Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Mayıs '12

 
Kategori
Deneme
 

Öksüz kalan Kitaplar ve düşündürdükleri

Çocukluğumda, ilkokulun dördüncü veya beşinci sınıfındayken, daha elektriğin varlığından ve onun aydınlığından bile haberimizin olmadığı yıllardaydı...

1965-68 arası olmalı.

Akşamları geç zamana kadar gaz lambasının ışığında derse çalışırdım. Öğretmenin verdiği ev ödevlerini bitirmek için sabırsızlanırdım. Ki, hemen ya yeni bulduğum bir romana başlayam, ya da yarım bıraktığıma devam edem. Öyle de yapardım. Ev ödevlerini bitirir bitirmez yorganımı omuzuma çeker kitabımı okurdum. Bazan anam veya babam veya büyükanam uyanır, yataklarından başlarını kaldırır; “Daha yatmadın mı? Haydi yat! Gözlerine yazık! Biraz da yarın çalışırsın..” derlerdi. Ardından yorganlarını başlarına çekip uyumaya devam ederlerdi. Benim hep derse çalıştığımı sanırlardı.   

O yıllarda hepimiz; anam, babam, büyükanam (babamın anası) ve kardeşlerim, gaz lambasıyla aydınlatmaya ve odun sobasıyla ısıtmaya çalıştığımız tek bir odada yaşardık. Mutfağımız, yemek, oturma, yatak ve misafir odamız; taş duvarlı, toprak damlı; altı ahır, üstü de geniş ve yüksek iki oda ile bir salondan oluşan kocaman bir evin büyük mü büyük bir odasıydı.

Okuduklarım hayal dünyamı zenginleştirir miydi, var olan farklı bir dünyayı mı anlatırdı veya daha iyi bir dünya kurmanın mümkün olduğunu mu öğütlerdi; neyse bana ilginç gelirlerdi. Merakla okurdum. Çoğu geceler lambanın gazı biter ve ben de okumayı bırakıp yatardım. 

              *               *               *  
İlkokuldan sonra ortaokul için Gölbaşı’na gittim. Tut’a ortaokul açılmamıştı daha. Gölbaşı’nda gazete, defter-kitap ve daha başka okul eşyaları satan karman-çorman bir dükkan vardı. Oraya giderdim. Bir gazete alır ve biraz oyalanmaya çalışırdım. Dergilere, kitaplara bakmak isterdim. Daracık bir yerdi. Dükkan sahibi de suratsızın biriydi. İşi başından aşkın, hayatından bezmiş bir hali vardı her görmemde. Fazla oyalanamazdım. O suratsızın olur-olmaz bişey demesinden çekinirdim. Ama daha sonra, Besni’de, liseye gittiğim yıllarda başka bir kitapçıya gider-gelirdim. Burası farklıydı. Burada roman, öykü, şiir ve benzeri kitaplar satılırdı. Okul kitap ve eşyaları yoktu. Sahibi de suratsız değildi. Hatta kimi zaman yanıma gelir ve nasıl bir kitap aradığımı sorardı. Çünkü kitapları raflardan alır, evirir çevirir, ön ve arka kapağındaki resime, fotoğrafa ve yazılara bakar; yazarı üstüne, kitap üstüne bişey yazılmış mı, yazar önsözünde ne diyor filan hepsini bilmek isterdim.

Elimin içindeki kitabı sever; onu okşardım bir bakıma.

               *                *               *

Diyeceğim; beni sabahleyin bir kitapçıya bıraksanız ve akşam gelip alacağınızı söyleseniz, sevinerek kabul ederim. Kitapçılarda canım sıkılmaz. Benzer duyguları meyve ve sebze pazarlarında da yaşarım. Kitapçıdaki kitap rafları arasında dolaşır gibi meyve ve sebze pazarlarındaki tezgahların, sandıkların arasında gezinmenin tadına doyamam. O meyve ve sebzelerdeki tazelik ve o renk çeşitliliği zamanı unutturur bana. Gerçekten de tam bir renk harmanıdır pazarlar. Öyle ki, o renklerin canlılığını, tazeliğini ve parlaklığını anlatmaya beyaz, siyah, kırmızı, mavi, sarı, yeşil, kahverengi gibi ana renklerin gücü Yetmez. Hatta onları koyu ve açık diyerek kuvvetlendirmek bile az gelir. İşte bundan olsa gerek, değişik adlandırmalarla bu renk dünyası daha da zenginleştirilmiştir. Söz gelimi; kiremit rengi, kavun içi, saman sarısı, kan kırmızısı, deniz mavisi, hava rengi, kül rengi, fıstığı yeşil, cevizi yeşil, çağla yeşili, kömür karası, çimeni yeşil, bal rengi, menekşe rengi, kar beyazı, portakal rengi gibi. Alaca, al, ala, ela, kızıl, çil, boz gibi. Kapkara, yemyeşil, mosmor gibi.

E bu renk pazarında kim olsa onun canı sıkılmaz. Ama kitapları elime aldığım gibi, sebze ve meyveleri elime almam. Dokunmak bile istemem. Pazarcıların gönlü olmaz. Ben olsam benim de gönlüm olmaz. Her gelen kimse o domatesleri, üzümleri, erikleri, elmaları, kavunları yoklayıp eziklese, mıncıklasa sizin canınız sıkılmaz mı?

E sıkılır!..

                *                *               *

Ama konu bu değil; konu kitaplar, öksüz kitaplar...

Geçenlerde çalıştığım işyerine bir hanım gelmiş. Beni göremeyince telefon numarasını ve beraberinde getirdiği kitapları iş arkadaşıma bırakmış.

Zaman geçirmeden telefon ettim. Az çok aklıma geldiği gibi, telefondaki ses Emmi’nin sesiydi. Dokuz-on yıl önce, genç yaşta, çok sevdiği bu dünyaya, insanlara, bizlere, eşine ve iki çocuğuna veda eden arkadaşım Nejat’ın eşi Emmi...

Nejat’ın kitaplarını bana vermek istiyordu. Almazsam atacaktı...

Anlaştığımız gibi evine gittim.

Solgun fotoğraflarda... Küllenmeye başlamış anılarda... Her yanda Nejat vardı.

İlk çocukları Devrim büyümüş. Meslek sahibi olmuş. Evden ayrılmış. Başka, uzak bir şehirde bir kız arkadaşıyla yaşıyormuş. Devrim büyür de Aylin büyümez mi? O da büyümüş. Selvi boylu bir kız olmuş. Meslek öğrenimi sırasında tanıdığı, kendinden epeyce yaşlı ve ayrıldığı eşinden çocukları da olan bir doktorla evlenmiş.  Aylin’in de bir kızı olmuş. Sorunlu bir evliliği varmış. Neyse ki yakın bir şehirde oturuyormuş. Zaman zaman torununu alıp sevmek, bakmak iyi geliyormuş Emmi’ye.

Başka?..

Artık bu ev büyük geliyormuş ona. Sadece evde değil, yaşadığı bu küçük şehirde bile yapayalnız kalmış. Ayrıca her an Nejat’la, Nejat’ın anılarıyla yaşamak onu yormuş. Hastalanmış. Bir süre psikolojik tedavi görmüş. Şimdi başka bir yere, başka bir eve taşınmak istiyormuş. Belki biraz kendine gelebilirmiş. Taşınırken de olabildiğince az eşya taşımak istiyormuş. Bu yüzden çok eşyasını atmış Nejat’ın. Kitaplarını da bana vermek istemiş.

Çanta ve karton kutulardaki kitapları alıp eve getirdim. Yıllardır el değmeyen kitaplar sararmış, buruşmuş ve tozlanmışlardı iyice. Tek tek elden geçirdim. Artık okunamayacak kadar yıpranmış olanları atmak için ayırdım. Diğerlerinin tozlarını silkeledim, sildim. İçlerini karıştırdım. Bazılarının içinden kimi notlar, mektuplar çıktı. O mektup ve notları okudum. Gizli bir iş yapıyormuş gibi utandım. Nejat yanımda, bana bakıyor sandım bir an için.  

Kitaplarını kitaplarıma karıştırdım. Kitaplığa dizdim.

              *                *               *

Ardından bir düşünme aldı beni. Bir düş dünyasına daldım...

Sadece eşi yalnız, sadece çocukları öksüz kalmamıştı Nejat’ın. Kitapları da öksüz kalmıştı. Demek kitaplar da öksüz kalıyordu! Öksüz kalan insan; eş, oğul, kız bir şekilde ayakta kalabiliyor; bir yaşam kuruyordu kendine.

Ya kitaplar?..

Ya benim kitaplarım da öksüz kalırsa?.. Puslu camın ardındki geleceğimin o son anını düşlerken kar suları yağdı üstüme...

Ürperip uyandım!

Uyanıp; kitap okudum da ne oldu, dedim ben bana.

Onca kitap aldım, kitaplarım oldu da ne oldu? Kitaplardan ne öğrendim?

O anda anamın öğütleri geldi aklıma. Ilık bir sevgi sarıp sarmaladı benliğimi. Hemen çocukluğumun üstündeki külleri var gücümle üfleyip temizledim. İlkokula giderkenki günlerim geldi gözümün önüne yeniden. İlkokula giderkenki günlerimde anamın dedikleri çınladı kulaklarırmda yeniden...

Her sabah okula gitme zamanı geldiğinde... Kapının eşiğinden sokağa adımımı atar atmaz ardımdan çağırırdı:

- Kimseyle döğüşme haa; arkadaşlarınla iyi geçin! Çamura, pisliğe basma; üstüne çamur sıçratma! Kimsenin birşeyini alma! Öğretmeniyin sözünü dinle, dersine çalış! Ceketini, kazağını çıkartma; hastalanırsın! Akşam karanlığına kalma, ortalıkta çok dolanma; er gel!..

Baktım ki kitapların yazdıklarıyla anamın öğüdü bir.

Kitaplar da, analar da, “Adam ol!..” diyor.

Kimin anası başka birşey öğütlemiştir, hangi kitap başka birşey yazmıştır ki?

               *                *               *   

Fakat diyeceksiniz ki; “Peki bu dünyanın hali ne böyle? Şu zaman gelmiş açlık, yoksulluk, gerilik, yobazlık diz boyu! Savaşlar orta çağdakilerden de acımasız, kanlı! Bu bizi yönetenlerin anaları başka birşey mi öğütledi? Bunların okudukları kitaplarda başka şeyler mi yazılı? Bunların anaları veya okudukları kitaplar; ‘Halkını sömür, emeğinin hakkını verme! Çal çırp! Hakkını isteyeninin kafasını ez! Yalan söyle; adalet ve kanun diyerek; demokrasi ve insan hakları diyerek; Allah-Kitap diyerek halkı aldat! Komşunla, hatta kendi insanınla savaş; barışı unut!’ mu diyor?”

Diyeceksiniz ki; “Yoksa bunların anası ana değil de analık mı? Yoksa bunların okuduğu kitaplar kitap değil de mitap mı?”

Yok yok; bunun böyle olmadığına kuşku yok!..

*                *               *

Öyleyse işin içinde başka birşey olmalı... Düşünmeye değmez mi?..

 Mehmet Karakuş

   10 Şubat  2012

 

 
Toplam blog
: 6
: 1437
Kayıt tarihi
: 15.05.12
 
 

1955 doğumluyum. Evliyim. Özgür adında bir kızım, Umut ve Ufuk adında iki (ikiz) oğlum va..