Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Şubat '09

 
Kategori
Edebiyat
 

Ölü bir balık

Ölü bir balık
 

Yorgun Konak Öykü kitabı


Dışarı çıktığında yağmur başlamıştı. Atkısına sarınıp akşamın telaşlı kalabalığı arasına katıldı. İnsanlar kaldırımlarda birbirlerini ezercesine yürüyorlardı. Vitrinlerden üstlerine parlak ışıklar dökülüyordu; ama onlar görmüyorlardı. Vitrinlerdeki cicili bicili elbiseleri de... İş bitişi evlerine ulaşma çabasındaydı bütün bu insanlar. Yorgun, sinirli ve telaşlı...

Baş dönmesi kalabalığın arasında daha da arttı. Günlerdir sürüyordu zaten. Zaman zaman sendeliyor, düşeceğini sanıyordu. Hele baş ağrıları... Bugünkü hepsinden beterdi. Sabahtan beri giderek şiddetlenmiş, aldığı ilaçların hiçbir yararı olmamıştı. O ağrıyla bütün gün nasıl çalışmıştı; bilemiyordu. Bir yığın evrak, bir yığın dosya işlem görmüş, daktiloya çekilmişti. Kimi zaman yazılar birbirine karışmış, okunmaz olmuşlardı; ama dayanmıştı..Sonunda işkence bitmiş ve işte kendisini sokağa atmıştı.

“Yorgunluk ve üzüntü” diye düşündü. Ondan oluyordu bütün bunlar. Ev sahibi bir süredir evden çıkması için baskı yapıyordu. Çıkacaktı; ama nasıl? Kiralık ev bulmak öyle zordu ki... Kiralar maaşının birkaç katıydı. Üstelik yıllık peşin ve depozito adı altında yüklüce para istiyorlardı. Nasıl bulurdu o kadar parayı? Kirayı bile veremezken... Çalıştığı yerin yakınlarında bir yer bulması olanaksızdı. İstanbul’un lüks semtleriydi buralar. Evi uzak yerlerde aramalıydı. Gecekondu mahallelerinde belki de...

Acı acı gülümsedi. Birkaç yıl önce gecekonduda oturacağını söyleseler; gülerdi; ama şimdi bulsa bayram edecekti. Eski günlerini anımsadı. İyi bir semtte, geniş, kaloriferli bir evi vardı. Salondaki mavi, kadife koltuklar geldi gözünün önüne... Kullanmaya kıyamadığı kristal kül tablaları... Kocasıyla hep tartışırlardı bu yüzden. O, sigarasının küllerini tablalara silkeledikçe içi cız eder, kızar, söylenirdi.

“Bunları kullanmak için aldık hanım” derdi kocası. Haklıydı; ama kıyamıyordu işte... Kocası ticaret yapıyor ve iyi kazanıyordu. Rahatına ve keyfine düşkün bir adamdı. Yakışıklıydı da... Kadınlar, peşini bırakmazlardı bir türlü. Kıskanırdı kocasını, delicesine kıskanırdı da belli etmezdi. Onu çok severdi. Her akşam içki sofrası isterdi kocası. Roka salatası, beyaz peynir ve kavun... En sevdiği mezelerdi. Her akşam özenle hazırlardı sofrayı.

Yüzüne çarpan yağmur taneleri giderek irileşmiş, hızlanmıştı. Artık sicim gibi yağıyordu yağmur. Hiç sevmediği halde şemsiyesini açmak zorunda kaldı. Bu kalabalıkta kendisine zor yer açıyordu, bir de şemsiyeyle uğraşmak... Gece iyiden iyiye inmişti kentin üzerine. Caddedeki arabalar görünmüyorlardı. Hızla akıp giden farların ışıkları vardı yalnızca... Bir de kulakları sağır eden gürültü... Arabaların uğultusu muydu bu? İnsanların gürültüsü mü? Yoksa kulaklarındaki çınlamalar mı? Ayırt edemiyor, sendeleyerek yürüyordu. Sendelemesi başının dönmesinden mi, yoksa kalabalıktan mı? Onun da ayırdında değildi. Bir de çarpıntı başlamıştı.

İnsanlar dolmuş bulmak için yolun ortasına kadar çıkmışlardı. Bir durup, bir kalkan arabalar şekilsiz, kayıp giden hayaletlerdi sanki. Onlara ulaşamıyordu.

“Eve gitmeliyim. Yatarsam iyileşirim. Yorgunluktan bütün bunlar” diye düşündü. Dolmuş bulabilmek için oraya buraya seyirtti. Sıra filan yoktu. Kimin gücü yeterse atlıyordu arabaya... Oysa onun bacakları titriyor, hiç birine yetişemiyordu. Otobüse binmeyi düşünmüyordu bile... Baş dönmesi iyiden iyiye artmıştı. Tıkış tıkış otobüste, ayakta, saatlerce yol gitmeyi göze alamazdı. Hele köprüden geçiş bir felaketti. Kim bilir bu saatte nasıl yoğundu orada trafik.

O sırada bir dolmuş durdu önünde, hemen bindi. Dolmuşun orta sırasındaydı. En kenarda oturuyordu ve oturduğu yerin arkalığı yoktu. Arka koltukta oturan adamın dizlerini belinde hissetti. İyi ki adamın dizleri vardı. Onu düşmekten koruyordu. “Buna da şükür...” diye geçirdi içinden.

Şoför arabayı deli gibi sürüyordu. Yoğun trafikte kendisine yer açmak ve birkaç sefer daha yapmak telaşındaydı. Arabaların bir sağından, bir solundan gidiyor, akrobasi yapıyordu.

Düşmemek için ön koltuğa iyice tutundu. Arabanın her savruluşunda o da bir oraya, bir buraya savruluyordu. Pencereden dışarı bakmayı denedi. Her şey kayıp giden şekilsiz lekelerdi. Karanlığın içinde göz kamaştıran ışık parçaları, bir görünüp bir kayboluyordu. Kulaklarının uğultusu artmıştı. Başının ağrısı da... Üstelik midesi de bulanıyordu. Dolmuş, bir işkence aracı olmuştu sanki... “Dayanmalıyım... Dayanmalıyım...” diye söylendi. Araba “Zınk” diye durdu. “Kurtuldum” diye düşünüp kendisini dışarı attı. Şoför arkasından bağırıyordu. “Hop... Hop... Para vermedin abla... Nereye gidiyorsun?”

“Sahi, para vermedim mi? “ diye düşündü. Anımsamıyordu. Zaten bir bulut kaplamıştı kafasını. Her şey bulanık ve belirsizdi artık. Telaşla çantasını açıp parayı çıkarttı, şoföre uzattı. O ise hâlâ söyleniyordu; sonra gaza basıp uzaklaştı.

Neredeydi? Çevresine bakındı. Taksim”e yakın bir yerde inmiş olmalıydı. Yeniden dolmuşa binecek gücü yoktu. Bayılmak üzereydi; bunu hissediyordu. “Bir taksi bulup hastaneye gitmeliyim. İyi değilim...” diye düşündü. Kaldırımın kenarında, dengesini sağlamaya çalışarak durdu. Önünden hızla geçen ışık seline baktı. Ne çok araba vardı; ne çok taksi... Hepsi de doluydu. Tek tük boş taksi geçiyordu; ama onlar da el etmesine aldırmıyor, durmadan geçip gidiyorlardı. Adamın biri, arabanın camından eğilip seslendi. “Teyze, buradan yolcu almazlar. Boşuna bekleme...”

Başındaki atkıdan dolayı yaşlı sanmıştı onu adam; ama daha kırk bir yaşındaydı. Aldırmadı. Şimdi tek düşündüğü şey bir taksi bulmaktı. Yanlış yerde duruyordu herhalde... Trafik ışıklarının olduğu yere gitti. Orada duran arabalardan birine binebilirdi belki... Ayakları onu taşımıyordu sanki. Buz kesmişti. Oysa hava o kadar da soğuk değildi. Omzunda asılı çantaya yapışan elleri de soğumuştu, duyarsızdı. O çantayı taşımıyor, çanta onu taşıyordu sanki...

Kırmızı ışıkta duran boş bir taksi görünce sevindi. Arabanın önüne atladı, kollarını salladı. Şoför aldırmamıştı. Yeşil ışığın yanmasını bekliyor, sigara içiyordu. Arabaya yaklaşıp camına vurdu. Ön cam aralıktı. “Lütfen yardım edin. Hastayım... Lütfen...” diye yalvardı. Şoför ilgisiz gözlerle baktı. İleride duran trafik polisini gösterdi. Yeşil ışık yanmıştı. Gaza basıp uzaklaştı.

Öfkelendi. İnsanlar nasıl bu kadar duyarsız olabiliyorlardı? “Allah kahretsin... Yollarda bayılacağım, kimsenin aldırdığı yok...” diye söylendi. “Bir şeyler yapmalıyım. Yardım gerek. Kötüyüm... Çok kötüyüm, yardım gerek...” diye düşündü. O civarda oturan bir arkadaşını anımsadı. O mutlaka yardım ederdi. İçi umutla doldu. Karanlık sokaklara daldı. Buralarda bir yerde olmalıydı. Hangi sokaktı? Tam olarak anımsamıyordu. Kafasını dolduran sis, giderek yoğunlaşıyordu. Sendelemesi artmıştı. Yere yıkılmamak için direniyordu. Yumrukları sıkılmış, dişleri kenetlenmişti. Boncuk boncuk ter basmıştı bedenini. Buz gibi bir terdi bu. Sırtının ortasından beline doğru kayan damlacıklar üşütüyordu onu.

“Dayanmalıyım... dayanmalıyım...”

Bir meyhanenin önünden geçiyordu. Yere yarı yarıya gömülü pencerelerden kaldırıma soluk , sarı bir ışık dökülüyordu. Açılan kapıdan ağlamaklı bir müzikle beraber üç adam çıktı. Çakır keyiftiler; sallanıyorlardı. Onu görünce laf attılar; ama ne söylediklerini anlamadı. Kulaklarındaki uğultu artmıştı. Davul gümbürtüsü gibi bir ses de eklenmişti bu uğultuya...

Yanlış sokağa girdiğini fark etti. Bir başka sokağa saptı. Burası da değildi. Nereye gidecekti? Neredeydi? Bilemiyordu. Bu sokaklarda hep işyerleri vardı. Akşamın bu saatinde hepsi kapanmıştı. Sokak ıssız ve sessizdi. İki yanda yükselen binalar, kocaman taş yığınları gibi cansız ve suskundular. Sokak lambaları karanlığa yenik düşmüşlerdi. Yağmurun altında güçsüz titreşiyorlardı.

Umudunu yitirdi. Caddeyi bulsa, insanları bulsa belki kurtulurdu; ama cadde neredeydi? Beton bir ormanda yolunu, yönünü yitirmiş, şaşkın dolanıyordu. Ayakları kendiliğinden sürüklenen birer metal parçası gibiydi. Soğuk ve duyarsız... Kafasının içinde sürekli artan bir basınç vardı sanki... Ağrı, kulaklarından, gözlerinden fışkırıyordu. Gözleri kararıyor, dizleri titriyordu. Daha fazla dayanamayacağını anlamıştı. Bir, iki adım daha attı. İşte, görmüştü; cadde ilerdeydi.

Birden ayaklarının yerden kesildiğini hissetti. Düşüyordu... Kaldırıma, çamurların içine düşüyordu. “Mantom kirlenecek...” diye aklından geçti; sonra “Başımı vurmamalıyım” diye düşündü. “Tutunmalıyım... Bir yere tutunmalıyım...”

Şemsiye elinden fırladı. Kolları havada umutsuzca çırpındı; tutunacak bir yer aradı; ama bulamadı.Yere yığıldı; bayılmıştı. Yağmur, umursamadan yağıyordu.Yerde yatan kadının yüzü, saçları ıslanmış, çamurlanmıştı. Mantosu da... Ayakkabılarından biri ayağından fırlamıştı. Çıplak ayağı savunmasız ve utangaç yatıyordu çamurun içinde.

Sokağa giren sarhoş bir adam, sendeleyerek geldi; durup sigarasını yakmak istedi. O sırada yerde yatan kadını gördü. “Oho... Çekmiş kafayı, sızmış...” dedi.Eğildi, kadını ayağıyla itekledi. Çantasını çekip almak istedi. Kadının parmakları çantanın sapına sıkı sıkıya yapışmıştı. “Yo... Bak bu olmadı şekerim... Ya güzellikle verirsin, ya da yersin tokadı...”

Kadının buz kesmiş parmaklarını güçlükle ayırarak çekip aldı çantayı. Parmaklara baktı. Yüzük filan yoktu. “Eh! Bu da yeter bize...” dedi. Çantayı koltuğunun altına sıkıştırıp uzaklaştı. İki sokak ötede çantayı açtı, cüzdandaki paraları alıp çantayı yakındaki bir çöp kutusuna fırlattı. Sallana sallana uzaklaşıp karanlığa karıştı.

Kadın, bir süre daha kaldırımda, yağmurun altında yattı. Gelen geçen birkaç kişi suratlarını buruşturup kafa salladılar.

“Esrarı çekip çekip sızıyorlar...”

“ Ahlak çok kötüleşti birader...”

“ Sokak kadını herhalde... Sızmış...”

Gece, yarıyı geçmişti. Sarhoş bir sokak kadını, bir yandan sendeliyor, bir yandan kalın, çatallı sesiyle şarkı söylemeğe çalışıyordu.

“ Ben sevdim eller aldı...

Nay... Nay...Nay...

Eller aldı... eller...”

Ayağına takılan şemsiyeye küfretti; sonra yerde yatan kadını fark edince eğildi. “ Kalk kızım... Yatacak yer mi bulamadın? İçeceksen ağzından içeceksin, burnundan değil... Bu işin raconu böyle... Zom olacak ne vardı?” diye söylenerek yardım etmeğe çalıştı; ama kadının buz gibi ellerine değince ürperdi. Çekilip şöyle bir çevresine bakındı. Etrafta kimse yoktu. Yerde yatan kadını usulca itekledi. Kadın sırt üstü yuvarlandı. Bedeni külçe gibiydi.Yüzü bembeyazdı. Burnundan sızan kan, pıhtılaşmış, pul pul olmuştu. “Ölmüş galiba...” diye düşündü. Sarhoşluğu filan kalmamıştı. Başına bir bela açmaktan korkuyordu. Koşarak oradan uzaklaştı. Kalbi deli gibi çarpıyor, ayakları birbirine dolanıyordu. “Ya biri gördüyse...”

Panik içindeydi; sonra birden kadını çevirirken duyduğu iniltiyi anımsadı. Belli belirsiz bir sesti; ama anımsıyordu.Yanılmış olamazdı. O halde yaşıyordu kadın. Yaralı olmalıydı. “Keşke yardım etseydim...” diye düşündü.

Birden onu orada bıraktığı için pişman oldu. Durdu; geri döndü. Korka korka gelip kadının yanına çömeldi. Yerde yatan kadının boynuna elleşti. Sıcacıktı. Damarın belli belirsiz atışını parmak uçlarında duydu. “ Yaşıyor...” Sevindi. Hemen fırlayıp arka sokaktaki telefon kulübesine gitti. Karakola haber verdi. Kim olduğunu söylemedi tabii... “ Neme lazım; sonra benim başıma kalır. İşin yoksa karakolda sabahla, sorguya çekil...” Bu işleri bilirdi o.. Karakoldakiler de onu... En iyisi bulaşmamaktı.

Komiser, telefondaki telaşlı sesi, verilen adresi düşündü. Arayan, kimliğini vermemişti. Asılsız ihbarlar pek çoktu. Bir an ne yapması gerektiğini düşündü. Tarif edilen sokak çok yakındı. Bekçiye emir verdi. “Git, bir dolaş... bak bakalım, gerçekten yaralı biri var mı?”

Kadın, yavaş yavaş kendine geliyordu. Dipsiz, karanlık bir kuyudan döne döne yukarı çıkar gibiydi. Karanlığın içinde yıldızlar gördü. Yıldızlar dans ediyordu sanki; sonra birleştiler, tek ışık oldular. Gözlerini araladı. Az ilerde parlayan titrek sokak lambasını gördü. Bunun dışında her yer karanlıktı. Yağmur hâlâ yağıyordu. Yüzüne düşen damlalardan korunmak istedi. Başını çevirdi. Islak ve çamurlu kaldırımı, yağmur sularının derecikler yapıp aktığı sokağı gördü.

“Neredeyim? Burası neresi?” diye düşündü; sonra birden sokakta düşüşünü anımsadı. “Mantom kirlenmiş olmalı... Saçlarım da... Bayıldım galiba...diye düşündü. Kalkmaya çabaladı.Bedenine söz geçiremediğini o zaman fark etti. Kolunu kaldırmak istedi; olmadı. Ayağını oynatmaya çalıştı. Hayır, olmuyordu. Kolları, bacakları, tüm gövdesi ıslak, çamurlu bir çuval gibi kıpırtısız duruyordu. Dehşete düştü.

“Olamaz... Kalkmalıyım... Kalkmalıyım...”

Çabaladı; ama bedeninin tek bir hücresi bile kımıldamadı. Bağırmak istedi. Ağzını açtı; ama cılız bir iniltiden başka bir şey çıkmadı boğazından. Bedeni ona karşı direniyor, umursamaz bir tavırla yan gelip yatıyordu.

Korktu, çok korktu. Biraz daha çabaladı; ama boşunaydı.Umutsuzca kendisini bıraktı. Gözlerinden ılık yaşlar süzülüyor, yağmura karışıyordu. Kafasını dolduran bulut henüz dağılmamıştı. Bir an sokakta olduğunu unuttu. Kocasıyla sofrada rakı kadehlerini tokuşturuyorlardı. O gece suratı asıktı kocasının. Sigaranın birini söndürüp birini yakıyor, hemen hiç konuşmuyordu; sonra birden “İflas ettik...”dedi. Çok korktu kadın. Kadeh, parmaklarının arasından kayıp sofraya düştü. Rakı, süt beyazı masa örtüsü üzerinde giderek büyüyen ıslak bir leke oluşturuyordu. “Rakı leke yapar mı?” diye sordu kocasına; sonra kalkıp acele bir bez aldı; masa örtüsünü silmeye başladı.

“İflastan daha mı önemli masa örtüsü?” Kocası şaşkın şaşkın bakıyordu.

Bulut, tekrar yoğunlaşıyor, kocası, masa örtüsü kayboluyordu. Zil çalıyordu acı acı... Kapının zili miydi, telefon mu? Hangisine koşacağını bilemedi; sonra yine korktu birden. Haciz memurları mı gelmişti yoksa? Her şeyi götürüyorlardı işte... Mavi kadife koltukları, kristal kül tablalarını, sevdiği, üzerine titrediği ne varsa hepsini... Arkalarından bağırmak istedi, bağıramadı. Birinin parmaklarını zorla açıp çantasını aldığını farketti. “Çantama haciz koyamazsınız... O benim param... İşe girdim, ben kazandım onu...” diye bağırmak istedi; başaramadı.

Bulutlar tekrar aralanmıştı. Yüzüne çarpan yağmur taneleri gözlerine, burun deliklerine giriyor, onu rahatsız ediyordu. “Burada biraz daha yatarsam üşüteceğim” diye düşündü.Oysa soğuğu hissetmiyordu bile. Bedeni ölü bir balık gibi kıvrılmış, yatıyordu.

“Ölü bir balık...”

Bulutların arasında kocasını gördü yeniden. Morarmış yüzü, şişmiş gövdesi ile mermer bir masanın üzerinde yatıyordu. “Tanıdınız mı?” diye sordular. Yirmi yıllık kocasını tanımaz mıydı? İflastan, hacizden sonra kayıplara karışmıştı. İlk kez bir kadınla kaçmış olmasını dilemişti.. Kıskanmamış, istemişti bunu. “Yeter ki...” İşte korktuğu başına gelmişti. Ölü bir balık gibi yatıyordu orada.

“Ölü bir balık gibi...”

Bulutlar arasında uçuyor gibiydi; sonra kendisini gördü. Sekiz yaşındaydı. Kıyıya vuran dalgalarla oynaşıyordu. Dalganın her gelişinde sevinçle kahkahalar atıyor, köpük köpük suların önce parmaklarına; sonra ayak bileklerine kadar saldırmasını neşeyle izliyordu. Birden dalgaların kıyıya fırlattığı balığı gördü. Çığlıklar atarak onu yakalamaya koştu. Ölü bir balıktı bu. Islak kumun üzerinde kımıltısız yatıyordu. Nasıl da yalnız ve çaresizdi. Çok üzüldü. Ağlamaya başladı. Balığı kuyruğundan tutup kaldırdı. Dalgaların ulaşamayacağı bir yere götürüp kuma gömdü. “Burası senin mezarın olsun...”dedi. Üzerine bir midye kabuğu koydu.

Bulutlar bir dağılıp bir toplanıyordu. Yeniden karanlık doluşmuştu bulutların arasından. Görüntüler kaybolmuştu.Yalnız bir ses vardı kulaklarında... Kendi sesiydi bu. “ Ben balık yemem...” diye haykırıp ağlıyordu. Annesinin sesini de duyuyordu ; ama ne söylediğini anlayamıyordu. Yeniden karanlık bir boşlukta yuvarlanıyordu. Uzakta bir yerde ışık gördü. Birden artan, gözlerini kamaştıran bir ışık...

Bekçi, “Kimliği yok Komiserim...” diyordu.

“ Esrarı çekip yığılmış olmalı... Bu civarda bunun gibileri öyle çok ki...”

Işığın içinden gelen bu sesleri anlamıyordu. Kimdi bunlar? Neler söylüyorlardı?

Doktor ve hemşire, giysilerini çıkartıyor, kollarına, bacaklarına bir şeyler takıyorlardı; ama o hiç birini hissetmiyordu. Yalnızca utanıyordu çıplaklığından.

Doktor “Beyin kanaması... Felç...” diyordu.

Kimdi bu sözünü ettikleri? Kendisi olamazdı. O, ütü yapıyordu. Kocasının gömleklerini ütülüyordu. Mutfaktan zeytinyağlı dolmanın kokusu geliyordu. Kocası çok severdi dolmayı... Temiz, ütülü gömlekler giymeyi de severdi. Acele etmeliydi. Dalgalar, ayaklarına çarpıp duruyordu; ama sevinemiyordu artık. Koskoca bir kadındı o ve deniz çok karanlıktı. Ölü bir balık geliyordu üzerine. Kocasıydı bu... Hayır, kocası değildi... Kendisiydi... Köpüklerin savrulduğu kumsalda kımıltısız yatan kendisiydi. “ Ölü bir balık olmak istemiyorum” diye bağırmak istedi. Koca bir dalga gelip ağzına burnuna doldu, sesini boğdu; sonra bedenini denize çekti hızla... Yosunlar saçlarına dolandı. Karanlık sular üstünü kapladı.

 
Toplam blog
: 26
: 898
Kayıt tarihi
: 03.12.08
 
 

1946 yılında doğan ve tıp doktoru olarak Türkiye ve Almanya’da çalışan Gülseren Engin’in ilk öyküsü ..