Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 
 

mustafa kemal büyükmıhcı

http://blog.milliyet.com.tr/mihci47

18 Şubat '15

 
Kategori
Öykü
 

Onların Cumaları - Bölüm 8

Onların Cumaları - Bölüm 8
 

Bir buradan bir oradan


"Orada doğrularla tercihler ayrık duruyor."
 
"Yine mi, Sâmi?"
 
"Amca emin ol! İnşaat çok para yiyor, proje onayında takmadıkları kalmadı, yandaki kelepir arsayı da kaçırmak istemedim doğrusu. Yüzüm yok ama altı ay daha müsade et ne olur!"
 
"Bu kaçıncı evladım?"
 
"Zaten sevabına ortaksın, gel istersen kârına da ol! Ha, ne dersin?"
 
"Kârı senin olsun, sevabından da kuşkuluyum. Bak! Arsasını aldığın kişi fellik fellik peşinde, bana da geldi bir şey yapabilirmiyim diye, o kelepir dediğini de nasıl aldığın dillere destan oldu. Baban rahmetliğin kemiklerini sızlatıyorsun yavrum. Üç kuruşluk kâra bu kadar ah almak değer mi?"
 
"Sana ne uydurdu bilemem ama geçen gün son taksit için yeni senet yaptık. Yandaki için söylenenler de kuru iftira, sıkışmışlar, teklif ettiğime razı oldular, hepsini peşin ödedim."
 
"Olur mu? Zor durumdakinin malını ucuza kapatmak, senin gibi hacıya yakışır mı?"
 
"İki müşterisi daha çıkmıştı, ben hepsinden fazla verdim amca."
 
"Sahi mi? Yeni imar planı hazırlıklarını cümle âlem duydu, bilemedin iki yıl sonra çok değerlenecek o bölge, değil mi?"
 
"Şimdiden ne olacağını bilemem ki, alan razı satan razı, kötülük neresinde bunun?"
 
"Neyse yiğenim, bana borcunu ne yapacağız şimdi?"
 
"Gel razı ol! Hisse vereyim amca, dönen bir tezgâhın daha olur, kötü mü?"
 
"… Peki oğlum! Verdiğimin üstüne biraz daha katıp elli birini alırım, tamam mı?"
 
"Hay yaşa amca! Yılsonuna kadar çıkarız inşatı o zaman."
 
"Hayırlısı olsun Sâmi. Belgeleri hazırla getir, hemen halledelim şu işi. Hadi bakalım, bunu geciktirme bari!"...
 
Bu konuşmalar Cuma çıkışında ayaküstü cereyan etmişti. O Cuma Sâmi'nin çarşı camisine geleceği tutmuş, çıkışta da Ali Bey’e yakalanmıştı. Kâmil Bey ve Veli Hoca diyaloğu bir süre izledikten sonra akşam buluşmak üzere ayrılmışlardı.
 
Sâmi'nin babası Ali Bey'in çarşı eşrafından hürmet ettiği biriydi, dini bütün sözü senetti, iki yıl önce vefat etmişti. Proje aslında babasının fikriydi, çarşı çalışanlarına bir kreş yanına da yeşili bol bir park düşlüyordu. Sâmi sonra, bağlandığı cemaatin yönlendirmesi ile park projesini özel okula çevirmişti. Aslında ikisi de hayırlı hizmetti, Ali Bey zaten bu yüzden borç vermişti ama böyle işlere kir bulaştırılmamalıydı. Cüzdanını epey terletecek ortaklığa, dünyalık için her kalıba girebilecek bu çocuğun muhtemel yanlışlarını engelleyebilme düşüncesi ile razı olmuştu. “Hadi hayırlısı bakalım!” diyerek arabasına yönelmesi ile birlikte korktuğunun başına geldiğini gördü, mescit parkı dolu olduğu için yol kenarına park etmişti. Belediyenin yetkilendirdiği değnekçiyi yakalayıp sorunca:
 
“Abi, şimdi gelir, merak etme! On dakkalığına demişti, cebini de bıraktı, bak! Arıyorum.”
 
“… Çift sıraya nasıl müsaade edersin oğlum? Kaç on Dakka oldu kim bilir?”
 
“Çalıyor, açmıyor… Hah! Geliyor işte!”
 
İki genç laflayarak, gülüşerek sallana sallana yaklaşıyordu, değnekçinin “Çabuk kardeşim! Bekleyen var.” gibisinden el işaretine pek aldırdıkları yoktu, yanlarına geldiklerinde onlardan biri saatini işaret ederek değnekçiye sonra da Ali Bey’e:
 
“Ne bağırıyon, bir saat dememiş miydik? Birkaç dakka geciktik hepsi o… Hoşgör amca! Arkadaşlarla lafa daldık.”
 
Değnekçinin yüzü kızarmış, yalanı ortaya çıkmıştı, aklına gelen ilk bahane ağzından dökülüverdi: “Abi, kusura kalma! Cuma’dan erken çıkacağınızı bilemedim.” Ali Bey kızgın kızgın gülümsüyordu, önce hangisine cevap vermeliydi? Yalancıya mı? Yoksa umursamaza mı? Bir an “Vazgeç Ali! Bir yararı olmaz.” diye düşündüyse de dayanamamış “Başkası da size böyle davransın ister miydiniz acaba?” diyebilmişti…
 
Her Cuma yolunu gözleyenlerine gecikiyordu, trafik kameralarına takılsa da biraz gazlamayı ve öndekileri sollamayı göze almıştı. Kavşak ışıklarını bekliyordu, öndeki arabanın Kâmilinki olduğunu fark etti, içinde oğluyla beraberdi, cepten aradı, şeker ve çiçek almaya gidiyorlardı. Kâmil Bey’in “Güzel sözlerini tasarladın mı dostum? Sen isteyeceksin biliyorsun.” uyarısı ile kendine geldi, Cuma sonrası yaşadıkları akşamki programı bir an aklından çıkarmıştı. Hayırlı akşama dair konuşmaya dalmışlar, yolun açıldığına arkanın kornalarından uyanmışlardı, rasgele dilekleriyle ayrıldılar…  O akşam üç dost, Kamil Bey'in oğluna kız istemeye gideceklerdi. Kızın babası ile Ali Bey'in iyi bir hukuku vardı, Veli Bey ise annesini üniversiteden tanıyordu, öğrenci işleri müdüresi idi. Kız siyasal bilgileri bitirmişti, Kamil'in oğlu ile bir yakını tanıştırmış, babaların muhalefetine rağmen bir süre arkadaşlık yapabilmişlerdi...
 
Ali Bey'in günü beklemediği olaylarla geçiyordu; bu sefer de yardım kolilerini dağıtırken bir hanedeki doğum olayı ile karşılaşmıştı. Tamamlayamadığı kapıları depo sorumlusuna havale ederek anneyi en yakın hastaneye götürmüştü. Acil müdahelenin ardından nur topu gibi bir kız evlat dünyaya gelmiş ailenin arzusu üzerine de isim babalığı yapmıştı… Aile, miras yoluyla paylarına düşen küçük toprakta pahalı girdilerle tarım yapamadıkları için köylerini terk etmişti. Baba, inşaatta iş kazası sonucu engelli olmuş ve henüz yeni bir iş bulamamıştı. Anne ise evlere temizliğe gidiyordu. Ailenin, yaşları birbirine çok yakın üç kız evladı vardı, hayırseverler okutuyordu, hemşirelik sınavını kazanamayan en büyüklerinin elinden tutan geçen yıl vazgeçmiş Ali Bey devralmıştı… Doğum sonrası her seferinde oğlan bekleyen babanın burukluğu yüzüne vurmuştu. Ali Bey babayı bir köşeye çekerek bir yandan bebeğin bereketi ile geldiğini hatırlatıyor, içinden de "inşallah bunun da iyi yetişmesine vesile olurum." diyordu.  O yoksul semptte bütçesinin elverdiği kadar çocuk okutuyordu. Çarşıda hatırını kırmayanları her fırsatta teşvik etmesine rağmen, böyle bir hayra yönelenlerin sayısı oldukça azdı; bir yandan da piyasanın durgunluğu infakın[1] bereketine inanmayanları vazgeçmek zorunda bırakıyordu.   Bu düşüncelerle hastaneden ayrılıp hızla yola koyuldu, söz vermişti gecikmemeliydi, saatini hatırlamak için Kamil beyi aradı, neyseki daha vakti vardı, adres uzak değildi, yetişebilirdi, söz kesme merasiminde ne diyeceğini yol boyu kurgulamaya çalışıyordu...
 
Bir taraftan ağzından bal akıyor bir taraftan da sıkmamak adına bakışları süzüyordu. Elbette ağdalı sözlerin sırası değildi ama ailenin ve yeni nesillerin önemini bir biçimde vurgulamalıydı. Kâmil Beyin tebessümünden ve birbirine bakışan gençlerin tavırlarından artık sadede gelmesi gerektiğini hissetti, beklenilen cümleyle noktayı koydu: “Allah’ın emri Peygamberin kavliyle[2] kızınız Çiğdem’i oğlumuz Haluk’a istiyoruz efendim”. Kâmil Bey'in teşekkürü, kısa bir sessizlik ve ardından kız babasının "Bildiğim kadarıyla gençler anlaşmış, hayırlısı ise olsun!" şeklindeki alışılagelmiş cevabı Ali Bey hariç herkesi rahatlatmıştı. Kahveler yudumlanırken yapılan havadan sudan konuşmalarda Ali Bey sessiz kalıyordu; öyle ya, daha görevi bitmemişti, kafasında en iyi cümleyi arıyordu. Karşısında,  küçük bir kız çocuğu elinde tepsi ona bakıyordu. Doğrulup başını okşayarak salonun ortasına geçti, gençleri yanına çağırdı, uzanan parmakları ve alkışlamak için ayağa kalkanları bekletmemeliydi, “Bu halkalarla torunlar okşarsınız inşallah!” diyerek yüzükleri taktı, fazla uzatmayın temennisi ve besmele ile kurdelesini kesti. El öpmeler, tebrikleşmeler, çay eşliğindeki ikram faslı, Veli hocanın okuduğu bir sûre ve topluca yapılan dua ile geleneksel tören tamamlanmıştı. Hayırlı olsun dilekleriyle kalkarlarken Ali Bey paltosunu tutan Çiğdem'e "Tutanların çok olsun kızım!" dedikten sonra ayaküstü takılmak istedi:
 
"Söyle bakalım! Okulunda öğretilenle ortalıktaki siyaset örtüşüyor mu?"
 
 "Malesef efendim. Ortalıktaki aldatma sanatı bence. Çoğunun umurunda olmadığı için de bu sanat pazar buluyor. Bir ara babam yeltenmişti o dünyaya girmeyi, değil mi baba?"
 
"O âlemi biraz kokladım, yapamazdım kızım. Orada doğrularla tercihler ayrık duruyor. Hizmet diyorlar güya, kime ve neye hizmet? Değerler pervasızca bir köşeye atılabiliyor."
 
"Gördünüz mü? Bana da başka branşı önermişti ama iyisini yapanlar olmalı diye vazgeçmedim."
 
Haluk, Çiğdemin geçen gün üniversitesinin siyaset akademisine kayıt yaptırmasına çekinceli onay vermişti; desteğini bir kez daha belirtmek istedi: “Dönmesi zor o ince uzun yola kararlıysan yanındayım, bilmiş ol!”
 
“Eminim hayatım! Şimdilik sadece öğreniyorum, zamanı geldiğinde büyüklerimizle birlikte karar veririz.”
 
Müstakbel gelinin bu niyetinden hayli şaşıran Kâmil Bey endişesini şöyle dile getiridi: “Aman kızım dikkat! Kurtlar vadisinde kuzu olma sakın! Öyle değil mi Veli hocam? Sen de bir ara acaba mı diyordun.”
 
“Bazen diyorum hâlâ. Çiğdem kızımız haklı bence de, alan doyumsuz kurtlara bırakılmamalı. Neden gülümsedin Ali?”
 
“Kendini irşada adayanlar, yanlış gördüklerini o âleme yaklaşmadan dile getirmeliler. Sen de bunu gayet ğüzel yapıyorsun zaten dostum… Hadi artık! Herkes ayakta kaldı, gelecek Cuma enine boyuna ele alalım inşallah.”…
 
Davetli kalabalığı, asansör kapılarında bekleşiyordu; yüksek bir bloğun en üst katındaydılar, bazıları yaşlılara hürmeten merdivenlere yönelmişti. Asansörlerin biri arızalıydı, birinden de gecenin bu vaktinde eşya taşınıyordu, iki asansöre bakıyorlardı. Kâmil Bey hanımı ve oğlu ile bir süre daha kalacaklardı, Çiğdem ve Haluk düğünün uzatılmaması arzusundaydılar, bunun için de anneler süreci ve sorumlulukları konuşacaklardı. Ali Bey ve Veli hoca birlikte iniyordu, Çiğdemin okuldan arkadaşı Fulda da bırakacak kimsesi olmadığından yanında getirdiği babaannesi ile birlikte o kabindeydi, cepten taksi durağını arıyordu ama nafile. Boyu küçülmüş beli bükülmüş yaşlı kadın "Kalkmadan önce çağır dememiş miydim kızım?" diye çıkışıp dururken Ali Beyin "Bizimle gelin kızım! Yerimiz var, acelemiz de yok." teklifi ile susmuştu, torununun kabul etmesini bekliyor gibiydi. Şehrin uzak varoşlarında bir gecekondu semtinde oturuyorlardı, Fulda'nın yollarını saptırma endişesini Ali Bey gidermişti, zaten Veli hocayı da çok uzağında bulunmayan gelişmiş bir siteye bırakacaktı.
 
Apartman kapısından çıkmışlardı, gündüzün yumuşaklığı yerini kuru bir ayaza terketmişti. Yağışsız ve ılıman geçmekte olan kışa aldanan bazı bayanlar gösterişli kıyafetleri içinde titreyerek arabalarına koşuşuyorlardı; onlar ise babaannenin adımları ile park yerine ulaşabilmişlerdi. Arabanın içi buz kesmişti, Ali Bey habire anahtarı çeviriyordu, marş basıyordu ama motorda tık yoktu, içinden “Bu da günün son sürprizidir inşallah!” diyordu. Arkadaki babaanne paltosunun içinde büzüldükçe büzülüyor bir taraftan da yanındaki torununa “Bu senin yüzünden.” gibisinden bakıyordu. Ali Bey’e çok uzun gelen birkaç dakika sonunda motor canlanmış, içerisi hemen ısınmaya başlamış, toplu konutun ana kapısına yönelmişlerdi.
 
“Epey üşüttük. Ne olur! Kusura kalmayın hanımlar”
 
“Ne demek efendim! Olacağı varmış, değil mi babaanne?”
 
“Başa gelen çekiliyo yavrum… Kestirmelerden gitsek gâli!”
 
“Kaygılanmayın efendim! Önce sizi bırakacağım.”
 
Törenin davetlileri çoktan ayrılımışlardı. Site sakinlerinden birinin öndeki arabası ile birlikte ana kapıdan çıkıyorlardı ki maytaplı, gaz tabancalı protesto sesleri ile irkilip durdular. Sokakta konuşlanan ekipten iki polis yaklaşıp bulvarın kapatıldığını uyarmış, onların tarifi ile de dolambaçlı yollara sapmışlardı. O Cuma sonrası karşılaştığı olaylardan duyduğu kızgınlık, şaşkınlık, haz ve sevinç birbiri içine girmiş, Ali Beyi durgunlaştırmıştı. Biraz önce polisin tarif ettiği yol çoktan aklından uçmuştu, semti bilen öndekinin kılavuzluğu olmasa gecenin bu saatinde tenha sokaklarda labirent macerası yaşayabilirlerdi. Bu yaşına kadar sabırla pek dostluk kuramamış olduğuna kanaat getirdiği babaanne için “Bakalım bunu da çekebilecek mi?” diye düşünürken yanındaki Veli hocanın melodili cebi ile kendine geldi. Eşi arıyordu, endişelenmişti, gösteriler oraya da yayılmıştı, bir yerlerden dolanmasını söylüyor, o da yatıştırmaya çalışıyordu. Kapattıktan sonra Ali Bey biraz takılmak istedi:
 
“Bir bekleyenin olması ne güzel! Değil mi hocam?”
 
“Ne demezsin dostum! Dozundan zorlanıyorum bazen.”
 
“Al sana bir güzellik daha: Birbirinize sınav vesilesisiniz.”
 
“Seninki daha da güzel: Her şeye dolu tarafından bakabiliyorsun.”
 
 Arabanın manevraları babaanneye ninni gibi gelmiş, arkada başı öne düşmüş kestiriyordu. Konuşmalara pür dikkat kesilen Fulda ise içinden Ali Bey’e tam Polyanna huylu diyecekti ki onun “Sadece öncelik tanıyorum.” cevabı bu yargısını engelledi. Üç dostun derin düşünce insanı olduğunu Çiğdem’den öğrenmişti, şimdi de şahit oluyordu, etkilenmişti, bir şeyler deme ihtiyacı hissetti, birkaç gündür yayılarak devam eden gösterilere değinebilirdi, “Şu sokaklara dökülenlere de iyi tarafından bakılamaz mı?” diye söze girdi. Veli hoca başını arkaya çevirdiği sırada Ali Bey lafı ağzından aldı:
 
“Cevap sende olmalı kızım, bu ülkenin mirasçıları sizlersiniz.”
 
“Bence bakılmalı, yaftalamadan önce kulak verilmeli.”
 
“Haklısın da gösterilere yapışan kötü niyetli fırsatçılar yaftalama heveslilerinin ekmeğine yağ sürüyor. Sen de öyle görmüyor musun hocam?”
 
“Aynı fikirdeyim dostum, ama yinede muhataplar yapıcı eleştrileri ayıklamalılar… Bakışından buna katılmadığını anlıyorum kızım.”
 
“Nerede hocam? Keşke öyle olsa; fırsatçıların söylemleri üzerinden halkta kendi çıkarlarına algı oluşturma peşindeler.”
 
Veli hoca, Fulda’nın bu tespitine kafa sallıyorsa da içine sindiremiyordu; bir süredir aklını kurcalayan demografik bir olgunun konu ile alakasını Ali Bey’le paylaşmak istedi: “Ne dersin dostum; eğitim yaşımız yüksek olsaydı farkeder miydi acaba?
 
“Sen daha iyisini bilirsin ama o dediğin yaşın niteliğine bağlı, hangi değerlere sarıldığımıza bağlı diye düşünürüm… Velhasıl, layığımızı buluyoruz hocam.”
 
Ali Bey emanetlerini salimen evlerine ulaştırmış evin yolunu tutmuştu; o günkü olaylar gözünün önünden film şeridi gibi geçiyor, bunlarla karlılaştığı için hem şükrediyor hem de "Bir yanlışım olmamıştır inşallah!" diyordu...
 
 
 
 
[1]İnfak: Yardım
 
[2]Peygamberin kavliyle: Peygamberin sözüyle, onu vekil tayin ederek, onun adıyla.
 
Toplam blog
: 112
: 152
Kayıt tarihi
: 18.09.12
 
 

ODTÜ'lüyüm, makina yüksek mühendisiyim, vicdanı rahat bir memur emeklisiyim, iki çucuk babasıyım,..