Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Nisan '08

 
Kategori
Eğitim
 

Öğretmenlerden hizmet öyküleri

Kitabın Yazarı: Halit ERTUĞRUL

Yazar, Adıyaman'ın Besni ilçesinin Şambayat nahiyesinde dünyaya gelir. İlkokulu doğduğu yerde, ortaokul ve öğretmen okulunu Kırşehir'de okur. Niğde Eğitim Enstitüsü'nü bitiren Halit Ertuğrul, daha sonra Gazi Eğitim Fakültesi; Eğitim Bilimleri Bölümü, Eğitim Yönetimi ve Denetimi Anabilim Dalından mezun olur. Cumhuriyet Üniversitesi’nde, Kamu Yönetimi/Yönetim Bilimleri Bölümünde Yüksek Lisans; Sakarya Üniversitesi, Sosyoloji Bölümünde doktora çalışmalarını tamamlar.

Çeşitli üniversitelerde yöneticilik ve öğretim üyeliği yapar. Meslek hayatı boyunca, eğitim ve kültür alanında elliden fazla kitabı yayınlanır.

Yayınlanan kitaplarından; Kendini Arayan Adam, Düzceli Mehmet Ağa ve Aysel gibi eserleri yüzlerce baskı yaparak, erişilmez rekorlar kırar.

Kitap Hakkında

Kitap, toplam 127 sayfa olup, öğretmenlerin örnek ve ibretli davranışlarını konu eder ve on yedi öyküden oluşur. Kitaptaki öykülerden bazıları aşağıda sunulmuştur:

ÇAKIR

-Adın ne senin güzel kız?

-Çakır, dedi usulca.

Okulun ilk günü. Karşısına oturdum. Gök mavisiydi gözleri. Derken babası geldi yanımıza.

-Adı Emine. Hep “Çakır” dedik. Adını öyle bilir o. Çakır size emanet hocam. Yalnız büyümüştür, biraz nazlıdır.

Çakır, sınıfa girdiği ilk gün, benden çocuklardan korkup sürekli ağlıyordu. Babası, “El içine çıkmadı hocam!”, diye söylemişti.

Daha sonraki derslerde de ağladı Çakır. Dersten çıkıp gittiği de oldu. Geldiğinde yine hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Cebimden mendilimi çıkarıp burnunu sildim. Sümüklü mendili cebime koyduğumda çok şaşırdı. Duygulandı, sıraya kapadı ve uzun uzun ağladı.

Zamanla ağlamayı bıraktı. Arkadaş olduk onunla. Dinlenme saatlerinde birlikte gezer sohbet ederdik. Bir gün, mendilimin kirli olup olmadığını sordu. “Ağlayan çocuklara gerekir belki, kirliyse yıkayayım, ” dedi. Çok duygulandım, demek bu küçük bedende ince bir ruh saklıydı. Demek çocuklar kendilerine yapılanı unutmuyorlardı.

Çakır gerçekten de çok değişmişti. Hayata daha bağlı, daha neşeliydi. Çok çalışkan değildi, çalışkan olmaya zaman bulamadığını biliyorum. İçliydi, duyguluydu, kimseyi kırdığını duymadım yıllarca. Hiç kızmadım ona, defterime kocaman harflerle “Çakır” yazdığında bile.


-Saçların ağarmış, dedi bir gün. Acıyıp acımayacağını düşünmeden bir beyaz tel kopardı saçlarımdan.

-Hiç yakışmayacak öğretmenim, sen hiç yaşlanma.

Çakır’la aramızdaki bağ çözülemeyecek kadar derindi. Bütün dertlerini bana anlatır, hiçbir şey saklamazdı. Annesinin kaçtığını, ablasının kaybolduğunu, sefillik içinde büyüdüğünü, babasının ağır hasta olduğunu…

Üç gündür Çakır’ı göremiyordum sınıfta. Merak ettik, ertesi gün geldi, sararmış solmuştu. Babasını kaybetmişti. Her zamankinden daha çok ihtiyacı vardı bana.

Okulun son günleriydi, benden ayrılacağı için hiç istemiyordu karne almayı. Köyün muhtarıyla görüştüm. Onun yurtta kalmasını isteyip, kimsesinin olmadığını hatırlattım. Karne günü en arkaya oturmuştu. Ne kadar uzak olursa o kadar geç gelecekti kendine sıra. Sıra ona geldiğinde yüzünde ölüm gibi bir çaresizlik vardı. Elinde onu unutmayayım diye bir hediyeyle yaklaştı bana. Bir kitap, kitabın arasına bir resmi vardı.

Hiç unutmamıştım Çakır’ı. Her gördüğüm kızı ona benzetirdim ama kimsede onu bulamazdım. İlçeden ayrılalı altı yıl olmuştu. Ne Çakır vardı ilçede ne de, iki dut ağacından başka, onun burada yaşadığına tanıklık eden. Her şey öylesine boştu ki. Sağlığım da bozulmuştu. Sabah ilk işim doktora gitmek oldu. Midem son günlerde beni epeyce zayıf düşürmüştü.

-Düzelmemiş, dedi doktor, ameliyat olacaksın.

İki gün hastanede yattım, ameliyatın bitmesi için artık dua etmeye başladım. “Bir bitse şu iş, beklemek ne kadar kötü, ” diyor, kötü şeyler düşünüyordum.

Az sonra odanın kapısı açıldı. Bir doktor ve iki hemşire girdi odama. Beyaz önlüğü üzerine altın sarısı saçlarını taramış bir hemşire kucağında dosya tutuyor. Sıkı sıkıya bastırıyor dosyayı bağrına, özlemiş gibi…

-Sahip olduğum tek değerli varlığın adı yazılı, az önce öğrendim, diyor.

Dilim tutuluyor o an, konuşamaz oluyorum.

-Çakır, diyebiliyorum yalnızca. Canım kızım!

Yılların özlemi gözyaşlarımızda eriyor.

-Vur bıçağı doktor, acele et… Yaşamak istiyorum.

Cevat USLU

ÖĞRETMENİMİN DİLEDİĞİ ÖZÜR

İlkokul beşinci sınıftaydım. Yeni bir öğretmenim oldu. Deneyimli bir öğretmen olduğunu ilk derslerde anladım. Yazılı, ödev, gezi ve gözlem günlerini, dersin nasıl işleneceğini, sınıfın temizlenmesini, nöbet işlerini, devam ve devamsızlık durumlarını, kol başkanlarını vb. baştan birlikte belirledik. Kurallar koyduk. Bu kurallardan biri de; derse geç kalan sınıfa girecek, özür dileyip yerine oturacak, ders bittikten sonra birkaç dakika içinde neden geç kaldığını açıklayacaktı. İki hafta içinde derse geç gelen kimse kalmadı. Karda-kışta, boranda-fırtınada eğer okul tatil değilse zamanında derse girer çıkar olduk. Bir gün öğretmenimiz gelmedi. On dakika geçti hala yoktu. Nöbetçi arkadaşı ve iki kişiyi başöğretmene gönderdik. Biraz sonra başöğretmen, öğretmenimiz ve arkadaşlarımız, sınıfın kapısını çalıp, içeri girdiler. Başöğretmen:

“Öğretmeniniz bugün derse üç dakika geç kaldığı için bana geldi. Eşini doktora götürdüğünden dolayı zamanında gelememiş. Bana ‘Eğer siz ve öğrencilerim izin verirse derse girebilir miyim?’ diye başvurdu. Ben kendisine izin veriyorum, sizler veriyor musunuz?” dedi.

Tüm sınıf susmuştu. İlk kez böyle bir durumla karşılaşmıştık. Şaşırmıştık. Hepimiz birden ayağa kalktık. “Kabul ediyoruz” diye yürekten bağırdık. Hepimizin gözleri dolmuştu. O an “Ben de Emrullah öğretmen gibi olacağım” dedim. Ayrıca ilk kez “Ben de insanım, benim de bir değerim var, ben de söz sahibiyim bu okulda” demeye ve sorumluluklarımı duymaya başladım.

Veysel SÖNMEZ

HEY KIRMIZI KAZAKLI, SEN!

Bir gün Cerrahpaşa Hastanesi’ne gittim. Muayene olmak için sıraya girdim. Nihayet sıra geldi ve içeri girdim. Doktor hanım, beni beklemediğim bir nezaketle karşıladı.

-Hocam hoş geldiniz, dedi.

İyice şaşırdım. Öğretmen olduğumu tahmin ettiğini düşündüm.

Masanın karşısına oturttu.

-Nasılsınız, neyiniz var? diye sordu.

Çok iyi bir doktormuş, doğrusu da nazikmiş, diye düşündüm. Doktor hanım beni dikkatle dinledi. Bir güzel muayene etti, ilaç yazdı. Hiç acele etmiyordu. Bir şey isteyip istemediğimi sordu, eşimin ve çocuklarımın ne yaptığını sordu, çok şaşırdım.

İşimin bittiğini düşünüp ayağa kalktım. Bu sefer emekli olup olmadığımı, bir yerde çalışıp çalışmadığımı sordu. Ayaküstü cevapladım, müsaade istedim.

-Hocam, galiba beni tanımadınız.

Tanımamıştım. Nezaketen:

-Gözüm bir yerden ısırıyor ama çıkaramadım, dedim.

-Bahçelievler Ortaokulu’ndan öğrencinizim. En sevdiğim öğretmenimdiniz.

-Sevmenin sebebi neydi?

-En arkada otururdum. Ailem fakirdi. Her gün aynı kırmızı kazağı giyerdim. Hiçbir öğretmenim benim adımı öğrenmedi. “Hey kırmızı kazaklı, sen!” diye bana hitap ettiler. Adım “Kırmızı Kazaklı”ya çıktı. Arkadaşlarım da beni böyle çağırmaya başladılar. Bir gün siz dersime geldiniz ve “Meral sen söyle” dediniz. Adımı ilk defa, bir öğretmenin ağzından duymak çok hoşuma gitti, beni mutlu ettiniz. O günden sonra sizi ve dersinizi çok sevdim. Sizinle yeniden burada görüşmek, size yardımcı olmak benim için tarifi imkansız bir mutluluk.

Çok duygulanmıştım. Öğrencime çok fazla bir iyilik de yapmamıştım. Adını ezberleyerek ona değer verdiğimi göstermiştim. Bu benim meslek anlayışımdı. Meral’e özel bir davranış sergilememiştim.

Öğrenciye değer vermenin ödülünü, yıllar sonra hastane kapısında almıştım.

Vehbi VAKKASOĞLU

SUÇLUSUN ÖĞRETMENİM

-Öğretmenim çok suçlusun.

-Dün selamını aldım. Eğer hapishanede olmasaydım, gelip hem elini öper, hem de bu sözlerimi yüzüne söylerdim.

-Sen çok suçlusun öğretmenim.

-Bana kızdığını, eleştirdiğini söyleyip, “Böyle bir insanın öğretmeni olduğum için utanıyorum demişsin. Doğru söylemişsin. Benim gibi bir insan yetiştirdiğin için gerçekten utanmalısın. Çünkü ben gururlanacak hiçbir güzel şey yapmadım. Aileme, çevreme ve sevdiklerime zarar verdim, kötü işlere bulaştım. Sonunda da hapse girdim.

-Ben iyi bir insan, faydalı bir kişi olamadım, bu doğru. Ben de kendimden memnun değilim. Çevremdeki insanlar tarafından dışlanmak, horlanmak ve kötü insan olarak görülmek elbette ki, insanı memnun etmez.

-Ama öğretmenim, benim bu kötü ahlakımın ve yanlış davranışlarımın sebebi sensin.

-Sen çok suçlusun öğretmenim.

-Beni okutan, beni eğiten ve bana şekil veren sensin. Sana baktım örnek aldım. Ne verdiysen o oldum. Seninle beş yıl aynı okulu paylaştım, sonra da mezun oldum. Hatırlar mısın bu maceralarımızı, hatırlar mısın bana yaptıklarını?

-Gel birlikte hatırlayalım da neden suçlu olduğunu söyleyeyim.

-Annem yoktu. Evimizdeki ikinci anne de beni istemiyordu. Ailede hiç huzurum ve rahatım yoktu. Her şeyi eksik ve noksan yapıyordum. Verdiğin görevleri de bu yüzden yerine getiremiyordum. Benim zor hayat şartlarımı bildiğin halde asla anlayışlı olmadın. Hep üzerime gelip, çok ağır, çok ezici ve gururumu kırıcı hesaplar sordun. Beni hem sevgiden, hem okuldan, hem de toplumdan soğuttun.

-Neleri yaptın?

-Annem olmadığı için temiz ve tertipli olamıyordum. Benimle her sabah bu yüzden alay ederdin. Ya kirli ve yırtık pantolonumla, ya kirli ellerim ve uzamış tırnaklarımla, ya da bakımsız yüzüm ve saçlarımla alay ederdin. Nasıl ezilip büzülürdüm, küçülürdüm ve sana içten içe bilenirdim.

-Ödevlerimi yapmayınca, elindeki cetvelle vurmadığın ve acıtmadığın yer kalmazdı. Dayanamayıp ağlayınca da “Erkekler ağlamaz” derdin. Bu yüzden okula gelmek bana işkence olurdu. Zaten huzursuz evden biran önce kaçmak, kendimi dışarı atmak isterdim. Tek sığındığım okuldu. Okulu da bana dar ederdin. Geldiğime pişman olurdum. Bu yüzden bütün insanlara herkese isyan eder, asi olurdum.

-Ah öğretmenim sen çok suçlusun.

-Ne olurdu öğretmenim bana bir güler yüz gösterseydin, hal-hatırımı sorsaydın, yanağımı okşayıp, bir sevgi gösterisi yapsaydın ve beni kendine bağlayıp, nasihatler etseydin?

-Neden bunları benden esirgedin?

-Halbuki sana sığınmayı, senden yardım beklemeyi ne kadar istemiştim. Ah beni bir kez koruyup, kollasaydın, belki de o isyan ateşi yanmadan sönecekti.

-Beni kaç kez sınıftan kovdun, onurumu beş para ettin. Arkadaşlarımın önünde benimle alay ederken ve onların da bana gülüşlerini görürken, kaç kez ölmek istemiştim.

-Kısacası, sen bana iyi bir model olmadın, örnek bir öğretmenlik sunamadın. Benim toplum içinde zararlı olmama zemin hazırladın. Bir anlamda, ektiğin tohumlar ruhumda isyan meyvelerini verdi. Sonra da hem kendime hem de çevreme zararlı bir insan olup çıktım.

-Sen çok suçlusun öğretmenim.

-Benden, ne olurdu o şefkati esirgemeseydin? Bana bu acıyı yaşatmasaydın.

-Evet utan öğretmenim. Benim yaptıklarıma bakarak utan. Bana öğretmen olduğun için utan. Utan da diğer öğretmenler senin gibi olmasınlar.

-Sen çok suçlusun öğretmenim. Yine de ellerinden öperim. Çünkü ne de olsa öğretmenimsin!

Ziya ŞENOL

Şeyma AYDEMİR

 
Toplam blog
: 425
: 3089
Kayıt tarihi
: 06.12.06
 
 

Gazi Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü, Eğitim Yönetimi, Teftişi, Planlaması ve Ekonomisi..