Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Ekim '09

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Ölüm ile yaşam arasında...

Ölüm ile yaşam arasında...
 

Kan...
Kan...
Kan istiyorum sadece...

Uzun sonu gelmeyecekmiş bir koridorda koşturuyorum. Adımlarımla hiçbir yere varamayacağım duygusuyla koridordaki yazıları okuyor, yanlış bir adımın ölüm ile yaşam arasındaki çizgiye sebep olacağının ağırlığında, ayaklarımın dermansız kaldığını hissederek ilerliyorum. Kan istiyorum sadece...

Ölüm ile yaşam arasında ince bir çizgi var mıydı gerçekten? Bu lanet olası yerde birileri ölürken, birileri de doğuyor. Kısır döngü böyle mi yürüyordu? Soruların manası için vaktim yok! Devam etmeliyim.

"Kan bankası nerede?"

"Koridorun sonunda, sağda."

İlerle!!! Daha çabuk olmalıyım. Sonunda ulaşabildim nihayet.

"Kan istiyorum sadece..."

"Kan grubunu biliyor musunuz hastanın?"

"O RH+"

"Nerden biliyorsunuz? Hastanın kan kartı?"

"Yok ama biliyorum. Lütfen sadece kan istiyorum. Kan sadece..."

"Herkes istiyor! Yarım saat sonra gelin"

Yarım saat... Çok uzun... Böyle zamanlar için çok uzun. Başka zamanlar için çok kısa. Koridorda yarım saat yürümüş olmalıyım. Yok 10 dk belki. Allah'ım deliriyorum sanki.

Sakin olmalıyım. Herşey iyi olacak ama sen iyi olmalısın şu an için. Şu an karamsarlığın hiç sırası ve yeri değil. Burada herkes karamsar. Yüzü gülenler de var belki ama karamsarlar daha çoğunlukta. Herşey iyi olacak inan buna.

Sen ve Polyannacılık. Hiç yakışmıyorsunuz birbirinize.

Şimdilik istediğim en son şey onun iyi olması tamam mı? Bu yüzden beni rahat bırak! Biliyorum ama güçlü olmam gerek. Şimdi kaybol buradan.

"Kan isteyen bir bayan vardı."

"Buradayım."

"Kan grubu doğruymuş. Ama yine de emin olmalıydık."

"Anlıyorum. Ama benim de acelem var. Diğer herkes gibi."

"İşinizi gördükten sonra kan vermelisiniz. Ama yemek yemediyseniz yemek yiyin lütfen!"

Kan alıyorum kan mı vermeliyim? Ve yemek yemek? Su bile içmedim şimdiye kadar. Gerçekten ne zamandan beri bu haldeyim? Anlayamıyorum. Acele etmeliyim.

Yine uzun koridordayım. Nereye ulaşacağımı biliyor bu sefer ayaklarım. Sanki biraz gücü yerine gelmiş kana sahip olmanın rahatlığı belki de. Ne rahatlığı yahu? Saçmalıyorum. Saçmalayacak vaktin yok! Biliyorum. Sen hala burda mısın?...

Neden böyle bakıyorsunuz yüzüme? Teselli veren bakışlarınızı göremiyorum. Bu insanlar elimde kan torbası taşıdığım için acıyarak bakıyor bana. Teselli verin bana olan bakışlarınız "O iyi olacak" olmalı ama siz... O pes etmeyecek ben burdayken ben yaşıyorken olmaz. Anlıyor musunuz? Bu insanlar bana acıyarak bakmaktan vaz geçmeli. Ve kan...

Çok soğuk. Elim zaten soğuktu ve şimdi daha da soğuk... İnsan damarlarındaki hayati sıvı. Damarlardaki hayatında sıcak ama şimdi buz gibi nerdeyse. Neden bu kadar önemlisin? Kana karşılık kan. Kan bağışı yapılmalı ama bu şekilde mi? Zaten düşündüğüm ama hep ertelediğim bir şeydi kan bağışı. Bu şekilde olması gerekli miydi sanki?

Kana karşılık kan. Birden fazla gerekirse... Hepsini alabilirler o zaman. O iyi olacak.

"Hemşire hanım kanı aldım."

"Bekleyin geliyorum."

Hep bekliyoruz. Şu lanet yerden nefret ediyorum. Koridorlar eskisi gibi kokmuyor. Ama yine de ölüm kokusunu hissedebiliyorum. Doğanlar için sevinenler, ölüsüne ağlayan insanlar. Kısır döngü buydu. Peki ya yaşam ile ölüm arasındaki ince çizgi neydi ve buradan başka neredeydi?

"Doktor yok! Ama kanı vereceğiz. Bu bitmeden yenisini almalısınız."

"Peki."

Sessiz bir kabulleniş. Hastayı izliyor gözlerim. Başka birinin kanı yeni sahibine alışmaya çalışırken sahibine acı veriyor. Terliyor. Siliyorum terlerini. Gözleri açılmalı. Bana bakmalı.

Doktor nerede? Önemli bir şey olsa... Nasıl ulaşacağım? Burası lanet bir hastane ve bir sürü doktor ve hemşire var. Ya ne demezsin ama...

Kan bankası...

Biraz tuhaf geliyor ismi. Kan yaşam demek banka ticaret şekli.

"Kan istiyorum sadece..."

"İkinciyi de istediler mi?"

"Evet."

"Bekleyin."

Gözleri açılmış, bana bakıyor ve ve terlemiyor. Mırıltı şeklinde "Üşüdüm." diyor. Üzerini örtüyorum ve gülümsediğimi hissediyorum. İyi olacağını biliyordum.

Biliyordum...

"Eşiniz mi?"

"Hayır babam."

Acaba yaşlandım mı? O kadar kötü müyüm?

Saat kaç olmuştu da konuşur hale gelmiştik bilemiyorum. Bana çok uzunmuş geliyor. Dışarı çıkmam için uyarıyor. İyim diye telkin ediyor. Su içmediğimi söylüyor.

Tüm bunları nasıl anlıyor?

Açık havadayım. Güneş bazen bulutların arkasından bir gözüküp bir kayboluyor ama ben yağmur kokusunu hissedebiliyorum. Yağmur yağacak!

Hafif rüzgar esiyor ama ben üşüyorum sanki. Ya da tüm bu koşuşturmalardan sonra bana öyle geliyor. Camlarda bana benzeyen birini gördüm. Aslında kendime bir yabancı gibi bakıyordum. Yaşlandım mı? Tekrar sordum bu soruyu. Babamı eşim sanmışlardı.

Yo... Yaşlanmamıştım. Beyaz bir tel saçım bile yoktu. Biraz yorgun ve bezgin bakıyordu gözlerim. Ama onun dışında bendim kendime yabancı hissettiğim. Su içmediğimi nerden anladığını anlamıştım. Dudaklarım çatlamıştı. Su aldım ve hiç su içmemiş gibi hepsini tek seferde içtim. Ama yinede susuz hissediyordum kendimi. Yağmur yağmalıydı.

Ama yağmur yağacak.

"Bu havada mı?"
"Evet."
"Nasılsın?"
"İyi. Sen?"
"Sonuçları bekliyorum."
"Güneşe oturmuşsun."
"Sanırım üşüdüm."
"Güneşlenmek için iyi bir yer."
"Galiba haklısın ama şansız olduğum için güneş bazen kendini bulutun arkasında unutuveriyor."
"Ben daha şanssızım sanırım senden. Çünkü devamlı ilk kar yağdığında düşerim."
"Yo... Benden daha şanslısındır en azından. Ben şeytanın bacağını bir türlü kıramadım."
"Neden böyle düşünüyorsun?"
"Hımm... Mesela bir kuyruktayım çok sıra var ve bana gelince illa bir şey olur ya bilgisayar arıza yapar ya öğlen molası verirler. Muhakkak bir şey olur."
"En azından burada ölme sırası beklemiyorsun."
"Azrail hep ölmek istemeyenleri bulur. Beni bulmaz ölmek istiyorum diye."
"..."
"Yo... Öyle bakma ben konuşurum böyle.”
"Şu adama bak!"
"Hey benden daha deliymiş. Ben de deneyeyim bunu."
"Yol varken oraya tırmanmanın ne mantığı var?"
"Galiba haklısın ama kestirme bir yol yine de.”
"Burada güneşlensek..."
"Güneş kremim evde kalmış." Diyor ve gülümsüyorum.
"Şu adamın hem çocuğu var hemde bizi kesip duruyor."
"Hangisi?"
"İşte şuradaki."
"Öküz de ondan."
"Aslında güneşlensek ben buna oyun ederdim ama burada güneşlenmeye kalksan hastanedekiler bizi izler. Şezlong diye sedyelerden bir tanesini alır, uzanır ve bu öküzden sırtımı kremlemesini isterdim. Tabi kremleyemeyecek. Çünkü bayılır bu salak. Ondan sonra gazetelerdeyiz. Biz sadece güneşleniyorduk, sırtımızı kremlememizi istedik ve bir de baktık ki yerde..."
"..."
"Ne? Yalan mı?"
"Sen hayatla barışık bir insansın, dolusun. İnsanları etkilemeyi başarıyorsun. Sevgilin var mı?"
"..."
"Gerçekten bir sevgilin yok mu? Yalan söylemiyorsun değil mi? Senin gibi birinin nasıl sevgilisi olmaz?"
"Vardı 3 yıl sürdü ve kaybettim. Şimdi de istemiyorum."
"Yağmur yağacaktı hani?"
"Yağacak ben yağmur istediysem muhakkak yağar. Yağmur kokusu var."
"Yağmazsa yalancısın demek!"
"Bu gün yağmazsa yarın yağar ama muhakkak yağar."
"Sence ben nasılım? İnsanlar bana genelde sert olduğumu söylerler."
"Bence değilsin. Açık sözlüsün. Düşüncelerini rahatça söylüyorsun. Böyle insanları severim."
"Sağol."
"Sen de sağol. Muhabbet için demek istedim."
"Keşke boyum seninki kadar olsaydı."
"Vereyim. Senin olsun."
"Olur hayır demem."
"..."
"Hoşçakal"

Ayrılmıştım muhabbet ettiğim kızdan. Tekrar hastamın yanına dönmeliydim. Biliyordum.

Yürürken tekrar yansımama baktım. İyim diye düşündüm. Yani yaşlanmamıştım. İyim. Biliyordum.

Yağmur damlalarını farkettim yere düşen. Ve ben hastanenin kapısından içeri giriyorken biliyordum dedim.

Biliyordum. "Yağmur buraya tekrar gelir."

 
Toplam blog
: 128
: 1145
Kayıt tarihi
: 23.11.07
 
 

Herkes gibi yazar, çizerim. Dünyamı boyarım hepsi bu!..