Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Ağustos '11

 
Kategori
Öykü
 

Ölümlü bir öykü

Ölümlü bir öykü
 

Ayvalık Şeytan Sofrası güneşin batışı


“Peygamber gibi adam” derdi kasabadaki herkes onun için. Ve bu sıfata layık görüldüğünde daha kırk bile değildi yaşı. Fakat o karakteriyle, yaşantısıyla gerçekten de fazlasıyla hak ediyordu bu sıfatı.

Mevlana’nın dediği gibi; “Yaratılanı severim, Yaradandan ötürü.” misali herkesi severdi, hatta kendisini sevmeyenleri bile. Kalbinde zerre kadar bir kötülük taşımazdı. Zaten bu kadar sevgiyle dolu bir kalpte kötülüğe yer kalır mıydı hiç. Daima güler yüzlü, tatlı dilliydi. Daha hiç kimse ağzından kötü bir söz çıktığına, suratının asık olduğuna tanıklık etmemişti. İhtiyacı olanın, darda kalanın, elinden geldiğince yardımına koşar, derman olmaya çalışırdı. İhtiyarların gönlünü alır, çocukları sevindirirdi. İşte böylesine iyi bir insandı Yusuf. Aslında çok zor bir hayatı olmuştu Yusuf’un. Çok kötülük görmüştü hayatı boyunca.

Başta en büyük kötülüğü anne ve babası yapmıştı ona, daha minicik bir bebekken yetimhaneye terk ederek onu. Sonra körpecik bir genç iken sevdiği kızın ihanetine uğramıştı. Yakın arkadaşlarından biriyle ortak bir iş kurmuş, o arkadaşı da Yusuf’un iyi niyetinden, saflığından yararlanıp sürekli kandırmıştı onu. Mahalle bakkalı Rüstem Efendi veresiyeleri bir kalem marifetiyle şişirip az soymamıştı Yusuf’u. Sonra bir ara yanında çalıştığı kasabanın en zengin adamlarından Metin Bey sigorta yaptıracağım diye söz verdiği halde tam iki yıl oyalayarak o da katılmıştı Yusuf’un hakkını yiyenler arasına. Kasabanın belediye başkanı bile seçim zamanı Yusuf’un kendisine rakip olacağını zannedip, koltuğunu kaybetme korkusuyla olmadık iftiralar atmıştı ona. Oysa Yusuf bir insanın ulaşabileceği en yüce makama oturmuştu; insanların gönlündeki yüce makama. Onun bundan başka makamlarla hiçbir ilgisi yoktu, olamazdı. Sadece bu kadar değildi elbette, Yusuf’a edilenler. Daha kimler neler ettiler ona. Fakat o hiçbirine kızmadı, gücenmedi, hepsini affetti. Hatta Allah’ın da onları bağışlaması için dualar etti. Herkesi ne kadar seviyorsa onları da aynı derecede sevmeye devam etti. Kısacası yine kendine yakışan şekilde davrandı.

* * *

Yusuf bir gün aniden rahatsızlandı. Aslında ani sayılmazdı bu. Çünkü uzun zamandır vücudu küçük uyarılar veriyordu. Bu uyarıları dikkate almayan Yusuf’a bu kez çok daha ciddi bir uyarı gelmişti uzuvlarından. Doktorlara gitti. Muayeneler, testler yapıldı. Doktorlar ciddi bir hastalıktan şüphelenmişlerdi. Fakat hem bilgi ve deneyim eksikliğinden, hem de teknik imkânların yetersizliğinden kesin bir teşhis koyamıyorlardı. Yusuf’a büyük bir şehirde iyi bir hastanede kontrolden geçmesini tavsiye ettiler. Yusuf bu tavsiyeye uydu.

Ne yazık ki kasabadaki doktorlar şüphelerinde haklı çıkmışlardı. Yusuf gerçekten de tedavisi mümkün olmayan ölümcül bir hastalığın pençesine düşmüştü ve ne yazık ki az bir zaman kalmıştı kaçınılmaz sona.

Doktorlar durumu olduğundan daha iyimser göstermeye çalışsalar da Yusuf anlamıştı gerçeği. Böylesine acı bir haber karşısında yaşanan şok, ağır bunalım, sarsıntı gibi durumlar Yusuf için geçerli olmadı. Çünkü ölüm onun için olağanüstü bir durum veyahut sürpriz değildi. Bilakis hayatın en doğal ve en gerçek olanıydı ve onun her an beklediği bir durumdu. Aslında çok haklıydı. Binlerce yıldır, milyarlarca defa yaşanan ve her canlı için istisnasız gerçekleşen bir olay nasıl sürpriz olabilirdi ki. Yapılacak zahmetli ve masraflı tedavinin ölümü ancak birkaç ay geciktirebileceğini ve bununda garanti olmadığını öğrenen Yusuf tedavi olmak istemedi. Kasabaya döndü evinde dinlenmeye çekildi.

Morali yerindeydi, her zamanki gibi günlük yaşantısına devam etti.

Bu olayı ilk öğrenen yakın arkadaşlarından İbrahim oldu. Önce inanamadı İbrahim. Ancak daha sonra durumun ciddiyetini anlayınca gözyaşlarına hâkim olamamış, adeta yıkılmıştı. Yusuf’un yaşamadığı şoku o yaşıyordu. Tekrar tekrar Yusuf’a sarılıp;

“Hayır, olamaz, olmamalı, nasıl olur, sen ölemezsin” gibi sözler sarf ediyordu.

Yusuf, İbrahim’i teselli etmeye çalışıyordu. Fakat ne söylediyse başarılı olamadı. Çok ters bir durum vardı ortada. İbrahim’in Yusuf’u teselli etmesi gerekirken Yusuf İbrahim’i teselli ediyordu. Bu duruma Yusuf da daha fazla dayanamamıştı;

“Yahu bu ne biçim iş böyle, ölecek olan sen misin, yoksa ben miyim karıştırdım vallahi. Sen beni teselli edip moral vereceğine, ben seni teselli ediyorum. Olur mu böyle şey yahu” diyerek itiraz etmişti.

İbrahim de durumun mantıksızlığını anlamıştı. Kendini toparlamaya çalıştı, başarabildiği kadar;

“Çok özür dilerim ama ben senin kadar güçlü değilim. Sahi sen nasıl böyle soğukkanlı olabiliyorsun, hala moralini koruyabiliyorsun, anlayamıyorum.”

“Neden bozayım ki moralimi. Bu durum sürpriz değil ki benim için. Her an beklediğim bir şeydi zaten. Asıl sürpriz olan bir daha yaşabilmek şu hayatı.”

“Haklısın ama ölüm her daim soğuk gelir insana.”

“O ölümü unutanlar için geçerlidir.”

“Neyse… Başka bilen var mı bu durumunu?”

“Hayır, senden başka kimsenin haberi yok daha.”

“Bu iyi işte. Bence hiç kimseye söylemeyelim. Hem herkes çok üzülür, hem de gelirler benim gibi senin moralini bozarlar. En iyisi kimse bilmesin.”

“Bilakis ben tam aksini düşünüyorum, bence herkes bilmeli bu durumu.”

“Bunu neden istiyorsun anlayamadım. Kime ne yararı olacak ki?”

“Çünkü öldüğüm kimsenin arkamdan üzülmesini, ağlamasını istemiyorum.”

“Ama bu nasıl mümkün olabilir ki?”

“Eminim ki bunun cevabını o gün anlayacaksın.”

Yusuf’un isteği, İbrahim’in aracılığıyla kötü haber tüm kasabaya ve civar yerleşim birimlerine dalga dalga yayıldı. Haberi duyanlar, Yusuf’un evine adeta akın ettiler. Yusuf’un evi hac zamanındaki Kâbe’yi anımsatıyordu adeta. Onunla bir şekilde ilişkisi olan herkes geldi ziyaretine. Ondan iyilik görenler, minnettarlığını, Yusuf’a kötülük edenler ise, pişmanlıklarını, özürlerini bildirip af diliyorlardı. Yusuf da kimseye kırgın olmadığını, herkesi affettiğini, hakkını herkese helal ettiğini bildirdi tüm samimiyetiyle.

* * *

Beklenen fakat hiç istenmeyen son gerçekleşti ve bir gece sabaha karşı Yusuf ömrünü tamamlayarak ebediyete kavuştu. Cenazesi o gün öğle namazını müteakip kaldırılacaktı. Cenaze töreninde oluşacak kalabalığın büyüklüğünü hiç kimse tahmin edemiyordu.

Gerçekten de o güne kadar görülmemiş bir kalabalık toplanmıştı kasabada. Bütün alanlar insan yığınlarıyla dolmuştu. İğne atsan yere düşmez, deyimi tam manasını bulmuştu o gün.

Evet, inanılmaz bir kalabalık vardı kasabada. Fakat inanılmaz olan bir şey daha vardı. Bunca kalabalığa rağmen bütün cenazelerde yaşanan ağlamalar, bağrışmalar, ağıtlar burada yaşanmıyordu. Biraz hüzün vardı sadece o kadar. Ve ilginçti ki kimsede bu durumu fark etmiyordu İbrahim’den başka.

İbrahim bu durumu fark ettiğinde çok yadırgamış ve herkesi ayıplamış;

“Bunlar ne biçim insan be. Bir Allah’ın kulu bile gözyaşı dökmüyor. Vefasızlar...” diye isyanını dile getirmişti.

Fakat o da ne; kendisi de diğerlerinden hiç farklı değildi. Gözleri kuruydu, yüreğinde de hafiften bir sızı vardı sadece. Bunu fark ettiğinde çok şaşırdı ve kendinden utandı. Bir süre bu utancı ile baş başa kaldıktan sonra Yusuf’un kendisine söylediklerini hatırladı.

“Ben öldüğümde kimsenin üzülmesini, ağlamasını istemiyorum, ” demişti ve bunu da gerçekten başarmıştı.

Peki ama nasıl?

Yusuf’un söylediği gibi İbrahim bunu şimdi anlıyordu. Yusuf herkese öleceğini söylemekle, insanlara sevgilerini, saygılarını, kötü söz ve davranışlarından ötürü özürlerini bildirme şansı tanımış, vicdanlarını rahatlatmalarını sağlamıştı. Hayatın tek şaşmaz gerçeği olan ölüm neden insanlara acı verirdi? Çünkü insanlar duygularını karşısındakilere söylemeyi sürekli ertelerlerdi ve ölüm aniden geldiğinde bu ertelemenin acısı ve pişmanlığı hissedilirdi yüreklerde. İşte Yusuf bunu önlemişti. Bu yüzden cenazesinde kimse büyük acılar, üzüntüler yaşamadı. Hayatı hep insanlara iyilik etmekle geçiren Yusuf ölümünde sevdiklerini düşünmüştü… 

 
Toplam blog
: 5
: 6560
Kayıt tarihi
: 08.12.09
 
 

Devlet memuruyum, yazmak ilkokuldan beri bir tutku benim için."Yazmasaydım çıldıracaktım" diyen ş..