Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Kasım '06

 
Kategori
Eğitim
 

Öğretmenler günü anısına 1: Uçan balonum nerede

Öğretmenler günü anısına 1: Uçan balonum nerede
 

Sevgili dostlar,

Yaklaşan öğretmenler günü vesilesiyle Öğretmenlerimize özel bir yazılar dizisi başlatıyorum. 21. yüzyılın Türkiyesi'nin kurucuları onlar. Onlar kişisel yolculuğumuzda ve yol aldığımız okyanusta hepimizin deniz fenerleri. Onlar ülkemizdeki her zorluğa, yokluğa, engele, probleme rağmen medeniyetin, sevginin, saygının, edebin, okumanın, araştırmanın, bilimin, teknolojinin, eğitimin, ahlakın, fedakarlığın, idealizmin, doğruluğun, dürüstlüğün, onurun, karakterin, erdemin bayrağını vazgeçmeksizin, yorulmaksızın, taviz vermeksizin dalgalandırıyor ve en yüksek burçlara taşıyorlar. Onlar Atatürk'ümüzün mirasının ve emanetinin bekçileri. Onlar bizim sevgili fedakar ve cefakar öğretmenlerimiz. Bütün öğretmenlerimizin şimdiden ellerinden öpüyor ve her birini sevgi ve hasretle kucaklıyorum. Sizleri seviyoruz. Bu ülkenin size ihtiyacı var. Türkiyemizin sizin ideallerinize, değerlerinize, umudunuza, alın terinize, emeğinize, yüreğinize, aklınıza ihtiyacı var. Öğretmenler günü anısına bütün öğretmenlerimize birinci hediye olarak harika bir öğretmen yazısı sunmak istiyorum. Sevgili idealist öğretmenimiz Zehra Demircioğlu tarafından kaleme alınmış muhteşem bir yazıyı sizlerle paylaşıyorum. Zehra öğretmenin kalemine ve yüreğine sağlık. Bu eser, Eğitim-Bir-Sen tarafından düzenlenen ‘Öğretmenlik Hatıraları’ yarışmasında 2000 eser arasında birinci olan metin. Okumaya başlamadan önce tüm okurlara bir çağrım var: Gelin bu 24 Kasım'da sevdiğiniz ve size katkısı büyük olan öğretmenlerinizi hatırlayın, onları arayın, ufacık bir mesaj ve tebessümle dahi olsa gönüllerini alın. Öğretmenler gününüz kutlu olsun efendim!

[Öğretmenler günü anısına Fahri Karakaş bu öyküyü sizinle paylaşmak istedi]

Uçan balonum nerede

ZEHRA DEMİRCİOĞLU

1975’in yazı... İnanmıyorum uçan balon olur mu hiç? Ama masallarda her şey olur. Devler, cüceler, konuşan böcekler, sihirli değnekler...

Uçan balon da onlar gibi sihirli mi? Abla sen uçan balon gördün mü? “Bak geçiyor!” Renk renk, tombul tombul balonlar... Uçan balonlar... Dokunmak istiyorum, dokunmak zorundayım... Yoksa bu büyüye inanmayacağım.

“Bana para verir misin baba? Bir masal satın alacağım. Teşekkür ederim, iyi yürekli kahramanım.” “Haydi ver uçan balonumu. Peki, bileğime bağla abla!” Bu gece uyumak istemiyorum. Neden söndürdünüz ışıkları? Balonumu seyredeceğim, onun tavanda nasıl durduğunu... Uyumayacağım işte... Uyumayacağım... U-yu...

Sabah olmuş. Balonumu aldığım gibi sokağa... Bağlamasanız da olur. Ben onu sımsıkı tutarım nasıl olsa! Gökyüzü pırıl pırıl, masmavi. Uzak... Hangi boşlukta elimden kaçtı? Nasıl uçup gitti bulutların arasına? Uçan balonumu geri alabilir miyim? Babam alabilir mi abla? Süzüle süzüle, umarsız, kararlı... Yaşadıkça öğrendim; kimi sevgililer uzağına düşer insanın... Kalabalıklara karışır... Kimi sevgililer kara toprağa... Kırık hayaller kanatırken de avuçlarımı sıkabilmeyi; gidenlerin ardında tevekkülle bakabilmeyi öğrendim. Öğrendim, zamanın terkisine aldıklarının geri gelmediğini.

Yirmi yıl sonra...

Erciyes!.. Oldum olası severim dağları. Dağlar güven verir bana, ayaklarımın yere basışını duyumsatır. Ve dağlar, yürümem gereken istikametin işaretçisidir. Lakin her güzelin cilvesi... Ayaz... İlk maaşımı olduğu gibi kömüre verdim. Isınsın diye ellerim... Yüreğimi ısıtmak içinse öğrencilerimin gözlerindeki kıvılcımlardan alevler büyüteceğim. Gökkuşağı ebrulisinde bitimsiz baharlar... Henüz televizyonum yok. Elzem olanlar dururken şimdi bunun sırası değil. İyi ki memleketten annemlerin eski radyosunu getirmişim. Çelik’in “Hercai”si çalıyor. Şimdi Gülay... “Cesaretin Var mı Aşka”...

Gurbet akşamlarında bu ezgilerden kalbime kalan burukluk, gün ışığında dağlar ardına siniyor. Cıvıl cıvıl çocuk sesleri içimi yaşama sevinciyle doldurduğunda, her tasamı unutturduğunda!.. Soran merak eden, her soruyla biraz daha filizlenip boy veren; ağlayan, çatışan, anlaşan, sevinen, sevilmeyi bekleyen çocukların sesleri... Demek öyle diyorsun koca Erciyes! Demek ben bu mesleği çok sevdim öyle mi ve öğrencilerimi...

Mart 1997

İki aydır bu lisedeyim. Sınıfa giriyorum. “Günaydın!”... Ses yok. Beni gördüklerine memnun olmuyorlar. Lisede öğretmenlik yapmak üzerine ne hayallerim vardı oysa! Neden birbirimize ulaşamıyoruz? Neye direniyorlar bu kadar?

“İbrahim!”, “burada”; “Yaşar!”, “burada”... “Derse geçmeden önce bir duyuru yapmak istiyorum arkadaşlar: İlçe çapında bir şiir yazma yarışması var.” Yüzüme bakıyorlar; ama çok kısa bir an. Sonra yine o meşhur devasa duvarlar giriyor aramıza. Tepkisizlik... Gözlerim, gözlerini göremez oluyor. Öyle bir şey söylemediğim halde Nimet; “Mecbur muyuz yazmaya?” diyor. Anlaşılan her zamanki gibi canı benimle kavga etmek istiyor. Bir gün bu kızın isteğini yerine getirmekten korkuyorum! “Evet!” diyorum. “Sözlü notunuzu şiirlerinizden vereceğim.” “Yeteneğim yok. Nasıl yazacağım? Yaptığınız haksızlık!” “Elinizden gelenin en iyisini yazın!” Recep, daha ılımlı tavrıyla, kekeleyerek, “Tamam hocam, yazarız.” diyor. Nimet’in bakışlarından nefreti okunuyor. Bu sınıfta geçen her ders, hayallerime ve kişiliğime ihanet!.. Kendimi tanıyamıyorum artık. Notla tehditler savuran, çözümsüzlükler içinde savrulan öğretmen ben miyim Allah’ım! İşte yine bağırıyorum, çıldırdım sonunda: “Yalçın! Kız arkadaşlarını rahat bırak! Senin de bir kız kardeşin var değil mi?” İlk kez bir öğrencimi sevememenin suçluluğunu yaşıyorum.

Nisan 1997

Nimet. Yarışmada birinci oldu. Sanırım bundan sonra yarışmada bazı şeyler değişir. Nimet’in hatta bütün sınıfın duvarları yıkılır, dilerim! Ödül töreninde program sunucusu Nimet’in şiirini okuyacağını anons ediyor. Gurur duyuyorum. Salonda sessizlik... Alkışlanmaya hazırlanan mütebessim eller... Bekliyoruz. Nimet sahnede sunucuyla tartışıyor. “Okumayacağım!” diyor. Yalnız bana değil, salondaki herkese nefretle bakıp çıkıp gidiyor. Kalakalıyoruz... Yazık, yanılmışım! Bir anda her şeyin düzeleceğini sanmıştım... Ah, bu deveyi gütmek istemiyorum; geriye kaç seçeneğim kaldı?

Kasım 1997

Erguvan kokulu nevbahar, yerini ne çabuk savrulan hazan yapraklarına bıraktı. Hayallerimin mavisi hüznün gölgesine... Su toprağa karıştı. Yaprak toprağa... Toprak alabildiğine sükuta... Sükut alabildiğine içime... Benliğimi derinliklerin gizemine koyuverdiğimde buldum yaşamın anlamını. Hayat derinliklere dokunulduğu kadar hayat. İnsan derinliğine göz kırpıldığı kadar insan. Keşfedilmemiş güzelliklerin sırrı, gözler ruha baktıkça aynalara yansır. Hazırlıksız konuşma çalışmaları yapıyoruz. Listeden seçerek kaldırıyorum; kürsüye geçiriyorum onları. “İbrahim! Konun, “eğitim”. Süren 5 dakika. Evet seni dinliyoruz.” Recep, “gençlik” konusunda harika bir konuşma yapıyor. Arkadaki kızlar yine çığlık çığlığa... Bir anda irkiliyoruz. “Hocam! Yalçın...” Bıktım bu çocuğun taşkınlıklarından! “Kalk Yalçın! Sen konuşacaksın.” Bütün sınıf geriliyor. Bugüne kadar derste sorulan hiçbir soruyu doğru dürüst yanıtlayamadı. Kimse onun herhangi bir konuda iki cümleyi bir araya getirebileceğine inanmıyor. Kızları zor durumda bırakmak neymiş görürsün şimdi. “Konuyu kendin seç. Tek yapman gereken burada 5 dakika konuşmak.” Yalçın biraz düşündükten sonra, “Havadan sudan konuşacağım.” diyor. “Konuyu kendin seç.” demekle hata ettiğimi anlıyorum. Ama sözümü geri almam doğru olmaz. “Peki Yalçın!” diyorum, “Süren başladı.” Yalçın 5 dakika boyunca konuşuyor. Havayı, suyu anlatıyor. Kah cümleleriyle, kah mimikleri, kah hareketleriyle... Birinci dakikanın sonunda gülmeye başlıyorum. Üçüncü dakikanın sonunda hepimiz kendimizi bu mizahçının sürprizlerinin keyifli yolculuğuna bırakıyoruz. Kim demiş, Nasrettin Hoca’lar, Kavuklu Hamdi’ler, İsmail Dümbüllü’ler dünyaya bir daha gelmezmiş diye!.. Gülmeyi unutan yüzleri güldürebilmek insanlara verilmiş ne güzel armağan! Gülebilmek ve yaşadığımızı hissetmek için senin konuşmana ihtiyacımız var Yalçın! Lütfen artık susma, olur mu?

Şubat 1998

“Okulumuzda yarışma düzenlendi: İstiklâl Marşı okuma yarışması...” Okuma kelimesini duyar duymaz Recep, başını öne eğiyor. Kıyamıyorum. Engeli nedeniyle bu yarışmaya katılmayı aklından bile geçirmemesi, kendine haksızlık. Kekemeler şarkı söyleyebiliyorlarsa şiir de okuyabilirler. Riski göze alarak onu yüreklendirmeli miyim? Ya başaramazsak, sonu hüsran olursa... İşte bunu asla telafi edemem. “Sen de katılır mısın Recep?” diyorum. “Ben mi?!.” “Evet. Birlikte çalışırız. Ders çıkışında kal!” Ritim veriyorum ona. Orkestra şefi gibi. İyi gidiyor. Recep’in bütün vücudu titrese de kelimeleri titremiyor.

Mart 1998

Her şey inanmakla başladı... Ve... Ve Recep ikinci... Ardından kompozisyon yazma yarışında Türkiye birinciliği... Hangi zafer daha büyük bilemiyorum: Yüzlerce kişi arasında konuşma güçlüğünü hiç bilmeyen yabancılara olan zaferi mi; yoksa herkesin tanıdığı küçücük okulumuzda, onu dinlerken yüzüne bir an önce ne söyleyeceksen söyle der gibi bakan arkadaşlarına olan zaferi mi?

Nisan 1998

Yine ödül töreni... Birincilik ödülü, sahibini buluyor: Nimet!.. Duygular, sözcüklere ancak bu kadar kusursuz dönüşebilir ve yüreğin elçisi mısralar, iki dudağın arasından ancak bu kadar efsunlu dökülebilir... Bütün salon ayakta... Alkışlar... Nimet, emanetini Kaymakam Bey’den alıyor. Kaymakam Bey, salona: “Bu çocuk, gelecek vaat eden bir kabiliyet, ülkemiz için bir cevher. Gelebileceği en iyi noktaya destek görmediği için gelemez, harcanırsa üzerimize vebal olur. Kaymakamınız olarak, huzurunuzda bu çocuğa sahip çıkıyor, tüm eğitim giderlerini üstleniyorum.” Programdan sonra Nimet’leyiz. Merak ettiğim sorunun cevabını bu gece alıyorum: “Hocam, geçen yılki ödül töreninde kürsüye çıkmadım, daha güzelini yazmam gerektiğini ve yazabileceğimi düşündüm. Size bir özür borcum olduğunu unutmadım. Umarım bu gece beni bağışlamışsınızdır. Bu başarı benden çok sizin. Eğer bizi zorlamasaydınız, bir gün bir şiir yazabileceğimden haberim bile olamayacaktı.” Hangi mazeret böylesine çabuk unutturabilir bir özrü? Hangi tehir böylesine beklenmeye değer? Sabrın meyvesi bu kadar mı tatlı olurmuş!

Haziran 1998

Simurg’un kanatlarında telaş... Uçsuz bucaksız sema. Ufuk... Yine ufuk... Yine ufuk... Benden bir parça al yanına; bir aşk, bir umut, bir dua... Uç uçabildiğince kuşum, Seninleyim daima! “Son karneleriniz. Haydi alın bakalım. İbrahim, Yalçın, Nimet, Recep, Yaşar...” Yalçın üzgün görünüyor. “Hocam, beni seviyorsanız bu belgeyi geri alın!” diyor. “Neden Yalçın?” “Aile saadetimiz bu kadar mutluluğu kaldırmaz, hocam. Her karne gecesinde aynı sahnelere alışkın babam, eli havada bir heykele dönüşecek. Annem, ‘bize bu günleri de mi gösterecektin’ diye kalp krizi geçirir, herhalde. Ağabeyim, ‘teşekkür alabiliyordun da bunca yıldır niye almadın’ diye beni döver. Ablam, ‘Yalçın’ın bile teşekkür aldığı bir dünyada yaşamak istemiyorum’ diye intihar eder. En iyisi, yol yakınken bu teşekkürü alın benden, hocam!”

Allah’ım, bu çocuğun her hali komedi! Objektiflere gülümsüyoruz. Mutluluklarımız fotoğraf karelerinde ölümsüzleşiyor. Sadece anı yakalayan kareler kifayetsiz... Kızlar Yalçın’ın etrafını sarmışlar. Yalçın, utangaç ve muzip bakıyor. Mezuniyet gecesi... Program metnini Recep oluşturdu. Nimet sunuyor. Şiirlerle hayatı anlatıyoruz; çocukluğu, gençliği, adanmışlığı, aşkı ve ölümü. Son bölümde Yalçın doğaçlama yapıyor. Güldürü ustamız... Alkışlar dindi, davetliler gitti. “Yaşar, haydi şarkımızı söyle!” Biraz arabesk ama olsun, biz seviyoruz. Hele Yaşar’ın sesinden olunca... “Bu son olsun!” Yaşar söylüyor: “O kuytu köşede beklerdim seni... Elinde kitaplar koşardın bana...” En acılı bir gurbet türküsünü dinler gibi başımız önümüze eğik dinliyoruz Yaşar’ı. Notalar çağlayan olup içimize akıyor. Boğazımıza düğümler, gözümüze yaşlar bırakıyor.

Ekim 2005

Telefon çaldı. İbrahim arıyor. Duydum, bir dershanede müdür olmuş. “Alo! Nasılsınız, hocam? Arkadaşlar nasıl? Görüşebiliyor musunuz?” “İyiyim, İbrahim. Ben bildiğin gibi... Bu yaz Nimet’in düğünü oldu. Kına gecesinde bizim kızlarla sabahladık. İstanbul’da çalışıyor. İkinci üniversiteye devam... Bir de yüksek lisansa hazırlanıyor. Recep de İstanbul’da. O da yüksek lisans yaptı. Geçen yıl evlendi. Yalçın, konservatuarda tiyatro bölümünü bitirdi. Herkes iyi. Herkesle görüşüyoruz; ama senin artık beni unuttuğunu düşünmeye başlamıştım.” “Ne diyorsunuz hocam! Sizi unutmak mı? Sizi unutmamız için önce kendimizi unutmamız gerekiyor.”

Artık uçan balonda sihir olmadığını biliyorum. Sihir, onunla uçabilmekte... Ve sihirli değnek ellerimizde... Yüreklerimizden Simurg’a kanat açan kuşları bir bir uğurlarız.

Öğretmenler, sihirli değnekleriyle öğrencilerinin yüreklerine dokundukları an, bulutların ötesindeki sonsuzluğa, onlarca uçan balon dansının ahengiyle süzülürler... Ve varoluşun eşsiz tadında katmerleşen sevgilerle gönül tahtlarına ebedi kurulurlar...


(*) Eğitim-Bir-Sen tarafından düzenlenen ‘Öğretmenlik Hatıraları’ yarışmasında 2000 eser arasında birinci olan metin.

 
Toplam blog
: 279
: 2488
Kayıt tarihi
: 09.09.06
 
 

Dr. Fahri Karakaş, Londra’da University of East Anglia’da görev yapmaktadır (Norwich Business Sch..