Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

21 Ocak '10

 
Kategori
Güncel
 

Ölümü içip, zafere koşanların türküsü..

Ölümü içip, zafere koşanların türküsü..
 

Beklenen günler, güzel günler ellerinizdedir..


İnsan yazmaya durduğu vakit bin bir şey kopar içinde. İsterse geceleri gündüz, gündüzleri gece yapar. Baktı ki kurumuş bir ağaç; ne gam! O ağaç bir kalem darbesi ile şenlenir. Kış günü de olsa meyve verir. İşte öylesine özgür ve öylesine yaratıcıdır insan beyni..

Bazen bir bakarsınız tuvalin ortasında pembe panjurlu bir ev belirmiş. Damı akmaz, vergisi, borcu yok. İşte öylesine koşulsuzdur insanın beyni. Bir güzellik sanatla bin olur. Yakar insanın içini. Bir kalem bir insanı öyle güzel anlatır ki çıktı çıkacak sanırsın o kağıttan. Ararsın o güzelliği, aranırsın..

Bir de acılar vardır.. Acılarımız da anlatılır tabi. Bazen çekenin gözünden, bazen uzaktan bir seyirle dokunulur acıya. Acı ve açlık.. Bir bakarsın mevsimlik bir işçinin damlayan çadırlarında, sinek ısırığıyla bulaşmış hastalıklarında, römorkun arkasına sıkışmış yüreklerde, o yüreklerdeki umuttadır..

Bir bakarsın kondu sahiplerinin, o kendilerine dev gibi gelen saray gibi gelen evlerindedir. Yıkacakları tutar..

İşte o evlerden bir tanesinde torunu ölen bir dede görmüştüm bir keresinde. Herkesin acısını haykırdığı o günde susup kalmasındaydı acı. Çığlıkları ağıtlara karışsın istediği o anda lal oluşundaydı. Söylemek istediklerini söyleyememesinde, acının birikip, içinde sadece kendisinde kalmasındaydı. O hain gırtlak kanserindeydi. Boğazındaki o soğuk aletle metalik sesler çıkartmış, yanamamıştı acısına.. Ne zaman o anı düşünsem ses olmak isterim. Ses olup o adamın boğazına yapışmak.. Acı olup dökülmek ağzından..

Hep Pandora’nın kutusundan, umuttan bahsederler öyle zamanlarda. Her şey bir yerde bir şekilde düzelecektir derler. Umut edin, isterler..

Bilmezler ki umut bazen en acı şeydir. Yağmur duasına çıkan, orada açılan elde nasıl acı bir umut vardır bilmezler. Yahut depremde muhtemelen anlık şaşkınlıkla kendini dışarı atıp o şaşkınlığın geçtiği anda, o kısacık saniyelerde sevdiklerini getirip hatırına, enkazı karıştıran, bir can bir canlı arayan eldekinin salt bir umut olmadığını fark etmezler.. Çünkü onlar daha ötesini bilmez. Oysa vardır. Bir de daha ötesi vardır. Daha büyüğü.. Tunçtan bir zırh kuşanır umut. Umuttan, acıdan, sevinçten, mutluluktan gururdan ve her şeyden daha ötesi.. İsyandır bu, dirençtir.. Ve direnme bir varoluş biçimidir..

Gördüğünü anlatır sanat. Çünkü yaratıcı olan sanat değil hayattır aslında. Ve işte bazen hayat öyle şeyler yaratır ki, kalem susar, dil susar.. Hiçbir tuvale yansımaz izi. Yüreğe yapışıp kalır. Diyecek söz, anılacak kavram, varılacak sonuç ve daha pek çokları o büyülük karşısında yokluğa karışırlar. Anlamsız, yarım, eksik kalırlar..

Gün gelir oyaları, gergefleri alırlar annelerin elinden, şehit oğulların kayıp kızların resmini koyarlar yerine.. Kalkar annelerin sol yumrukları havaya. Bir daha inmez.. Bir daha inmez; zulmün üstüne inmedikçe..

Gün gelir iki kardeş yatar açlığa.. Yan yana.. Babaları durur başlarında. Ölüm döşeklerinde bir tas sıcak çorba istemezler onlar, babaları da vermez.. İstemezler dünyanın açlığından doymayı, doyurulmayı.. Gül bahçelerinde yatar gibi yatarlar açlığa.. Aden bahçelerine düşer gibi düşerler..

İşte, dersin, işte artık her şeyi gördüm. Söylenecek her şey söylendi, duyulacak her şey duyuldu. Susulacak her şey susuldu.. Ta ki Ocak 2010'a kadar.. Neo-liberal politikaların en çıplak ve yıkıcı sonuçlarını yaşayan, onuruna, ekmeğine ve geleceğine sahip çıkanlar birikir öfkeyle.. Önce kendi kentlerinde eylem yapar TEKEL işçileri, ardından yüzler, binler olup akarlar Başkent'e sel misali.. Polisle çatışır kimi zaman, biber gazına maruz kalır hakkını ararken.. Ardından birgün 140 TEKEL işçisi giyinip bembeyaz kefenleri yatar açlık orucuna.. İçlerinden Abdurrahman Turaç, karısının kanser hastası olduğunu belirterek sınırlamaz isyanını açlıkla, “ Yaşamım fayda etmedi, belki cesedim eder. Ben ölüm orucuna başlıyorum..” diye haykırır..

Unutmuş bedenini sarsar emekçinin açlığı. Mide kramplarını baş ağrılarını sen daha önce duyarsın. Gözlerin kararır onunkilerden önce.. Usuna Brecht'in tüm dünya emekçilerinin marşı olmuş ve her 1 Mayıs 'da meydanlarda yankılanan dizeleri düşer ;

" Vermeyin insana izin, kanması ve susması için,
Hakkını alması için kitleyi bilinçlendirin,
Bizlerin ellerindedir gelen ışıklı günler.. "

Kocaman bir ülke olur Ankara.. Korkup evine kapanmaz, kepenkleri sıkı sıkıya kapamaz hiç kimse, hiçbir yerde. Coşkun sel olur akar emeğiyle yoğurduğu yüreğini harman ederek. Direnişin mayası vardır orada. " Açlık Orucu " sürmektedir. Hakları ellerinden alınıp gasp edilenler ve ölüme yaşamaları istenenleri yaşatmak için ölmek ister başkaları. İşte böyle bambaşka bir denge.. O denge ki konuşsan konuşulmaz, yazsan yazılmaz, sussan susulmaz..

Birer işçidir onlar.. En yüce değer olan emeğin yılmaz savaşçıları. Ezgisini hep bildiğimiz ama sözlerini hatırlamadığımız türküler gibi tanıdık, Spartaküs 'den bu yana bizden..

Bir çift sözdür onlar.. Kendini saklamadan, sakınmadan hep yerinde söylenmiş bir çift söz. İşte şimdi yine tam yerinde verilmiş bir cevap gibi durur karşında..

Nazım Hikmet sürgün günlerinde seslenmiştir onlara;

" Türkiye işçi sınıfına selâm!
Selâm yaratana!
Tohumların tohumuna, serpilip gelişene selâm!
Bütün yemişler dallarınızdadır.
Beklenen günler, güzel günlerimiz ellerinizdedir,
haklı günler, büyük günler,
gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan,
ekmek, gül ve hürriyet günleri.. "

Demek TEKEL işçisi, demek sen de, yıllardır açtın her ölenle.. Vermediğin suları içmedin, sunmadığın yemekler kaldı sofranda. Demek gözlerin seyirci kalamadı artık. Her düşenle kanayan yüreğin, geride kalanları yaşatmak için bu kez bir adım daha öne geçti, birleştirip yürek mevzilerini durdun açlığa öyle mi? Söylenecek kelam tükendi ve bu kez de bedenin mi söz oldu?.. Ah!..

Biz, bizim yerimize yapılmış tercihlerle yaşarken, neyi düşüneceğimize bile karar veremezken, alın terine dair kutsallığın kıymetini bilemezken kim yenilmişti gerçekte? Bize yalancı cennet vaat edilip, çıkarcı ikiyüzlü bir toplum yaratmaya çalışılırken, masallarımız, türkülerimiz bile alınırken ellerimizden, çocuklarımıza dilediğimizce isim koyamazken, aslında mağlup olan, vehatta tabutlukta yaşayan kimdi? Onlar mı, biz mi?..

Şimdi size sol yanımı versem, bir gözümü bir kolumu versem, inandırsam ki burası aslında bir sosyal - hukuk devletidir. İnanır mısınız?..

Ödüllendirilirken eli kanlı katiller, duyarsız yürekler sıradanlaştırırken yaşananları, değiştirilip - dönüştürülürken zamane gençliği, umarsız tavırlarla geçiştirirken siyasiler işçinin sesini ve direncini.. Susmaz onlar.. Bir, yüz, bin, onbin, yüzbin olur o ses, çığ misali ve avazı çıktığı kadar haykırır zafer türküleri söyler gibi;

" Bizim daha direncimiz var.. Yusuf’un kuyularına gönderecek kervanlarımız.. Haklıyız.. Kazanacağız !.. "


21.Ocak.2010
Kerem Porazan

 
Toplam blog
: 59
: 14527
Kayıt tarihi
: 17.12.09
 
 

İmgelemelik 'ten düştüğü 6.Mayıs.Bindokuzyüz... ~ fi tarihinden bu yana; Sonsuzluk 'da insan.. Yüre..