Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 
 

mustafa kemal büyükmıhcı

http://blog.milliyet.com.tr/mihci47

21 Haziran '15

 
Kategori
Öykü
 

Onların cumaları - Bölüm 11

Onların cumaları - Bölüm 11
 

Bir buradan bir oradan


"Bunları bana hâlâ taşıtacak mısın?”

Burak hemen telefona yapışmıştı, ağzı kulaklarındaydı. Sevincinden diğer eli, pürosu ve kadehi arasında mekik dokuyor, giderildiğini zannettiği sıkıntının hikâyesini anlatıyor, araya da zor becerdiği sözcüklerle teşekkürlerini sıkıştırıyordu. Ali Bey ise öbür tarafta dostlarının meraklı bakışları altında yiğenini kırmadan kısa yanıtlar veriyordu; hem dost sohbeti bölünmüş hem de ezan yaklaşmıştı, dayanamadı:

“Yiğenim! Bizimki hayırlara vesile olabilmek… Akibeti de hayır olur inşallah! Babana, annene ve kardeşlerine selamlarımı ilet! Bak! Davet vakti yaklaştı; Cuma’n mübarek olsun yavrum!”

Cuma’yı işiten eli titremeye başlamıştı, “Bunları bana hâlâ taşıtacak mısın?” der gibiydi. Yutkundu, “Sizin de amca, sağlıcakla kalın!” diyebildi. Gömüldüğü koltuk batar olmuştu… Püroyu söndürdü; yarılanmış kadehe bakıyor, sanki bir şeyler arıyordu. Kalktı, çevreyi yukardan temaşa etmekte haz duyduğu pencere önüne seğirtti, kalanı yudumlamaya devam ediyordu… Müezzin dokunaklı sesi ile davete başlamıştı; ağzındakini yutmakta zorlandı ve elindekini de bıraktı, dinliyordu… Masasının üzerinde bıraktığı cebinin çınlamasını sonuna doğru fark edebildi, hızlı adımlarla gidip baktı, Cedi yazıyordu, irkilmişti, koltuğuna oturmadan hemen açtı, efendisini selamlamaya fırsatı olmamıştı:

“Selin iyileşti değil mi?”

Anlamıştı, arkasını merak ediyordu: “Sayenizde yüce efendim!”

“Eh! Artık, kızı fazla bekletme canım!”

“Davetiyenizi en kısa zamanda yollayacağım efendim.”

“Bekliyorum. Töreninizde güzel bir sürprizim olacak. Ama seni bunun için aramadım.”

“Buyurun Majestem!”

“Şu APEL’mi dir nedir? Projeniz var ya…”

“Evet efendim!”

“Tesisi kurmayı düşündüğünüz arazi bana lazım, değiştir orayı!”

“Daha yeni halletmiştik, başka yer de yok, emin olun!”

“İhtiyacınızı biliyorum, size daha iyisini yok pahasına verebilirim.”

Ofisi arşınlamaya ve kardeşi Olga’ya içinden homurdanmaya başladı; projeyi gizli tutacaktı güya, babası bir duysa küplere binerdi. Cedi’nin gücünü tahmin edemiyordu ama güvenlik sistemleri olabildiğince üst düzeye çıkarılmalıydı. O birimin sorumluluğu babasındaydı, şimdi ona nasıl anlatacaktı?

“Seni dinliyorum Burak!”

“Önerdiğiniz yerin özelliklerini yollarsanız babamı ikna etmeye çalışırım efendim.”

“Tamam! Ama olumsuz yanıt işitmek istemiyorum bilesin!”

“Elimden geleni yapacağım efendim!”

“Acele et! Beklemeye tahammülüm yok,” deyip kapattı.

Koltuğuna gömülmüştü, bitkindi, biraz önceki ezanın üzerinde bıraktığı düşündürücü duygulardan eser kalmamış, arkasından sürüklendiği dünyasına geri dönmüştü. Son günlerde başardığını zannettiklerinin ardına kötü sürprizler takılıyordu… İçine bir kurt düşmüştü, arazinin bilmediği bir kıymeti olmalıydı… Sahiplerine verdikleri sözden babasını nasıl caydıracaktı? “İsteyen kim?” diye sorduğunda ne diyecekti? Yosi’nin[1] annesi ve küçük ölçekli bir sivil toplum örgütünün başkanı diye biliyordu… Parfümü uyandırmıştı; yönetici asistanı bayan, elinde bir büyük zarf, kaygılı bakışlarla karşısında duruyordu:

“Efendim, iyi misiniz? Yüzünüz yine pancar gibi!”

“Sahi mi? Değiştirdiği ilaç da yaramadı desene!”

“Son günlerde asıl tavsiyesine uymadığınızı görüyorum.”

“Söylemesi kolay! Bardağın dolu tarafı diyor ama boş tarafı azalmıyorki bir türlü… Umarım, getirdiğin bu günkilere tuz biber olmaz!”

“Hizmete özel olduğu için açmadım, yollayanı meçhul. Buyrun efendim!”

Gözleri faltaşı olmuştu. Yüzü ise kimbilir pancarın hangi tonuydu? İçinden “Olamaz, montajdır!” diyordu. On parmağı masanın üzerinde at koşturmaya başladı. Birkaç kez cebine sarıldı, vazgeçti. Kalktı, mini barın kapağını kırarcasına açtı, şişeden büyükçe bir yudum aldıktan sonra kadehi tepeleme doldurup döndü. Tesettürlü asistanı, gözü masada donup kalmıştı; kadehtekinden uzak durmaya çalışıyor ama merakını da yenemiyordu: Neydi zarftaki? Nefesini tutarak biraz yaklaştı, fotoğraflar ters çevrildiği için göremiyordu, hızla masadan daha da uzaklaştı. Bu hareketi Burak’ı gülümsetmişti; boşalmış kadehini masada itekleyerek “Ne o? Kokusuda mı haram?” diye takıldı.

Yanakları pembeleşmişti: “Bakmaktan bile uzak durmaya gayret ediyorum efendim.”

Biraz kendine gelmişti; belki alkolden belki de asistanın bu tavrından: “Hadi canım! O kadar da değildir yahu! Hayatın lezzetleri günahlarla kuşatılmamalı bence.”

Yutkundu, patronunun azalmakta olan gerginliğini körüklemekten korkuyordu ama onun dine karşı boş olmadığını bildiği için “Bir kıvılcıma vesile olabilir miyim?” diye düşünmekten de kendini alamadı: “Onlar, kendinize ve çevrenize zararı dokunanlar; kuşatılmayan veya sevaplarla teşvik edilen o kadar çok faydalı lezzet var ki!”

“Nasıl yani?”

“Kadehinizdekinin etkisi geçince kalıcı mutluluğu bulamadığınız dünyanıza geri dönmüyor musunuz?”

“Buna hayır diyemem de dilinin altındaki reçeteyi lütfet bâri!”

“Estağfurullah! Diyeceklerim, benim de çabaladıklarım emin olun!”

“Pekî de, hangileri?”

“Bir de, kalbi temiz tutan şükrü, duayı, sabrı ve kul hakkını gözetmeyi deneseniz diyorum… Nefsi semirten, kalbi kirleten ve vicdanı körelten lezzetler, gün gelir, mutlaka “Eyvah!” dedirtir… Haksız başarı, aldatma, israf, doyumsuzluk, gösteriş, bencillik ve iftira gibi şeylerden ancak nefsiniz lezzet alır.” 

“Hop kızım! Bi dakka! Bu dünyada yaşamıyor gibisin… Dört bir yanımızda fırsat kollayan aç kurtların kol gezdiğini biliyorsun. Silahlarını onlara karşı daha etkin kullanmazsak ne olur halimiz?”

Sözleri tesirsiz kalmıştı. “Şimdi benim yerime Veli hoca olmalıydı,” diye hayıflanıyordu, onun ders verdiği üniversitenin mezunuydu. Sözü uzatmak, karşısındakini daha çok gerecekti. Son bir cümleyle konuyu kapatacaktı ki Burak lafı ağzından aldı:

“Amcamla karşılaştığımda o da böyle şeyler söyler durur. Muhtacı ve mazlumu koruma ve kolamaya eyvallah da yumruğu indirene öbür yanağımızı damı çevireceğiz?”

“Demekki Ali Bey’inkiler de havaya gitmiş,” diye düşündü. Veli hocanın ona ricası, onun da tavsiyesi ile bu işe alınmıştı. Veli hoca bir seferinde Ali Bey’le yaptıkları dost sohbetlerine götürmüştü. Üç dostun sade halk diliyle söyleşisinden aldığı lezzeti hiç unutamıyordu; kalbine kazınmış gibiydi… Burak’ın “Aloo! Meltem, orada mısın?” diye seslenişi ile anılarından uyandı.

“Pilin şarjda gibisin! Hayatın gerçekleri susturdu değil mi?”

Üzülmüştü ama son diyeceği de aklına gelmişti: “Hayır efendim! Kimilerinin Polyannacılık diye yaftalayıp dışladığı davranışa Dinimizin bakışı farklı diyecektim.”

“Neymiş ki o?”

“Hani derler ya: “Güzel söz yılanı deliğinden çıkarır, en azgını bile yumuşatır.””

“Eeee?”

“Sizi sevmeyenlerin veya hasımlarınızın artmasını ister miydiniz?”

“Elbette hayır!”

“O zaman, kötülüğü iyilikle savuşturabilirsek kötülüğü yapanda bir kıvılcıma vesile olabiliriz. Aldatmaya karşı aldatma, iftiraya karşı iftira, gösterişe karşı gösteriş, zulme karşı zulüm gibi kötülerin silahları kötülüğü kamçılar efendim.”

“Zor iş be kızım! Neyse, ağzına sağlık! İyi terapi idi. Biraz önceki sıkıntılarımdan uzaklaştırdın beni. Arada bir yapalım! Olur mu?”

“Tabî ki efendim! Nasıl isterseniz?”

Gözü yine masadaki ters çevrilmiş fotoğraflara ilişti, toparlayıp zarfına koydu, cebine bir kez daha sarıldı, bu kez kararlıydı, önce ona haber vermeliydi. Fotoğrafta birlikte göründüğü Hale Hanım birlikteliği ile o suçlanıyordu. Hale Hanımı zaten tanıştırdıklarında gözü pek tutmamıştı, bu pisliğe en azından alet edilmiş olmalıydı. Hakkı Bey’i çevirip konuyu açmadan yanına çağırdı; içinden de “Yapanı mutlaka bulup dünyasını karartacağım,” dedi ama terapinin dürtüsü de yüzünü buruşturmuştu. Zarfı işaret ederek örneklemek istedi:

“Bak şimdi! Bu pisliği yapana nasıl iyi davranırım kardeşim!”

“Meşru vasıtalar ile önce pisliği etkisizleştirmek sonra da yapanı ibretlik cezalandırmak olabilir efendim. Bir de, cezayı uygulamadan önce suçlanan, şahitler önünde tevbe eden suçluyu affederse, bu onun için bir fazilettir diyenler de var.”

“Vay bee! Hukuktan da anlıyorsun bakıyorum… Önce ibretlik kısmını halledeyim de gerisi ne getirir bilemem.” …

 

BÖLÜM-9 dan HATIRLATMA:

Planlama direktörü Hakkı Bey metanetini koruyabilen üç direktörden biriydi; erdemi ve liyakati ile Orhan Bey’in dikkatini çekmiş, alt kademelerden hızla yükseltilmişti. İşlerde kalite, çabukluk ve ucuzluk onun için yegâne başarı kriterleri değildi; iş süreçlerinde iç ve dış paydaşlara haksızlık edilmemesini, bardağın dolu tarafına odaklanmayı ve işlerin güzellikle hallini şiar edinmişti. Bu özellikleri işleri yavaşlatıyor, Burak’ın sağ kolu olan iş geliştirme direktörünü küplere bindiriyordu. Aşağı tükürse sakal yukarı tükürse bıyıktı: Bir yanda Hakkı Bey’in arkasında baba, diğer yanda da hesap vermesi zor olan oğlu vardı. Ona anlattığı nedenler zaten âşikardı ama gecikmelerin zılgıtını kendisi yiyordu; babasıyla karşı karşıya gelmek istemeyen Burak’ın boks torbasına dönmüştü. Koltuğunu korumak adına bir şeyler yapmalıydı, bazı sözleşmelerden tırtıkladıklarıda vardı, açığa çıkarsa hapı yutardı, birkaç gündür bunlara yoğunlaşmıştı. Uykuyu tutturmaya çalıştığı gecelerden birinde aklına bir şey geldi: Hemen red etti, “Olamaz, hayır!” diyordu ama sanki içinden birisi kurgusunu da gösteriyor, kırıntı haline gelen değerlerinin işe yaramadığını söylüyordu. Zayıflamış vicdanını tümüyle köreltecek bir karar arefesindeydi, kahvaltıda utancından eşine bile bahsedememişti. Makamına gelip oturduğundan beri başı iki eli arasındaydı, telefonu çınlayıp duruyordu, kapı tıklandı, karşısındaki bayan asistanıydı:

“Efendim! Bölmedim umarım. Dün tembih etmiştiniz, yeni şube müdürünüz Hâle hanım geldiler.”

Bir türlü içine sinmeyen düşüncelerine ara verip kafasını kaldırdı: “Tamam! Buyur edin!”

Hâle hanım, dekolte sayılabilecek giyimi ve işveli selamıyla direktörü hayli şaşırtmıştı; özgeçmişi ve referansları göz doldurmuştu ama mülakatta böyle değildi. Rakip bir şirketten kabarık ücretle transfer etmişlerdi, piyasada aranan iletişim kurtlarındandı. Görevinin gereği bir alışkanlık diye düşündü, kalktı, selamını nezaketle karşıladı, misafir koltuklarına buyur etti, kendisi de yakınındakine oturdu, tercih ettiği süzme kahveyi ısmarladı. Zihnindekileri atıp nereden başlayacağını kurarken, Hâle hanım erken davranmıştı:

“Rifat Bey! Her halde yoğunsunuz! Daha sonra da rahatsız edebilirim.”

“Rica ederim hanfendi! Bu günkü acendamı kurguluyordum, bitti sayılır… Evvela yeni işinizi tebrik eder başarılarınızın burda da devamını dilerim!”

“Çok naziksiniz, teşekkür ederim! Gelmeden önce arkadaşlardan brifingleri aldım. Kafamdakileri paylaşmak ve direktiflerinizi duymak isterim, uygunsanız?”

Bu arada cebi çınlamıştı, göz attı, insan kaynakları direktöründen şifreli mesajdı. “İzninizle!” deyip açtı; irkildiği yüzüne vurmuştu, kapattı ama başı öndeydi.

“Bir tatsızlık yoktur umarım?”

Kaçamaklı bakışlarla “Hayır, hayır, yok! Gündelik ufak tefek sıkıntılardan biri,” dediyse de görüşmeyi ertelemeyi yeğlemişti:

“Paylaşmak istediklerinizi ekibinizle birlikte yapsak diye düşünmüştüm.”

“Tabi ki! Ne zaman arzu ederseniz… Zaman ayırdığınız için teşekkürler,” diyerek kalktı. Anlamlı bakışla tokalaşması direktörü etkilemiş; kapıya kadar geçirirken insan kaynakları direktörü içeri dalmıştı. Hâle hanım her ikisine de baş selamıyla iyi günler dileyerek ayrıldı.

Daha dönüp oturmamışlardı ki insan kaynakları direktörü merakını yenemedi: “Okudun mu?”

“Evet de! Neden önce yollamadın?”

“Taze bilgi…”

“Duyulursa sıkıntı çıkarır… Dedikodu olmasın?”

“İki ahbabın başından geçmiş; ağızları sıkıdır, dert etme! Günümüzde iletişim dünyasındaki başarının anahtarlarından biri oldu artık. Anahtar deliğinden girebilmek için şimdi daha neleri göze alıyorlar, aklın durur!”

“Şu baba dediklerinin kulağına bir giderse hapı birlikte yutarız biliyorsun…”

“Gitse bile patron halleder. Takma kafana!”

“Babasının hışmından o da korkar, sen ne diyorsun!”

“Tamam! Hallederiz yahu! Gizlemek de boyayıp sürmelemek de işimiz biliyorsun… Kaz gelecek yerden tavuk esirgenir mi? Şu zorlandığın kontratları bir çözerse, baba bile selam çakar emin ol!”…

Direktör ayrılmış, vakit öğleyi bulmuştu. Oflaya puflaya ofisini arşınlamaya başladı; Hakkı sıkıntısına şimdi bir de Hâle’ninki eklenmiş, öğleden sonraki direktörler toplantısına mecali kalmamıştı; patronun fırça salvoları bakalım bu sefer kimlere isabet edecekti. Dolabını açtı, kadehi tıka basa doldurdu, pencere önünde etrafı temaşaya koyuldu. Açık semayı ve arada bir uçuşan kuşları es geçiyor, çok katlıların bile çatılarına yukarıdan bakmakdan haz duyuyordu sanki. Yakın camilerden birbirine karışan Cuma salâları yudumunu ağzında bırakmış, rahmetlik babasının dediklerini kulağında çınlatmıştı. İçinden gelen sesi susturmak istercesine yutarken damlalar boğazına düğümleniverdi; ardından gelen öğürmeler ve su içmeler… Son nefesi düşündürmüş müydü acaba?

 

 

 



[1]Yosi: Burak’ın kardeşi Zerrin’in arkadaşı ve ortağı.

 
Toplam blog
: 112
: 152
Kayıt tarihi
: 18.09.12
 
 

ODTÜ'lüyüm, makina yüksek mühendisiyim, vicdanı rahat bir memur emeklisiyim, iki çucuk babasıyım,..