Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

10 Haziran '14

 
Kategori
Öykü
 

Ölümle ilk karşılaşma

Ölümle ilk karşılaşma
 

Biraz anı, biraz hayal ama ölüm gerçek...


Elif Naz bir gece ansızın uyandı, oda loş vakit gece yarısı idi. Zaman, Haziran başı gibi hastalandığı yılın, Eylül ortası.

Yer; Torosların üstünde, yazları Çukurova’nın yakıcı sıcağından kaçılan, çok ünlü bir yayla.
Elif Naz’ın ailesin de bu yaylada bir evi vardı ve bu yaylayı Elif Naz ilerleyen zamanlarda hep mutlu olduğu, ya da karakterinin şekillendiği yer olarak tanımlayacaktı. Yaz başında geçirdiği ölümcül hastalıktan sonra annesi onu yakın takibe aldığından az ilerisinde yatıyor, geceleri uyanıp üstünü açıp açmadığını kontrol ediyordu. Evin üst katında bir tadilat olduğundan, Naz alt katta büyükçe bir odada, büyükannesi, annesi ile birlikte uyuyordu. Elif Naz ne olduğunu anlamaya çalışırken, annesine gözü takıldı, annesi ağlıyordu.

Kalkıp yatağında oturdu, üstünde beyaz zemin üstünde çiçekli geceliğiyle annesi ona çok güzel görünüyordu. Gözlerinde yaş, çaresiz Naz’a baktı. Babaanne çok hasta kızım ama iyi olacak sen sakın korkma dedi.

Yan taraftaki odalardan birinde uyuyan büyük babamı uyandırmak konusunda kararsız görünüyor, yavaşça babaanneme seslenerek onun rahatsızlığının çok ciddi olmadığına kendine inandırmaya çalışıyordu. Nesi var diye sordu yavaşça Elif Naz, olduğu yerden sadece babaannesinin uyuduğunu görüyordu, nefes aldığına da emindi, hırıltılı bir ses çıkardığını duyuyordu çünkü. Annesi çaresiz elini iki yana açıp bilmiyorum ki dedi, sanki felç olmuş gibi. Annem henüz çok gençti ve ne yapacağı konusunda kararsızdı.

Babam hafta, sonları gelir, hafta içinde çalışmaya devam ederdi, o yüzden evde değildi. Annem nihayet o şaşkın görünümünden sıyrılıp, kapıya yöneldi, dedemi uyandırmaya gidiyordu.

Yayla da Eylül ayı oldukça soğuk olurdu zaten ama o esnada sanki daha soğuk bir hava esiyordu odada, Naz bunu net hissediyordu. O çıkınca Elif Naz yavaşça yere indi, çıplak ayakları ile ses çıkarmamaya çalışarak babaannesinin yatağının başına gitti.

Uyuyor gibiydi, gözü kapalıydı ama huzurlu bir uyuma olmadığı çok belli idi. Hırıltı sesle ile nefes alıyor ve canı yanıyormuş gibi inliyordu. Babaannesine dikkatle baktı, o çok güzel bir kadın olması ile anılırdı. O tarihte altmış yaş civarında olmasına rağmen siyah saçlarında hemen hemen hiç ak yoktu, teni pürüzsüz bir mermer gibiydi, bedeni hala inceydi.

Elif Naz ilk kez ona acıdığını hissetti. Beyaz dantelli yastığın üstünde dağılan saçlarının bir kısmını eliyle yukarı aldı, sanki biraz çırpınmış, yakası kaymıştı, dudakları ve elleri de sıkılmıştı. Kendince ninesinin yakasını da kapamaya çalıştı. Bunları her zaman o gece, o loşlukta gördüğü gibi hatırlayacaktı. O esnada içeriye telaşla dedesi girdi, emekli bir memur olan dedesi heybetli bir adamdı, ender güler, az konuşur ve çevreden çok saygı görürdü. Emekli olduktan sonra açtığı dükkânda çalışır, ev de olduğu zamanlarda da kendi odasında olurdu. Sürekli okuyan, dindar biriydi. İçeri girer girmez babaannemin yanına doğru gitti ve yatağın yanında kalakaldı.

Ablana haber verelim kızım, hastaneye yetiştirmemiz lazım, dediğini duydu Naz, dedesinin sesinde umutsuzluk vardı. O esnada elini hareket ettirmeye çalıştığı eşinin yüzüne büyük bir üzüntüyle baktığını da gördü. İki halası vardı Elif Naz’ın, büyük halası da o tarihte yaylada idi, onların arabası vardı ve o yıllarda herkesin arabası olmazdı. Haberi alan, hala da kısa süre sonra ağlayan bir yüzle odada ki yerini aldı, durum değerlendirildi ve hemen hazırlık başladı.

Babaannemle birlikte annemin de hastaneye gitmesine karar verildi, halam ise kalacak ve evi toplayarak ertesi gün bizimle birlikte o da dönecekti, zaten babaannem hastalanmasa bir hafta sonra dönecek olduğumuzdan ev dönüşe aşağı yukarı hazırdı. Annem ve halam hem ağlıyor hem hazırlanıyorlardı. Babaannem onlara göre felç geçiriyordu, öyle düşünüyorlardı.

Sonunda babaannemi arabaya taşımak için harekete geçtiler, onu sarsmamaya çalışarak arabaya götürdüklerinde sabah ezanı okunmaya başlamıştı. Evin bahçesinde adalya tabir edilen çok büyük ve çok güzel çiçekler açmıştı. Her yerde kocaman papatyalar vardı. Evin bahçesinin bittiği yerde küçücük bir dere akar ve o dereye kenardaki söğüt ağaçlarının dalları sarkardı. Naz o derenin kenarından hemen hiç ayrılmaz bazen suyun içinde kenardaki meyve ağaçlarından düşen mürdüm eriklerini alırdı ki, bunu hep hatırlayacaktı. Annesi apar topar çıkarken kapıda duran Naz’ı gördü.

Bir an orada kalıp baktı, abla izninle Nazlıyı götüreceğim, bir şey olursa babası bizi hiç affetmez biliyorsun dedi.

Nedense annesi ona hep Nazlı derdi ve hep öyle demeye de devam edecekti.

Halam başını olur anlamında sallayıp, içeri doğru baktı, babaannemin eğirilmiş yünle örülmüş beyaz kocaman bir yün şalını divandan alıp geldi. Elif Naz ı ona sarp, akıllı kuzum benim sakın üzülme, nine iyileşecek olur mu, deyip kucağında koşturdu. Ayakkabım diyen Naz’ın ayakkabısı da getirildi ve kucağında bebeği, beyaz yün şala sarılı diğerleri ile birlikte yola çıktı. Çok virajlı, sıkıntılı bir yolculuk sonrası üç saat kadar sonra hastanenin kapısına varılmıştı.

Bir hafta kadar sonra babaanne eve getirildi. Durumu ümitsizdi. Yüksek şekere bağlı bir beyin kanaması geçirmişti ve ameliyat edilemeyeceği sonucuna varılmıştı. Hastanede yapılacak bir şey olmadığı için de, evdeydi artık. Kimse pek konuşmuyor, mutlak bir ölüm bekleniyordu. Babaannemin hastaneden eve getirilişin üçüncü günüydü. Vakit bir öğleden sonra, babaanne aşağı katta kendi odasında yatıyor, annesi ve Elif Naz onun yanında bekliyordu. Babası ve halası gece uykusuz kaldıklarından yukarıda uyuyor kardeşleri ise sokak da oynuyordu. Büyükbaba ilaç almaya çıkmıştı. Annesi bir ara, divan da dalar gibi oldu, hava çok sıcaktı ve o da çok yorgundu. Bir haftadır doğru düzgün, uyumamıştı.

Elif Naz babaannesinin yüzüne bakıyor bir şey isterse annesine haber için hazır bekliyordu. O süreci başından beri adım adım izlemiş ve hiç tepki vermemişti. Babaannesini sevip sevmediği konusunda kararsızdı. Babaannesi, otoriter, güzel ve mesafeli bir kadındı. O daha çok kendi adını taşıyan Elif Naz’ın ablası ile ilgilenir, onunla meşgul olurdu.

Elif’i kendisine çok benzetmelerinden olsa gerek bazen, yanına çağırır uzun uzun bakardı. Elif o anlarda babaannesinin gözlerinin dolduğunu hissederdi, yavaşça onu kendine çeker, kaderin benzemesin, kaderin benzemesin derdi. Bunu birkaç kez duyduğunu hatırlayacaktı. O sözlerinin nedenini anlamasına ise daha epey zaman vardı. Naz bunları düşünürken, birden babaannesinde bir hareket sezdi, gözleri kapalıydı hala, ama ayak kısmın da, titreme benzeri bir kıpırtı vardı, annesine seslenmek üzere iken sustu ve gördü ki, o hareket eline kadar varmıştı. Eli azıcık hareket eder gibi oldu, parmağının birini yavaşça havaya kaldırmaya çalıştı, sanki dua okur gibi sessiz dudakları kıpırdadı ve başı yana hafifçe kaydı. Bu ne kadar sürdü, bunu hiçbir zaman bilemedi, bazen o süre ona çok uzun, bazen de, kısaymış gibi geldi. Bir süre sessizce oturup, öylece izledi. O süreyi de sonra hatırlamayacaktı, ev çok sessizdi, dünya çok sessizdi o an, fırtına öncesi bir sessizlik gibi.

Sonra birden annesine döndü ve gayet sakin, anne uyan artık dedi, babaannem öldü. Bu onun hayatının başında yaşadığı ve asla unutamadığı bir anı olmaktan çok öte, ölümle ilk karşılaşmasıydı. Geçen zamanda ölüm acısından kötü acılarla da tanışacaktı.


 ………………………………..


 Prof. Dr. Nazan Apaydın Demir

 02.10.2013

 
Toplam blog
: 130
: 1375
Kayıt tarihi
: 08.04.14
 
 

Muğla Üniversitesinde Prof. Dr. olarak çalışmaktayım. Kozmetik Ürünler Uygulama ve Araştırma Merkez..