Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Eylül '22

 
Kategori
Öykü
 

Olmaz Böyle Şey

Memleketimden İnsan Manzaraları - 387

Aksu Köy Enstitüsü/Aksu Öğretmen Okulu - 17

OLMAZ BÖYLE ŞEY!

                Akseki’nin Gödene köyü ilkokulunu bitirdikten sonra, 1953-1954 eğitim yılına, Antalya yakınındaki Aksu Köy Enstitüsü öğrencisi olarak başladım. Birinci sınıfta değerli öğretmenimiz Hasan Atalay’ın girdiği matematik dersinden bütünlemeye kaldım.

            O yaz köyümde, temmuz başından ağustos 15’e kadar ders kitabından her gün beş-on sayfa çalışıp alıştırma ve ödev için verilen tüm problemleri çözdüm. Her problemi çözdüğümde kendime olan güvenim artmış, aritmetik ve geometriden oluşan matematiği de sevmiştim.

            İkinci sınıfta da yine Hasan Atalay idi; matematik öğretmenimiz. O yıl, “Tabiat Bilgisi” yerine, “Fen Bilgisi” dersi vardı. Ve birinci sınıftaki tabiat bilgisi öğretmenimiz Zeliha Karakapıcı’nın yerine de matematik öğretmenimizin eşi Perihan Atalay giriyordu.

            Perihan öğretmen de aynen eşi gibi çok olgun bir eğitimciydi. “Tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuş!” derler ya aynen öyle. Azarlamazdı da bizleri, korkutmazdı da… Ufak tefek yaramazlıklarımız, kusurlarımız oluyordu mutlaka ama kimseye karşı ağzından kötü bir söz çıktığını duymadım hiç.İyi de, o yılki Türkçe öğretmenimiz kimdi bizim? Birinci sınıfta Nâmık Kemal’in:

            “Âmâlimiz, efkârımız ikbâl-i vatandır.” diye başlayan “Vatan Şarkısı” ile, Orhan Veli’nin “İstanbul Türküsü” şiirlerini ezberleten Türkçe öğretmenimiz Necdet Hızır’dı; tamam da ikinci sınıfta kim giriyordu bu dersimize?

            Telefon açıp sorsam sınıf arkadaşlarım Salim Koçak, Hasan Çelik, Veli Özgen, Ömer Kars, Muhammet Özkan da bilir bunu; Zekâi Önal, Seyfi Kubilay, Ahmet Yıldız ve Cevdet Can da… Ama sormayacağım. O öğretmenimizle ilgili bir anım var; onu anlatacağım size:

            Herhangi bir özelliği ile belleğimde yer etmeyen bu öğretmenimiz, daha önce şiirden, güzel bir şiirin özelliklerinden söz etmediği gibi birkaç güzel şiir örneği de vermediği halde bir gün:

 “Önümüzdeki derse birer şiir yazıp geleceksiniz.” dedi.

 “Herhangi bir kitaptan, dergiden değil ama kendi yazdığınız bir şiir olacak.”diye de ekledi özellikle. 

Şiir nasıl yazılır, bilmiyorduk. Bu konuda hiçbir açıklama yapmamış, bilgi vermemişti öğretmenimiz ama ödev ödevdi; yapacaktık mutlaka. 

Düşündüm, taşındım. Alıp kalemi elime, bir şeyler karaladım defterime. Okuyunca beğenmedim ama. Üzerinde biraz çalışıp yeni bir şekil verdim. İlkine göre daha güzeldi ama gördüm ki, eksikleri ve fazlaları vardı yine de. Üçüncü kez çalışmamın sonucu oldukça memnun etmişti beni. 

Akşam etüdündeydik. Ertesi gün Türkçe dersimiz vardı. Aynı sırada oturduğum, benden birkaç yaş büyük arkadaşım, “Hüseyin, Türkçe ödevini yaptın mı sen?” diye sordu. “Evet, yaptım.” deyince görmek istedi. Verdim. Okuyunca, “Güzel olmuş.” dedi. 

“Pekiyi, sen ne yaptın?” diye sordum. 

“Ben yapamadım. Bir iki kez denedim, olmadı.”

“Ne diyeceksin yarın öğretmene?” 

“Yapmadım, yapamadım dersem, kızar. Bir şiir buldum, onu okuyacağım.”

Gösterdi, bulup defterine yazdığı şiiri. Bir baktım, benim çok iyi bildiğim ve sevdiğim bir şiirdi bu:

“İyi ama bu şiir Ziya Gökalp’in.”

“Evet, doğru da nerden biliyorsun sen?” 

“Geçen ay, onu anlatan bir kitap okumuştum. Orada vardı bu şiir.” 

“Belki bilir, belki bilmez öğretmen. Başka çarem yok! Yarın ola, hayrola!”

Türkçe dersinde, başladı öğretmen ödevlerimizi okutmaya. Sıra bana gelmişti.

 “Sen oku bakalım.” deyince, sanki Nâmık Kemal, Necmettin Halil Onan ya da Mehmet Emin Yurdakul’unbir kahramanlık şiirini okuyormuşçasına, yüksek sesle: 

Vatan demek, millet demek

Yaşamak için yemek

Yemek için yaşamak gerek… 

diye başlamışken okumaya, “Dur, dur!” diye sertçe bağırdı öğretmen. Başımı defterden kaldırıp yüzüne bakınca:

“Sen bunu kopya yapmışsın bir yerden.”demesin mi?

“Hayır öğretmenim, kendim yazdım. İsterseniz bakın defterime.”diyecek oldum:

“Otur yerine! Kandıramazsın beni. Ünlü bir şiirden bu!”diye azarladı. 

Arkadaşıma gelmişti sıra.  “Sen oku!” deyince öğretmen, başladı arkadaşım, korka korka okumaya: 

Güzel dil Türkçe bize,
Başka dil gece bize.
İstanbul konuşması
En saf, en ince bize.

Ha şimdi kızacak, ha şimdi kızacak diye bekleyip durdum ama şiir bitti yine de kızmadı öğretmen. Aksine: 

“Bakın, arkadaşınız ne güzel yazmış! Aferin sana!”deyince şaştım kaldım. 

Şiirin adı “Lisan”dı. “Lisan ne demek?” diye sorsa bilmezdi arkadaşım. 2. dörtlükte geçen “lügat” sözcüğünü de…

Benim şiirimin ünlü bir şairin olamayacağı ilk dizesinden belliydi oysa.

“Vatan demek, millet demek” diye başlıyordu denemem.

Oysa “vatan” demek, “millet” demek değildir ki. Biri “yurt” demek olan sınırları belli toprak parçası, öteki bu yurtta yaşayan insan topluluğu… Bu mantıksızlığın farkına varamamışım ben o zamanlar. 

Bunu bilmez miydi benim öğretmenim? Bilirdi, bilirdi de, ünlü bir şairimizin ünlü bir şiirini okur gibi, yüksek sesle ve vurgulu olarak benim yanlış okuyuşumdu; onu böyle yanıltan. 

“Pekiyi, ya sıra arkadaşının okuduğu Gökalp’in ünlü şiirini niçin bilemedi?”derseniz, arkadaş korkusundan ve heyecandan kekeleyip öyle yanlış vurgular yaparak okudu ki!..

Yani ben başka türlü yanılttım öğretmenimizi, arkadaşım başka türlü…

Asnı ararsanız gerçek şu: Bir Türkçe öğretmeni bilmez olur mu, Gökalp’in ünlü şiirini! Arkadaşımı mahcup etmemek için, bilmezden gelerek sustu ama şiirin güzel olduğunu da söylemeden geçemedi.

“Pekiyi, sana niçin öyle davrandı?”derseniz! İlk şiir denememin ünlü bir şairin şiiri kadar güzel olduğunu en etkili biçimde başka nasıl anlatabilirdi?

Başka bir nedeni olabilir mi bunun?

Siz yanlış mı anladınız yoksa!

Hüseyin Erkan

 
Toplam blog
: 100
: 88
Kayıt tarihi
: 19.02.20
 
 

1942'de Antalya'ya bağlı Akseki ilçesinin Gödene (Menteşbey) adlı kuş uçmaz kervan geçmez bir köy..