Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

23 Haziran '07

 
Kategori
Kültür - Sanat
 

Okuduklarım

İÇİNDEN HAYAT GEÇEN KİTAPLAR

YADA BAŞKA BİR DEĞİŞLE AYRINTI’DA YER ALTI

“İSA’NIN OĞLU

DENİS JOHNSON- AYRINTI YAYINLARI

2005 ÖYKÜ – 96 SAYFA”

Denis Johnson, “İsa’nın Oğlu” adıyla ayrıntı yayınlarından çıkan öykü kitabında, her türlü süslemeden uzak, gösterişsiz bir dille; günlük, sıradan hayatımızın en kırılgan, dokunaklı, hassas ve yalın hallerini gösteriyor okuyucularına. Öykü adları çevrildiği gibi mi konmuş? Bilemiyorum. Ama bu sadeliği henüz adını okuduğunuzda fark ediyorsunuz. “Otostop yaparken trafik kazası, İki adam, Kefaletle serbest ve diğerleri gibi.”

Kitabın giriş öyküsü de olan; “Otostop yaparken trafik kazası” adlı öyküde; “Benimle içkimi paylaşan ve uyurken direksiyon sallayan bir satıcı… Gırtlağına kadar viskiyle dolu bir Çeroki yerlisi… Bir üniversite öğrencisinin kullandığı, esrar dumanından balon dışında hiçbir şeye benzemeyen bir Volkswagen…” Bu anlatımıyla devam ettiriyor günlük hayatta karşılaşabileceğimiz kişi ve olayları kurmaya. Belki, yaşadığımız coğrafya farlılıklarından dolayı bir Çeroki yerlisi olmayacak yanı başımızda ama pek çoğumuzun yüz çevirdiği, kendi hayatlarını korumaya aldığı, zırhlara bürüdüğü, özenli ve yalnız yaşamlarımızın dışında bıraktığımız unutulmuş yaşamlar; bindiğimiz arabalara el kaldıranlar yada belediye otobüslerinin yanından geçerken camdan görünen, ayakta bile güçlükle durabilen insanlar değiller mi?..

“…Altında gömlek olmayan ceketim ve küpemde çınlayan rüzgarla, alelacele giyinmiş, motelin önünde durmuş otostop yapıyordum. Bir otobüs durdu. Bindim ve şehrimizdeki şeyler, bir kumar makinesinde dönen resimler gibi pencerelerden geçerken, plastik koltuğa oturdum…”

Bazı seçici okurlar, kitap raflarını karıştırırlarken ille de yazarının acı çekmiş bir günahkar yada bir ermiş, deli, dahi … artık tanımı her nereye denk geliyor ise , böylesi bir bedeninin kafasından süzülüp parmakları arasında can bulmuş kağıtları isterler. Bu türün anlatıcıları daha gerçekçidir diğerlerinin yapay kurgularına göre. Okuyucu istiyor yada satıyor diye yazmamışlardır… Ayrıntı peşinde olan okuyucu, bilmediği yolculuğuna başladığında gerçekle gerçek dışı olma ihtimalleri arasında sıkışan olağanüstü keşifler deneyecektir. Bu beklenti hiç de yersiz değildir. Bazılarının; steril odalarda, kitap rafları arasında hiç sıkılmadan, üşenmeden ve habire ansiklopedi yada benzeri şeyleri karıştırarak yazmaya uğraştıkları o çok satan, önemsenmesini bekleye durdukları, kalıcılıkları, hafıza antrenmanlarında on ila onbeş yıldan öteye geçemeyecek kitaplarını bahsettiğim gerçek ve seçici okuyucuya kabul ettiremeyecektir.

Dedim ya; biraz seçicidirler… İşte böylesi seçici okuyucuyu doyuracak kitapların yazarları gerçekten acı çekmiş, sayısız bunalımlara girmiş, işkenceler görmüş, yaşamış ve hatta sonunda mümkünse intihar etmiş olmalı. Lüks yaşamları, para, servet, ödül, şöhret gibi kavramalar olmamalı hayatlarında. Acı çektikleri gibi çektirmelidirler de. Yada en azından yüzleştirebilmeli…

Anna Seghers’in ; “parçalanmış gerçeklik” diye bir şey kalamadığını savunduğu gerçeklik tartışmalarının odak noktası, herhangi bir gerçekliği yaratma peşindeki sanatın tek yapabileceğinin, parçalanmışlığı açık bir biçimde sergileyecek parçaları seçebilme ustalığını göstermesi olabileceği yönündeydi.

Raskolnikov’un bütün dünyada haklı olarak ilgi çekmesi gerçekte Dostoyevski’nin onu kitap raflarında yada rüyalarından esinlenerek ortaya koymamış olmasından kaynaklanıyor olmalı. Yoksa, sıraladığım veya bunların dışında, gerçekte başka bir nedeni olmuş olsaydı belki de bugün karşımızda duran devasa portresinde soluk benizli, ermiş sakalları olan, derinlik ve acının her türüyle kutsanmış adam olmayabilirdi…

Peki; yazabilmek için ille de yaşayıp yazmak mı gerekir?...

Tabi ki; hayır. Fakat burada bilinmesi ve özellikle korunması gereken samimiyet dediğimiz şey bir diğer anlamıyla herkesin sımsıkıya koruması ve buna en çok da sanatla uğraşan kişilerin sahip çıkmasını gerektiren bir ayrıcalıktır.

Tıpkı Borovski’nin, “Taşlaşan Dünya” adlı kitabındaki bir öyküsünde : “Eflatun’u nasıl severdim, bilirsin.onun yalan söylemiş olduğunu ancak bugün anlıyorum. Çünkü dünyevi şeyler ülküleri yansıtmaz, onların içinde saklı duran, insanların ağır ve kanlı didinmesidir. Onlar o pek zekice diyaloglarını, dramlarını yazarken, sözüm ona vatan uğrunda, dolaplarını çevirirken, sınırlar ve demokrasi uğrunda savaş yürütürken- bizler, ehramları yaptık, tanrı evleri için mermer kırdı, imparatorun caddeleri için taş kırdık, kalyonlarda kürek çektik, sapan sürdük… Bizler pistik ve ölüyorduk. Onlar estettiler ve yaşıyorlardı. İnsanlara yapılan haksızlık pahasına elde edilen güzellik, güzellik değildir…Antik çağ bizleri nerden bilecek? O, Terentius ile Plautus’un yazılarından kurnaz köleleri tanıyor ancak, halk tribünlerini ve tanısa tanısa tek bir köleyi, Spartaküs’ü tanıyor… Hiç kimsenin haberi olmayacak bizlerden. Şairler, avukatlar, düşünürler, rahipler bizden söz açmayacaklar…” Diye yakınmasını anlatır. Gerçekte bu anlatımın ne kadar uzağındadır yaşadığımız hayat?... Denis Johnson’da bu yakınmaya farklı bir dille değinir öykülerinde…

 
Toplam blog
: 31
: 895
Kayıt tarihi
: 17.06.07
 
 

Hayattan alıyorum bütün kaynağımı. Sokağı takip ediyorum, insanları gözlemliyorum, kendimi sorguluyo..