Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

23 Mart '10

 
Kategori
Öykü
 

Ölü bez bebek

Ölü bez bebek
 

Asılı durduğum duvardan aldı beni. Sevdi. İplikten saçlarımı okşadı. Kara ispirtolu kalemle çizilmiş koca gözlerime baktı. Diken diken kirpiklerime de. Gözlerimi kırpıştırmak isterdim ben de, onun bana bakarken yaptığı gibi. Parmakları yüzümde gezindi. Okşadı. Sustum sadece. Kırmızı ispirtolu kalemle çizilmiş dudaklarım kalp şeklindeydi. Kendi yüzüne yaklaştırdı beni ve öptü dudaklarımı. Öptüğü yerden içime doğru kanadı dudaklarım. Kan kızıl kanayan kalp şeklindeki dudaklarımdan sol yanımda kanlar birikti, kalp şeklini aldı ve pıhtılaştı orada. Artık bir kalbim vardı, çok geç de olsa.

Mutlu değildim. Olmayı isterdim o bana bakıp gülümserken. Gülmeyi bırakıp, beni yüreğinin ortasına bastırıp ağlarken. Neden ağladığını biliyordum ve ağlamayı başaramıyordum ben. Onun özlediği benim üzerime sinen kokuydu. Benim özlediğimse yalnızca oydu. Sımsıkı sarıldım minik kollarımla, kalbimin atışları uyum içinde kalbinin atışlarıyla. Mutlu değilim nedense.

Bir anne var bu evde. Gençti bir zamanlar. Ondan duymuştum Pinokyo’nun hikâyesini. O ve sevdiği, buraya gelirlerdi en mutlu günlerinde. İkisi el ele, gözlerinde tanımsız pırıltılar. Benim olduğum odada uyurlardı. Kaç gece peş peşe Pinokyo oldum düşlerimde, yürüdüm yanına, okşadım saçlarını, kapalı göz kapaklarına minik öpücükler kondurdum, unuttum bezden paçavralar tıkıştırılmış bedenimi, yine o vakitler koymayı unuttukları yerde kalp boşluğumu, boşluğun sızısını... Unuttum kendim olduğumu.

Yatağa oturdu. Bacaklarının üzerine koydu beni. Uzun uzun baktı bacaklarıma. Pazenden çiçekli elbiseme dokundu, okşamaktan ve sevmekten uzakça. O gittiğinden beri az gelir olmuştu yanıma, bu eve. Anne ve ben uzun süre yolunu gözler bulduk kendimizi sessizce. Biliyordum özlemek nasıl bir şey. Bezden bedenim tir tir titreyerek hasretten, asılı durduğum çivide günleri ve geceleri saymadan beklerdim. O, benimle büyüyen kadını, bense onu özlerdim. İkisi aynı şey değil miydi? Aynı sahicilikte?

Beraberce uzandık yatağa. Bacaklarını karnına doğru çekti. Bana iyice sarıldı. Nefesi iplikten saçlarımda geziniyordu. Çok sıcak, çok yakıcı, çok acıttı soluğu saç diplerimden içre canımı. İnceden yüzünü kaplayan sakallarına dolandı önce saçlarım. Dudakları gezindiğinde ateş alıp tutuşacak sandım saçlarım da, birden damlalar dökülmeye başladı gözlerinden, yangın başlamadan son buldu böylece. Böylece damlalar minik ateş parçacıkları olup kalbime doğru aktı, aktı, aktı. Artık bir yangın yalnızlığı kalbimde hüküm sürüyordu. Mutlu değildim nedense. Olmayı denemeli miydim ona böylesi sıcacık sarılmışken?

Saçlarımı, yüzümü koklayarak, beni değil aslında bendeki kokuya müteakip onu öperek derin ve rüyasız uykusuna daldı. Bense sabaha dek gözümü kırpmadım. Yalnızlığını içtim, acısını yudumladım, iplikten saçlarımla gözyaşlarını kuruladım. İstedim ki gece hiç son bulmasın, biz buncacık kalalım. Pencereden süzülen ay’ın ışıltısı odayı karanlıktan kurtarırken ve yıldızlar avucuma düşecek denli yakınken, ben onun kalp atışlarını kan pıhtısı kalbimin üzerinde duyarken, yıldızlardan daha uzaktım, farkındaydım. Her kalp sevda yüküyle taşmış sarnıcını taşımakta bu kadar zorlanır mı nefesi üzerindeyken?

Alacakaranlığında serin sabahın açtı gözlerini. Anlamlıydı gözlerindeki parıltı, kocaman gözlerime bakarken. Göremiyordum netlikle ama algılıyordum. Kalktı. Elimden tuttu. Bir elim avuçlarının nemi içinde hapisken, bedenim boşlukta sallanıyordu. Evden çıktık. Uzaklaştık. Sessiz sokaklardan geçtik. Sokak lambalarının soluk ışığı altında köpekler havlıyordu. Kararlı ve nereye gideceğimizi bilen adımlarının gölgesine eşlik ediyordu gölgem. Korkmuyordum. Yeni bir gün yeni bir umudu da beraberinde getirir miydi?

Az gittik, uz gittik, dere tepe derken bütün masalların son bulduğu yere geldik. Bütün başların tek bir yön hizasında uzandığı, mermerler ve serviler köyünün girişinden içeri el ele birer gölge gibi süzüldük. Sevdiği kadının mermere kazınmış, gözlerimden kara adının yanına varınca durduk. Kollarımın altından tuttu. Gözlerini gözlerime dikti. Uzun uzun bakıştık. Son bir kez öptü kırmızı kalp şeklinde çizilmiş dudaklarımı. Sızladım. İki noktadan ibaret burnumu öptü. Titredim. Ve gözlerimi. Katıldım. En son alnıma sıcak dudaklarını bastırdı. Tutuldum. Hiçbir şey söylemedi. Ağzı bıçak, gözleri yangın; konuşmasa da bildim içinden geçeni. Artık ikimiz de ağlıyorduk vuslata uzak yüreklerimizle. Bıraktı beni toprağın üzerine incitmeden. Yürüdü arkasına bakmadan. Yürüdü kaybolan gölgesine aldırmadan.

Ölülerin içinde yaşayan bir ölü bez bebek miyim şimdi, yoksa bende mi ölmüşüm? Burası hem çok ıssız hem de soğuk. Üşüyen bezden bedenim mi, pıhtılıktan katılığa dönmeye çabalayan kalbim mi? Beni yokluğa azat ederken nasıl bir cezaya çarptığını bilemedi mi? Oysa tek isteğim ara sıra da olsa yüzünü görmekti. Yolunu beklerken usandığımı ve sızlandığımı hiç hatırlamıyorum. Yüzüm yağmurlardan yıkanıp akmadan, güneşin ışınlarıyla rengim solmadan... Kalbim taşlaşıp beni yok etmeden… Başlamadan bitirdiği bir hikâyenin parçasıyım aslında. Farkına varmasını bekliyorum.

elif eser/2006

 
Toplam blog
: 19
: 658
Kayıt tarihi
: 16.03.10
 
 

Oyun yazarı. Son oyunu "Yedi Peçeli" Devlet Tiyatroları tarafından incelenmekte. Diğer bütün yazı..