Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Haziran '14

 
Kategori
Ben Bildiriyorum
 

Ölümle karşılaşma

SOMA

Sevgili okurlarım, hevesle başladığım yazılarımı iç huzuruyla kalem ve kağıtla buluşturmanın sevincindeydim. Tekrar yazma cesaretiyle dopdoluydum. Ne var ki; 13 Mayıs 2014 Salı günü Soma’da yaşanan Kömür Madeni’ndeki felaket beni adeta elsiz ayaksız olmanın yanı sıra, ruhumu da, soluğumu da nefessiz bıraktı. Olduğum yere mıhlanarak dakika dakika televizyonun başında mahşer yerine dönüşen o korkunç manzaranın katliam anları, beni insanlığımdan utandıracak hale soktu. Çünkü bu bir cinayetti… Buna kaza diye isim takmak olayı hafifletiyordu.

Yazılarıma devam edebilmek için, kendimi toparlamam mümkün değildi. Ruhum yorgun, elim suskun, kalbim paramparça… Böyle durumda insan olmanın değersizleştirildiği kareleri izlemek ise, işkencenin başka bir yüzü olarak ekrandan size geri dönüyor. Çaresizlik içinde koşuşturan, yakınlarının sağ olup olmadığı telaşı içinde sevdiklerini bulabilmek için yarışan, oradan oraya savrulan insan manzaraları… Ne kadar acı.

13 Mayıs 2014 Türkiye’sinde, ilkelliğin, vurdumduymazlığın, insanlığın yok olduğu anları yaşıyorduk… İlk anda madende 783 işçinin olduğu ve 282 kişinin de öldüğü açıklanıyor. Ama bu rakamlar insanlardan saklanarak örtbas ediliyor. Birebir bu vahşetin içinde bulunan insanların anlattıkları ile bağdaşmıyor. Yerin dibinde üst üste yığılmış cansız işçilerden her nedense yetkililer bu dehşet manzarayı saklıyorlar. Rakamlar, ölenlerin 301’e ulaştığını, ihmal olmadığını gösteriyor. Olağan bir olaymış gibi üstü kapatılarak bu; “maden işçiliğinin zaten fıtratında vardır” diyebilen bir zihniyetle nereye varabiliriz?

Asırlar öncesinden, 1800’lü yıllardan, geçmiş zamana dayanarak, yaşadıklarımızın bu yüzyıla taşınması ve örnek olarak gösterilmesi ki; trajedinin başka bir boyutu… 2014 Türkiye’sinde insanlarımızı böylesi kandırarak halkı ahmak ve akılsız göstermeye çalışması yanında, acizliğinin başka bir örneği de; gülünç bir duruma düştüğünün hala farkında olmayışıdır… Üzülerek söylüyorum; acaba kendisi hala 1800’lü yıllarda yaşadığını mı düşünüyor? Yoksa, diktatörlüğünün hüküm sürdüğü yıllarda olduğunu mu hayal ediyor… 1800’lü yıllar, ancak kitapların sayfalarında engizisyon yıllarını anlatan, mutlak diktatörlüğünün yaşandığı yıllara dayanarak insana dair yaşanmış hikayelerden ibarettir.

Bu yüzyılda, geçmişi anlatıp örnek olarak göstermek, hangi mantık süzgecinden geçebilir? Sadece kendine ait ders çıkartabilmene yararlı olacaktır, ülkenin insanına değil! Bu sadece senin düşünce yapına yardımcı olabilir. Anlattığından ders alabildiysen eğer… Bu geçmişin karanlığında yok olan hikaye ile ancak, kendine çekidüzen verebilmene yararlı olabilirsin. İnsanları kandırmana gerek yok!

Sevgili okurlarım, insan hayatı bu kadar ucuz ve önemsiz hale gelebiliyorsa, geriye söylenecek her cümle anlamını yitirip yok oluyor. Zaman ilerledikçe, olayın dehşet anları geride kalırken, her şey olup bittikten sonra acının yarattığı yalnızlık ile artık baş başa kalıyorsun ve esas trajedi işte o zaman başlıyor.

Olayın sıcak günleri bittiğinde, her günün sonunda yorgunluktan bitap düşmüş halde evine ulaşıp, eşin kapıyı çaldığında onunla kucaklaşarak “hoş geldin” diyemiyorsan işte o zaman hüznün, acının, hasretin pençesine düşmüş olmanın gerçeği ile yüz yüze kalırsın. İşte o anlar en zor anlardır.

Yüzüne çarpan yalnızlığınla artık başbaşasın. Çocuklarına hüznünü belli etmeden acını yüreğine gömüp, başka bir boyuta geçmenin gerekli olduğunu hissettiğinde, çocuklarına hem anne, hem baba olma içgüdüsü devreye girer. Bu noktada, her iki omzuna da taşıyabileceğinden büyük bir yük biner ve sen üstesinden gelebilmek için mücadeleni onurla sürdürmeye devam etmek zorunda kalırsın. Bundan sonra hem anne, hem de babasın artık. Biliyorum çok zor bir görevdir bu, acını saklayıp, çocuklarına güler yüzünle bakmak ayrı bir hüzün tablosudur. Ama ne yazık ki gerçeklerin önüne istesen de geçemezsin. Bu, senin kaderindir artık.

Olaya çocuklar açısından baktığında, daha da hüzün, hasret duyularak ve her an baba eve dönecekmiş gibi bekleyişlerse hayallerini her geçen günün sonunda giderek azalan umut çöküşlerine bırakır. Ama yine çocuk aklı ile babanın her an gelebileceğini düşünerek bekleyişini sürdürür. Ben bu anları 3 yaşımda yaşadım, biliyorum. O günleri hala çok net hatırlayabiliyorum. Babam kalp krizinden ölmüştü, uzun bir yatak dönemi geçirmeden aniden, bir anda kaybetmiştik onu. O çocuk aklımla annemin, anneannemin bana; “babam nerede” diye onlara her soruşumda, her defasında “seyahate gitti, dönecek” der, çarçabuk yanımdan uzaklaşırlardı, bense onları artık daha fazla üzmemek için sormamaya gayret gösterirdim. Yine de kapı önünde akşamüzerleri geleceğini umduğum babamı sessizce bekler dururdum. Ta ki aklım erdiğinde, ölüm kelimesinin ne anlama geldiğini öğrendiğimde artık anlıyordum ki; ölüm, dönüşü olmayan uzun bir yolculuktu.

Yaşadığımız Soma faciasında yitip giden babaların çocuklarını düşündüm. İlk önce onlar geldi gözümün önüne, büyük olanlarının yüzlerinde acının yüreklerini delip geçtiğini, her teselli sözcüğünün anlamsızlaştığını, o yürekteki kor alevinin daha da körükleyerek büyüdükçe büyüyeceğini ekrandan izliyordum. Ama orada küçücük bebekler de vardı, ana kucağında henüz, baba figürünü anlayamayacakları kadar küçükler. Kim bilir, o küçücük beyinler, o anda yaşanan felaketi, oradan oraya koşuşan insanları, feryatları, ağıtları, çırpınışları, umarsız seyredişlerinden geriye beyinlerinde silik bir film karesi kalacak. O acı tortu, büyüdüklerinde acaba beyinlerinin hangi köşesine yerleşir, hiç düşündünüz mü? Esas yangın işte o zaman başlayacaktır.

Rakamlar, 433 çocuğun yetim kaldığını söylüyor. İçimdeki ses, bu sonuca inanmak istemiyor, isyan ediyor. Bu 433 çocuğun yüreğine dokunabildiniz mi? Onlara hangi dille anlatacaksınız bu felaketi? Yaradana sığınarak kaderleri böyle yazılmış mı diyeceksiniz, soruyorum! Her birine sarılarak göstermelik “seyahate gitti” sözcüklerini sıralayarak mı yüreklerine dokunacaksınız? İnsan olmanın erdemini bu kadar unutabilmenize yüreğim inanmak istemiyor.

1921’de, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Atatürk’ümüz tarafından, maden işçilerinin 19 yaşında olması maddesi çıkarılmış ve günümüze kadar bu yasa sürdürülmüştür. Bu yasaya 8 saatten fazla çalışamaz maddesi de eklenmiştir. Ayrıca işçilere soyunma odaları ve hamam yapılması mecburiyeti getirilmiştir. İlkokul, hastane, mescit yapılması da 1921 yılında bu yasaya eklenmiştir. Şimdi soruyorum; yukarıda yazılanların 2014 Türkiye’sinde devam ettiğini ve Soma Maden İşletmesi’nde bu yasaların uygulandığını söyleyebilir misiniz? Sığınma odalarının olduğunu söyleyebilir misiniz?

Bu ölümlerin kader, çocukların babasız kalmasının bir yazgı olmaması için bunu ancak medeni ülkelerin uyguladığı yasalarla başarabiliriz. “Can” alınan veya satılan bir meta değildir, Tanrı’nın yarattığı yüce bir varlıktır. Parantezi kapatmadan şunu eklemek isterim; medeni ülkelerde uygulanan ve olmazsa olmaz denetim ve iş güvenliğini örnek alıp, işçilerimizin yaşam güvencesi için yeni düzenlemeler yapmadığımız sürece bu tip felaketlerden kurtulmamız mümkün olmayacaktır.

 
Toplam blog
: 17
: 359
Kayıt tarihi
: 19.06.14
 
 

Ertelenmiş Hayatlar kitabının yazarı; Ela Ülger ..