımdan ayrılmıyordu... Saunaya girdiğimizde vücudunun nasıl parçalanıp dikildiğine tanık olmuştum.

Acı hatıranın izleri göğsüne neşterle kazınmıştı.

Eski günlerden fazla konuşmuyorduk artık… Hep ileriye yönelik sohbetlere dalmıştık...
............
Yahya Kemal’den şu dizeleri mırıldanıyordum :

“Üzgün ve kırılmış gibi en ince yerinden,
Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden!’’
...........
Bayramlarda eskiden kart atardı… Önceleri mektup… Şimdileri “ mesaj atıyor”…olsun , yeter ki YAŞAM HATTIMIZ İPTAL OLMASIN.

 
Toplam blog
: 1521
: 1639
Kayıt tarihi
: 23.06.07
 
 

İnsan yontmakla geçti ömr-ü baharı... Güzel ve canlı heykeller yaptı... Kimisinin içi çabuk boşal..