Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Haziran '08

 
Kategori
Eğitim
 

Önden giden atlılar

Yazarı: Harun Tokak

Bu kitap, bazen ''örnekleri kendinden'' sözcükleriyle seslendirilen, bazen ''inanıyoruz'' ifadeleriyle anlatılan rüyaların, hülyaların tahakkuk etmesi için yıllar boyu gelişi intizar edilen; anadan, serden geçen o gül yüzlü yiğitlerin, adsız kahramanların ve adanmış ruhların dasitani hayatlarından sadece bir damla. ''Önden Giden Atlılar'' Türkiye'den Sibirya’ya, Moğolistan’dan Amerika’ya, Bosna’dan Kongo’ya, Kazakistan’dan Endonezya’ya, Mısır’dan Rusya'ya kadar göç eden, bu hicret erleri ve mefkûre insanlarını anlatmaya hizmet edecek.

ADEM TATLI öğretmen, ilklerden, öncü yiğitlerden, önde giden atlılardandı.

Asya'nın uçsuz, bucaksız çöllerini geçti, karlı dağlarını aştı, mavi göklerin ülkesine, Orhun abidelerine ulaştı, Çin Seddi’ne kadar yaklaştı.

O günlerde Türk varlığı adına bir şeye rastlamak müşkül meseleydi oralarda. Büyükelçiliğimiz bile sonradan açılmıştı. Pek çok namsız nişansız yiğitler gibi gittikleri ülkelerde ilk ve tekti onlar.

Her biri atlarını farklı ülkelere sürmüş ve gittikleri ülkelerin ümit kandilleri olmuşlardı. Kimilerini ünlü gezgin-fotoğraf sanatçısı Arif Aşçı, tarihi ipek yolu üstünde, Tanrı Dağlarının eteklerinde Türk varlığı adına tek ışık olarak görüyordu. Kimilerine Hazar'ın doğusundaki Türkmen diyarında öğrencilerine ''Köyümün yağmurları''nı söyletirken, kimilerine de Göktürklerin, Uygurların bir dönem delicesine at koşturdukları Orhun Abideleri civarında rastlıyorduk.

Hepi topu üç beş arkadaştı gidenler. Çok heyecanlıydılar. Önce bir okulla işe başlayacaklardı. Fakat bir türlü anlam veremedikleri engeller yollarını kesiyordu.

Ama yılmadılar ve sonunda başardılar. Resmi makamlardan izin çıktığı gün sevinçten uçacak gibiydiler. Harç kardılar, tuğla ördüler, badana yaptılar... Boğaziçi, Hacattepe mezunu öğretmenler bir amele gibi çalıştı. Prof. Dr. Mehmet Sağlam Hoca bir Moğolistan ziyaretinde öğrencilerinin başında buldu onları. Usulca yaklaştı birisinin yanına ve sordu:

''Kaç yıl oldu buraya geleli?''

''11 yıl.''

''Hayli zaman olmuş, '' diye geçirdi içinden ve yeniden sordu:

''Ne zaman döneceksin Türkiye'ye?'' Cevap kanını adeta dondurdu Hoca'nın:

''Hocam biz dönmeye değil, ölmeye geldik.''

''Bittiğim andı, tüylerim diken diken oldu, utandım, ''derken baktım hoca ağlıyordu.

Ergenekon Destanı'nın geçtiği topraklarda şimdilerde yeni bir destan yazılıyordu. Ergenekon yuvadan çıkışın ayrılığın, hasretin destanıydı. Adem öğretmenler ise yuvaya dönüşün, vuslatın, kavuşmanın destanıdır.

İstiklal Marşımızın okunduğu, bayrağımızın dalgalandığı okulun açıldığı ilk gün yüzünde güller açmıştı.

Aylar geçiyor, Türkiye’den destek gelmiyordu. 18 aydır maaş alamamıştı. ''İmkanları olsa göndermezler mi?'' diye düşündü. Hanımına, ''Sen elişi bir şeyler yap, satalım; ben de taksi şoförlüğü yapayım, '' demiş, aylarca geçimini bu şekilde sağlamıştı. Bir başka zaman büyük bir sıkıntıyı sessizce halletmişti. Kimse akıl sır erdirememişti. Sonradan anlaşıldı ki memleketteki evini satmıştı.

Kaç defa koyunlar ve keçilerle aynı uçaklarda yolculuk yaptı, kaç defa Moğolistan'ın uçsuz bucaksız steplerinde uçarken üzerine devrilen eşyaların altında kaldı. Kaç defa binmeye yürek isteyen eski model uçaklarla, toprak pistlere iniş yaptı ve kaç defa toprak pistten arkada toz duman bırakarak havalandı.

Türkiye'ye son gelişinde bütün akrabalarını dolaşmış ve helalleşmişti. Ve Adem öğretmen dönmüyor, dönemiyordu. Ölürken dudakları kıpırdıyordu. ''Beni bu topraklara gömün.''

Adem Öğretmen!

Artık toprak pistten kalkan uçaklar, ördüğün tuğla duvarlar, badana yaptığın günler, ağladığın geceler hepsi geride kaldı. Aylarca yanmayan elektrikler, akmayan sular, steplerin soğuğunda sınıflarda palto içinde titreye titreye ders verdiğin günler, koyunlar ve keçilerle aynı kabinde taptığın yolculuklar ve arkanda yadigar bıraktığın gül yüzlü çocuklar, hepsi hepsi geride kaldı. Bir de Moğolistan Cumhurbaşkanı'nın senin için hazırladığı şeref madalyası... O da oğluna teslim edildi.

Meclis Başkanımız Bülent Arınç, içlerinde Adem öğretmenin de bulunduğu 5000 kişilik salonda eğitim gönüllülerinin fedakarlıklarından şöyle söz etti: ''Bir büyükelçimiz tayin bekliyordu, benden de iyi bir yer olması konusunda yardım istiyordu. 'Bir haber var mı?' kabilinden uğradı. Ben de şaka olsun diye, ''Bir Moğolistan lafı dolaşıyor senle ilgili, '' deyince elindeki çay bardağı düştü. Benzi sapsarı kesildi. ''Ben ne yaparım, orada nasıl yaşarım, orası büyük mahremiyet yeri, '' dedi. Oysa kardeşlerimiz hiç çekinmeden büyük bir şevkle oralara gittiler. Bu bir destandır, bu bir fedakârlıktır.''

Bu öğretmenlerden kimilerini daha 21 yaşında; ''Ya İstanbul beni alacak ya ben İstanbul'u, '' derken buluyoruz. Kimilerini ''25 milyonluk Türk Milletinin imanını selamette görürsem cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım, ' 'sözünün aynasında görüyoruz. Kimileri de aslan yavrularını, Asya'nın bağrına salar.

''Gidiniz oralarda dini, dili, kökü bir kardeşlerimiz sizi bekliyor, '' der. Anadolu yiğitlerinin yüreklerinde hicret ateşini yakarken bulursunuz onu. Anadolu’nun aslan yavrularını salmıştır dünyanın dört bir yanına.

Yeniden yeşeren bir düştür bu.

Bu aslanlarda yaş sınırı yoktur. 65 yaşında bile serhat boylarında, uçsuz bucaksız Asya bozkırlarında bulursunuz onları. Namık Kemal'in, ''Vatan, vatan'' dediği gibi, ''Okul, okul'' diye inlerler; eşlerinin, kızlarının cenazesine bile yetişemezler gerektiğinde. Ömürleri gurbet ellerde okul inşaatlarında, şantiyelerde geçer. Kimileri hayatının baharında kalır taşıdığı sıraların altında. Kimilerinin şeker hastalığından ayakları açılır. Kalbine ve tansiyonuna aldırış bile etmez. Bir iskemlede dinlenip yoluna devam eder.

Evde durmak kafeste durmak gibidir onların indinde. ''Neden bu kadar kendinizi yoruyorsunuz?'' diye sorduklarında, ''Çok geç kaldık, yapacak nice işimiz var, '' derler sadece. Hep zor coğrafyalarda aram ederler.

Yaşı kemale ermiş bir aslanı nefes nefese koşarken en son Tacikistan bozkırlarında gördüler. Bozkırın soğuğu savuruyordu yelelerini. İç savaş vardı, herkes kaçarken O, “okul açmak için” koşuyordu. Zengin ve asil bir aileye mensuptu. Güzel giyinirdi. Talebelerin sesini duymak için okul lojmanlarında yatardı. Ama talebeler onun gece kükreyişlerini duyabiliyor muydu? Bilemeyiz...

Geceleri delik deşikti. Dolaşır dururdu. Bir gözyaşı kahramanıydı. Kim bilir hangi okulun parasını bulamamıştı? Hangi ızdırap bir hançer gibi saplanmıştı bağrına da yıkılıp kalmıştı bir gün? Ve bir daha kalkamamıştı.

İbrahim Öğretmen, yüzyıllarca Altınordu Devletine başkentlik yapmış olan bu tarihi şehre yeni gelmesine rağmen öğrencilere kendini sevdirmeyi bilmişti. Bengisu pınarlarından su yerine sevgi içmişti. Dantelâ gibi dünyanın en güzel deltası üzerine kurulmuştu, ''Astrahan şehri''

Ders zili çalmıştı.''Geç kalmamalıyım, '' diye düşündü. Öğretmenler odasından çantasını kaptığı gibi sınıfına koştu.

Bu şehirde iki şeyi çok seviyordu. Öğrencilerle birlikte olmak ve güneşin batışı eşliğinde Volga'nın Hazar'a dökülüşünü seyretmek. Anasına kavuşan evladın kollarını açışı gibi tam burada kollarını açar Volga. Ve altın sarısı renklerle beş on koldan atar kendini Hazar'ın bağrına. Gurbette bu hazin buluşma alır götürür öğretmeni bambaşka dünyalara. Sınıf defterini imzalayıp tahtaya yönelmişti ki, yerinden kalkmamış mahzun öğrenciyi fark etti. Anadolu türküleri kadar hüzünlü ve güzel yüzlü öğrencinin yanına gitti.

''Neyin var Nikolay?'' dedi.

''Annem hastanede öğretmenim, onu düşünüyorum?''

''Baban ilgilenmiyor mu, ağır mı hastalığı?''

''Babam inşaatta amele. Gece gündüz çalışıp bize bakmak zorunda. Annemden de umut vermiyor doktorlar.''

Boşalmaya hazır bulut gibiydi. Ellerini yüzüne kapadı. Omuzları hafif hafif kalkıp iniyordu. İbrahim Öğretmen ne diyeceğini, ne yapacağını şaşırmıştı. Kendisi de bir işçi oğluydu ne de olsa. Elini Nikolay'ın ipek sarısı saçlarında gezdirdi. Kendi anası geldi aklına. Zavallı anacığı biraz olsun iyileşmiş miydi acaba? Nasıl da ağlamıştı arkasından kendisini uğurlarken? Sanki bir asır geçmişti aradan, o kadar özlemişti onu. Bir an daldığı hayallerden ayıldı ve ''Nikolay, üzülme, dersten sonra birlikte annene gideriz, '' diyebildi. Çocuk bir parça rahatlamış gibiydi.

Ders bitmişti. ''Hadi gidelim''dedi İbrahim öğretmen. Nikolay’la beraber öğretmenler odasına geldi. Kitaplarını ve önlüğünü dolabına koydu. Beraberce çıktılar.

Hastaneye yaklaştıkça ikolay'ın heyecanının arttığını fark ediyordu. Koridordaki bir odanın önünde durdular. Nikolay’a, ''Önce sen gir de, benim geldiğimi haber ver, '' diye tembihledi. Kadın oğlunu görür görmez yattığı yerden doğruldu ve yavrusunu kucakladı. Nikolay sınıf öğretmeninin kendisini ziyaret için geldiğini söyledi. Annesi şaşkınlığını gizleyemiyordu.

İbrahim Öğretmen gülen bir çehreyle içeri girdi. ''Geçmiş olsun efendim, duyunca çok üzüldüm ve ziyaret etmek istedim, '' diyerek çiçeği başucuna bıraktı. Kadın bu jestten çok duygulandı. Hasta kadın bir kaç günlük ömrü kaldığını, oğlunu babasına ve İbrahim Öğretmene emanet ettiğini söyledi. İbrahim Öğretmen şaşırmış kalmıştı.

''Durunuz hele efendim, Allah’tan ümit kesilmez. Ben doktorlarla görüşeyim, '' diyebildi.

Doktorlar bir litre kan ve de ameliyat parası istiyorlardı. İlk iş olarak hemşirelerden kadının kan grubunu öğrendiğinde aldığı cevaba sevindi. Kan grubu tutuyordu. Sonra gitti, bir kulübeden okuldaki arkadaşlarına telefon açtı. Biraz sonra dört beş arkadaşı daha hastanedeydi. İkisinin kanının daha tuttuğu anlaşıldı; kan işi tamamdı. Sıra paraya gelmişti. Arkadaşlardan toplayarak ameliyat parasını tamamlarız, diye düşündüler ve müjdeyi vermek için hastane odasına yöneldiler.

Haberi verdiklerinde kadının gözyaşları dinmek bilmemiş, minnettarlığını nasıl bildireceğini şaşırmıştı. Nikolay sevinçten annesine sarılıp sarılıp öpüyor, bu sırada ağzından aynı sözler dökülüyordu:

''Yaşayacaksın anneciğim, yaşayacaksın.''

Kadın da oğlunun altın sarısı saçlarını okşatıp kokluyor, ''Evlatlarım, siz nasıl bir insansınız? Buralarda evlat annesine yapmaz sizin yaptıklarınızı, '' diyordu.

Öğretmenlerin yaralı yüreklerinden bir sızıdır akıverdi. Ne zamandan beri duymamışlardı ''evladım'' sözünü bir ana yüreği sıcaklığında.

Ameliyat başarılı geçmişti. Narkozun tesiri geçtikçe kendine gelen hasta, kıpırdayan dudaklarından, ''Allahım, sana şükürler olsun, benim damarlarımda Türk kanı var, '' sözleri dökülüyordu. Kendine geldiğinde yatak komşusuna sorusu üzerine, Türk öğretmenlerin yaptığı fedakârlıkları anlattı.

Arkadaş iki kadın taburcu olduktan sonra Türk kolejinde buluşurlar. Nikolay’ın annesi Türk öğretmenlerin fedakarlık ve şefkatini bu defa devlet televizyonu vasıtasıyla bütün Rusya'ya anlatır ve sözlerini şöyle bitirir: ''Allah'a şükrediyorum ki, damarlarımda Türk öğretmenlerinin kanı var!''

1998 baharında Bosna'da henüz hatıraları taze Bosna savaşının da sarmalladığı garip duygularla Bosna sokaklarında, bahçesinden cıvıl cıvıl çocuk seslerinin yükseldiği bir Bosna'daki Türk okulundayız. Bu Türk okulunu ziyarete gelen kişinin gözüne sevimli bir kız çocuğu ilişiyor. Müdür Bey bu kızın babasının Bosna dağlarında şehit düştüğünü söylüyor. Kimi kimsesi yok mu diyene, ''Biz varız ya, '' diye, cevap veriyor Müdür Bey!

Buraya evvela Ali ve Mehmet öğretmenler gelmiş. Hem de savaştan önce. Burada bir okulla işe başlamayı düşünmüşler. Bosnalılar çok yardımcı olmuşlar. Maddi destek sağlamak için Türkiye’ye döndüklerinde Bosna'dan savaş haberi gelmeye başlamış. Ali ve Mehmet öğretmenimiz iyi günlerde yanlarında oldukları Bosnalı kardeşlerinin kötü ve zor günlerinde yalnız bırakmıyorlar. Yollar çok tehlikeli ve kapalı olmasına rağmen önce Hırvatistan'a gidiyorlar. Orada kendilerini Bosna'ya ulaştıracak bir Hırvatla anlaşıyorlar. Tehlikeli ve meşakkatli bir yolculuktan sonra adam anlaşmayı bozarak İngman dağlarının tepesinde öğretmenlerimizi kaderiyle baş başa bırakıyor.

Burada sonu belirsiz bir maceranın ortasındalar sanki. Fırtına karı harmanlarken, şehre ''hakim tepelerden'' gelen silah sesleri yamaçlarında yankılanıyordu. Yürüyen kardan adamlar gibiydiler. Rüzgar gittikçe şiddetini artırıyor, kalınlaşan kar yürüyüşlerini zorlaştırıyor. Boşta kalan elleriyle koca valizlerini sürüklüyorlar.

Bir anda vadide kopan fırtına öğretmenlerimizi yere savuruyor. Birbirlerini kaybediyorlar. Ali öğretmen Mehmet Öğretmemenin sesini duyuyordu. Yanına gittiğinde Mehmet Öğretmenin kar çukuruna gömüldüğünü, sadece başının dışarıda kaldığını gördü. Ali Öğretmen bir hayli uğraştıktan sonra onu kurtardı. Sonra silah seslerinin altında kah yerlere kapanarak, kah yuvarlanarak indiler ölüm tepesinden.

Bosnalı dostları, öğretmenleri bu savaş sırasında karşılarında görünce, yaşadıkları sevinç her şeye değerdi. Çetniklerin silahları ışıktan kavisler çiziyordu gökyüzünde. Gün ağarmasıyla birlikte savaşın acı yüzünü bütün dehşetiyle gördüler.

1995 Dayton Anlaşması'na kadar çok acılar yaşadı bu kanlı topraklar. Vakıflarının da yardımıyla bu yarım yamalak anlaşmayı fırsat bilerek, ertelenmiş okul hayalini gerçekleştirmek için yetkililerden bina istediler. İçinde bulundukları binayı gösterdiler. Etrafı tel örgülerle çevrili, duvarları delik deşikti. Mayın döşeli olduğu için temizleninceye kadar bahçesine dahi adım atamadılar. Yol tarafındaki kırık pencerelerden içeriye baktıklarında, sağa sola savrulmuş saçlar, duvarlarda kan izleri ve içi pıhtılaşıp kurumuş kan dolu postallar görünüyor.

Şimdi Boşnak, Hırvat ve Sırp çocuklarının beraberce koşup oynadığı bu bahçe, bu sevimli eğitim yuvası, kapının önünde çocuklarını bekleyen anneler o dehşetin bataklığı içinden yeni bir dirilişe tanık oluyorlar. Ali Öğretmen sözlerini, 'İşte Bosna-Türk Lisesi'nin hikayesi' der gibi ellerini iki yana açarak bitirdi.

Fatih Öğretmen ve eşi Hümeyra Hanım, Rusya’ya geldiklerinde henüz yirmi günlük evliydiler. Savaşın ortasındaydılar. Şehir top sesleriyle sarsılıyordu. İnsanlar soğuktan ve korkudan titriyorlardı.

Sesler gittikçe yaklaşmaktaydı. Fatih Bey, ''Sokağın başına kadar geldiler, '' diyebildi.

Karanlıkta, çevrelerinde olup bitenleri algılamaya çalışan gözbebekleri, iyice irileşmişti. Kısa süren aydınlık aralarında, eşinin gözlerini yakalamaya çalışan Fatih Öğretmen, derin duygular içindeydi. Mum ışığı yakmaları bile çok tehlikeliydi. Buraları çok daha iyi bilen yeni dostları, ''Çarşıda bol miktarda silah satılıyor, alsanız iyi olur, '' dediklerinde, ''Biz buraya silah değil, kalem kullanmaya geldik, '' demişlerdi. Hanımına, ''Acaba seni getirmese miydim?'' dedi. Eşinin, ''Sen olmadıktan sonra, ben yaşasam ne olacak!'' cevabı, hem duygulandırdı hem heyecanlandırdı Fatih Öğretmeni. İçindeki sorumluluk duygusu arttıkça sıkıntısı büyüdü.

Sabahın ilk ışıklarıyla aniden kesildi silah sesleri, ikisi de hayatlarının en karanlık ve en uzun gecesini geçirmişlerdi. Bitkin bedenlerini uykunun kollarına bırakıverdiler.

Uyumak, kurtulmaya yetmedi bu sıkıntılı dakikalardan. Gece sabaha kadar yaşadığı sıkıntılardan daha fazlasını, iki saatlik uykusunda yaşadı. Tanklar üstüne üstüne geliyor, uçaklar bomba yağdırıyordu. Rüyasında, hanımını elinden tutmuş bu şehirden kaçıyorlardı. Kan ter içinde uyandı. ''Hayırdır inşallah, ” dedi. Rüyada bile olsa buradan ayrılmayı hazmedemezdi.

Hanımını usulca uyandırdı ve: ''Ben okula gidip geleyim, sen kapıyı hiç kimseye açma!'' dedi. Hanımı çaresizdi. Başını, ''Olur...''der gibi önüne eğdi.

Üç yüz bin nüfuslu bu koca şehrin caddelerinde, yaşlı birkaç insanın dışında kimsecikler yoktu. Okula vardığında arkadaşlarının hepsinde derin bir düşünce vardı.

Arkadaşlarını topladılar. Durum değerlendirmesi yaptılar. Öğrencilerini bırakıp gitmeyeceklerdi. Kararları kesindi. Fakat yaşananların ardından, öğrencilerin anne ve babaları, okul yatakhanesinde kalan yatılı çocuklarını ellerinden tutmuş götürüyorlardı. Okul kısa zamanda boşalmış derin bir sessizliğe gömülmüştü. Coşkulu çocuk seslerinin dolaştığı okul koridorlarında hüzün dolaşıyordu şimdi. Bir öğretmene boş okula gelmekten daha zor bir şey yoktu.

Türkiye'deki ailelerine güç bela ulaşıp güvenli bir yerde olduklarını bildirdiler. Elbet güzel günler gelecek diye düşündüler. Kalmalıydılar, kendi güvenliklerini sağlamak için okulun bodrumunu temizlediler ve sığınak yaptılar.

Günlerden beri ne elektrik vardı, ne de sular akıyordu. Stokları da bitmek üzereydi. Geri dönmek üzere de olsa, ayrılık kararı almak kolay olmadı ama başka çareleri de yoktu. Elleriyle inşa ettikleri okullarıyla vedalaşmak en zoruydu. Ne emekler vermişlerdi. Boya badana yapmışlardı günlerce. Ellerinin değmediği bir yer yok gibiydi bu okulda.

Sıra okulun kapısını kilitlemeye geldi. Koca kapı, kaderine isyan eder gibi önce kapanmadı. Zorladılar, sonra garip bir sesle kapandı. Çığlık atar gibiydi. Dönüp dönüp baktılar arkalarına gözyaşlarıyla. Geride savaşın savurduğu öğrencilerini bırakmışlardı. Umutlarını bırakmışlardı. Büyük umutlarla geldikleri bu koca şehirden ayrılıyorlardı... İnsanların çoğu yakın yerlerdeki akrabalarını bulmaya çalışıyorlardı. Rana Hanım'ın da evi bombalanmış, köydeki akrabalarının yanına gidecekti. Şu an bulundukları ve geçecekleri yer de çok tehlikeliydi.

Fatih Öğretmen, öğrencisinin ve pek çok iyiliklerini gördüğü bu kadının çaresizliğine çok üzüldü. Bir şeyler yapmalıyım, dedi ama ne yapabilirdi. Bir anda, oğlu Mahirbek'i götürüp Türkiye'de okutalım deyiverdi. Rana Hanım hiç tereddüt etmeden, eliyle tuttuğu oğlunu ileri doğru iterek, ''Alın!'' dedi ve başladı hıçkırmaya. Son defa ana oğul sarıldılar birbirine. Vedalaştılar... Sadece okulun bulunduğu şehirde oturma izinleri olduğu için, ülkeden çıkış yolları aradılarsa da normal yollarla çıkışın imkansız olduğunu anladılar. Sınırdan kaçak çıkacaklardı. Geceyarısı olduğunda düştüler yola. Yol boyunca, soğuk, yüzlerine kamçı gibi vuruyordu. Mart ayının ayazı iliklerine kadar donduruyordu. Zorlu bir yolculuktan sonra sınırdaki ırmağa gelmişlerdi. Bata çıka nehri geçtiler. Artık güvenli ve özgür topraklardaydılar. Uzaktan sınır köyünün ışıkları göründü.

Mahirbek, yol boyunca hiç konuşmamıştı. Bir ara Fatih Bey'e, ''Öğretmenim, annem köye ulaştı mı acaba?'' demişti, o kadar. Bir aralık ''Sensiz çok üşüyorum anacığım!'' diye kıpırdadı dudakları. Ansızın geriye doğru döndü. ''Anaaaa geliyorum!'' diye haykırarak ırmağa doğru koştu. Fatih Öğretmen arkasından hamle yaptıysa da engellemeye muvaffak olamadı. Attı titreyen bedenini buz gibi sulara.

Anasının sıcacık sinesine kavuşmayı arzulamıştı, bu arzusunu bir aşkla haykırmıştı geceye, sadece gece değildi bu sesi işiten. Biraz sonra gecenin bağrını delen kurşun sesleri yankılandı dört bir yanda. Güz güllerinin en güzeli, dalında vurulmuştu. Vurdular... Bir kış gecesi vurdular... Dalında vurdular...

''Tomurcuğu dalında vurdular, '' diye titredi yüreği Fatih Öğretmenin.

Sonuç/Yorum:

Farklı ülkelerde bir amaç, bir ülkü uğruna öğretmenlerin bu yaşadıkları zorluklar ve pes etmeyişleri çok etkileyici. Her yiğidin harcı değil diyorum sadece. Bunlar bir nevi gönül işi onlar için. Öğretmenlerin çoğu hazır, rahat okulları beğenmeyip ideal öğretmenler olamıyorlar. Kaldı ki bu öğretmenlerimiz okullarını kendileri açıyor ve adını bile belki bilemediğimiz ülkelerde hem de Türk okulları olarak. Ayrıca bu okulların başarıları herkes tarafından da tasdik edilmektedir.

İkbal Büyükbaş

 
Toplam blog
: 425
: 3089
Kayıt tarihi
: 06.12.06
 
 

Gazi Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü, Eğitim Yönetimi, Teftişi, Planlaması ve Ekonomisi..