Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 
 

mustafa kemal büyükmıhcı

http://blog.milliyet.com.tr/mihci47

26 Nisan '15

 
Kategori
Öykü
 

Onların Cumaları - Bölüm 9

Onların Cumaları - Bölüm 9
 

Bir buradan bir oradan


 

"Açık semayı ve arada bir uçuşan kuşları es geçiyor, çok katlıların bile çatılarına yukarıdan bakmakdan haz duyuyordu sanki…

 

Holding merkezindeki planlama bölümünün açık ofis tipi mükellef döşenmiş salonuydu. Çalışanların çoğunluğu boş gözlerle önlerindeki ekranlara dalıp gitmişlerdi; sıkıntıları yüzlerine vurmuştu. Klavyelerini konuşturacak ve iletişimlerini sürdürecek motivasyon diplerdeydi. Tütün tityakileri ikide bir açık havaya kendilerini atıyor, bunlara diğerleri de katılıyordu; birbirlerinden rahatlatacak sözler işitmek istiyorlardı ama konuşmalar endişeleri derinleştirmekten öteye geçemiyordu, eski günlerini arar olmuşlardı. Durum diğer bölümlere de sirayet ediyordu. Her şeye rağmen şirkete aidiyet duyguları sağlamdı; bunu baba dedikleri Orhan Bey’e ve onun sağ kolu CEO’suna borçluydular. Yönetime katılabildikleri ve sözlerine kulak verildiği o günler gerilerde kalmıştı ne yazıkki. Takım çalışmasının hâkim olduğu merkezde en yeni beyaz yakalı beş yıllıktı ve her biri görevine kendi işi gibi sarılıyordu. Şimdi babanın oğlu vardı tepelerinde, yeni CEO olarak, “Dediğim dedik, çaldığım düdük!” demeye başlamıştı. Aslında vebal, merkezdeki bini aşkın çalışanındı; Yönetim Kurulu’nun belirledikleri arasından onlar seçmişti. Çoğunluk babanın oğlu Burak’ı tercih etmişti; kimi Babanın oğlu olduğundan, kimi tuttuğunu kopardığından, kimi yakışıklılığından, kimi eskisine muhalefetten, kimi de önünün açılabileceğinden. Aralarında kaç kişi kurum değerlerini düşünmüştü? Kim bilir! 

İlk birkaç ay, Burak’a oy vermeyenlerin bile beğendiği dönemdi; bürokrasi azaltılmış, kararlar hızlanmış, başarılar ardı ardına gelmişti. Ancak, Burak yetinmiyor “Daha daha!” diyordu. Risk yönetimi kurulları ona ayak bağı olmasın diye kâğıt üzerinde kalmaya itilmiş; etrafında şak şakçı danışmanlardan kendisine ulaşılması zor bir kabuk oluşmuştu. Orhan Bey’in Yönetim Kurulu başkanlığını sürdürmesi ezilenlerin umudu oluyordu ama giderek zayıflayan bir umut. Arada bir dolaşıp hatır sorduğunda kimsenin çıtı çıkamıyordu artık; buna cüret edenlerin başlarına gelenler herkesin korkulu rüyası haline gelmişti. Halbuki, şirketin gidişatında ciddi riskler göz kırpıyordu. Alttan gelen önerilere itibar eden bazı orta kademe yöneticileri Budak yandaşlarının pervasızca attıkları çamurlardan ve patron fırçasından yılmışlardı. İşine son verilenlerin yerleri biat edenlerle hemen dolduruluyordu.

Planlama direktörü Hakkı Bey metanetini koruyabilen üç direktörden biriydi; erdemi ve liyakati ile Orhan Bey’in dikkatini çekmiş, alt kademelerden hızla yükseltilmişti. İşlerde kalite, çabukluk ve ucuzluk onun için yegâne başarı kriterleri değildi; iş süreçlerinde iç ve dış paydaşlara haksızlık edilmemesini, bardağın dolu tarafına odaklanmayı ve işlerin güzellikle hallini şiar edinmişti. Bu özellikleri işleri yavaşlatıyor, Budak’ın sağ kolu olan iş geliştirme direktörünü küplere bindiriyordu. Aşağı tükürse sakal yukarı tükürse bıyıktı: Bir yanda Hakkı Bey’in arkasında baba, diğer yanda da hesap vermesi zor olan oğlu vardı. Ona anlattığı nedenler zaten âşikardı ama gecikmelerin zılgıtını kendisi yiyordu; babasıyla karşı karşıya gelmek istemeyen Budak’ın boks torbasına dönmüştü. Koltuğunu korumak adına bir şeyler yapmalıydı, bazı sözleşmelerden tırtıkladıklarıda vardı, açığa çıkarsa hapı yutardı, birkaç gündür bunlara yoğunlaşmıştı. Uykuyu tutturmaya çalıştığı gecelerden birinde aklına bir şey geldi: Hemen red etti, “Olamaz, hayır!” diyordu ama sanki içinden birisi kurgusunu da gösteriyor, kırıntı haline gelen değerlerinin işe yaramadığını söylüyordu. Zayıflamış vicdanını tümüyle köreltecek bir karar arefesindeydi, kahvaltıda utancından eşine bile bahsedememişti. Makamına gelip oturduğundan beri başı iki eli arasındaydı, telefonu çınlayıp duruyordu, kapı tıklandı, karşısındaki bayan asistanıydı:

“Efendim! Bölmedim umarım. Dün tembih etmiştiniz, yeni şube müdürünüz Hâle hanım geldiler.”

Bir türlü içine sinmeyen düşüncelerine ara verip kafasını kaldırdı: “Tamam! Buyur edin!”

Hâle hanım, dekolte sayılabilecek giyimi ve işveli selamıyla direktörü hayli şaşırtmıştı; özgeçmişi ve referansları göz doldurmuştu ama mülakatta böyle değildi. Rakip bir şirketten kabarık ücretle transfer etmişlerdi, piyasada aranan iletişim kurtlarındandı. Görevinin gereği bir alışkanlık diye düşündü, kalktı, selamını nezaketle karşıladı, misafir koltuklarına buyur etti, kendisi de yakınındakine oturdu, tercih ettiği süzme kahveyi ısmarladı. Zihnindekileri atıp nereden başlayacağını kurarken, Hâle hanım erken davranmıştı:

“Rifat Bey! Her halde yoğunsunuz! Daha sonra da rahatsız edebilirim.”

“Rica ederim hanfendi! Bu günkü acendamı kurguluyordum, bitti sayılır… Evvela yeni işinizi tebrik eder başarılarınızın burda da devamını dilerim!”

“Çok naziksiniz, teşekkür ederim! Gelmeden önce arkadaşlardan brifingleri aldım. Kafamdakileri paylaşmak ve direktiflerinizi duymak isterim, uygunsanız?”

Bu arada cebi çınlamıştı, göz attı, insan kaynakları direktöründen şifreli mesajdı. “İzninizle!” deyip açtı; irkildiği yüzüne vurmuştu, kapattı ama başı öndeydi.

“Bir tatsızlık yoktur umarım?”

Kaçamaklı bakışlarla “Hayır, hayır, yok! Gündelik ufak tefek sıkıntılardan biri,” dediyse de görüşmeyi ertelemeyi yeğlemişti:

“Paylaşmak istediklerinizi ekibinizle birlikte yapsak diye düşünmüştüm.”

“Tabi ki! Ne zaman arzu ederseniz… Zaman ayırdığınız için teşekkürler,” diyerek kalktı. Anlamlı bakışla tokalaşması direktörü etkilemiş; kapıya kadar geçirirken insan kaynakları direktörü içeri dalmıştı. Hâle hanım her ikisine de baş selamıyla iyi günler dileyerek ayrıldı.

Daha dönüp oturmamışlardı ki insan kaynakları direktörü merakını yenemedi: “Okudun mu?”

“Evet de! Neden önce yollamadın?”

“Taze bilgi…”

“Duyulursa sıkıntı çıkarır… Dedikodu olmasın?”

“İki ahbabın başından geçmiş; ağızları sıkıdır, dert etme! Günümüzde iletişim dünyasındaki başarının anahtarlarından biri oldu artık. Anahtar deliğinden girebilmek için şimdi daha neleri göze alıyorlar, aklın durur!”

“Şu baba dediklerinin kulağına bir giderse hapı birlikte yutarız biliyorsun…”

“Gitse bile patron halleder. Takma kafana!”

“Babasının hışmından o da korkar, sen ne diyorsun!”

“Tamam! Hallederiz yahu! Gizlemek de boyayıp sürmelemek de işimiz biliyorsun… Kaz gelecek yerden tavuk esirgenir mi? Şu zorlandığın kontratları bir çözerse, baba bile selam çakar emin ol!”…

Direktör ayrılmış, vakit öğleyi bulmuştu. Oflaya puflaya ofisini arşınlamaya başladı; Hakkı sıkıntısına şimdi bir de Hâle’ninki eklenmiş, öğleden sonraki direktörler toplantısına mecali kalmamıştı; patronun fırça salvoları bakalım bu sefer kimlere isabet edecekti. Dolabını açtı, kadehi tıka basa doldurdu, pencere önünde etrafı temaşaya koyuldu. Açık semayı ve arada bir uçuşan kuşları es geçiyor, çok katlıların bile çatılarına yukarıdan bakmakdan haz duyuyordu sanki. Yakın camilerden birbirine karışan Cuma salâları yudumunu ağzında bırakmış, rahmetlik babasının dediklerini kulağında çınlatmıştı. İçinden gelen sesi susturmak istercesine yutarken damlalar boğazına düğümleniverdi; ardından gelen öğürmeler ve su içmeler… Son nefesi düşündürmüş müydü acaba?

 

… Toplantı hostesinin oturma düzeninde Hakkı Bey ile yan yana düşürülmüştü, onun içten selamını bürokrasinin ruhsuz sözleriyle karşılamıştı, diğer yanındaki iş geliştirme direktörüyle fısıldaşıyordu. Onların bu fiskosu bile salondaki sessizliği bozuyordu; diğerleri önlerindeki ekranlardan hazırlıklarını gözden geçirmekle meşguldüler. Biri hariç tüm koltuklar dolmuştu, herkesin bir gözü keşke gelmese der gibi kapıyı süzüyordu… Budak Bey hızlı adımlarla girdi, kimseyi selamlamadan yerine geçip önüne konan dosyaya bir çırpıda göz attı, yüz ifadesi ürkütücüydü. Ellerini parmak uçlarından birleştirerek katılanların yüzlerini sağdan sola taradı. Ağızını açacağı sırada boş koltuğun sahibi lojistik direktörü kapıdan girmiş, neşeli bir suratla yerine yerleşiyordu. Toplantının başlangıç fırçası umulduğu gibi olmamıştı. Budak Bey’in “Hallettin mi?” sorusuna verdiği “İşlem tamam!” cevabı diğerlerinin şaşkın bakışlarına yol açmıştı; kurumda yeni olmasına rağmen aralarında bir hukuk bulunduğu anlaşılıyordu. Budak Bey “Ellerine sağlık!” dedikten sonra katılanlara hâl hatır sormadan önündeki dosyaya bakarak gündeme geçti:

“APEL-7 kodlu projemizin kontratı hâlâ neden gecikiyor? Evet Rifat! Seni dinliyorum!”

Korktuğu başına gelmişti, bir yanındaki Hakkı Bey’e bir de karşı tarafta oturan operasyonlar direktörüne baktı, “Muhatabı Hakkı olmalıydı,” diye düşündü ve ona pas atmaya çalıştı:

“Planlarını acilen gözden geçirmesi için Hakkı Bey ile görüşmüştüm; bana bir dönüşü olmadı efendim. Operasyonlar da onu bekliyor.”

Bu kez hedefine Hakkı Bey’i aldı ama yutkunarak üslubuna çeki düzen vermeyi de ihmal etmedi; arada babası vardı: “Biliyorsun Hakkı! Yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik… Geciktiğimiz her gün masrafa yazıyor… Hadi bunu geçtim! Karşı tarafa sözümüz var! Yiyelim mi yâni?”

Hakkı Bey’in gözünün önünden köy ahalisinin yitmeye yüz tutmuş umutlu bakışları geçiyordu; sadece raiç bedellerden haklarını istiyorlardı. “Alırken kazanmak tamam da, hak yiyerek olamaz,” diye düşündü. Operasyonlar direktörüne baktı; kafa sallamasından, kriterler yumuşatılmadığı için alternatif bir arazi bulamadıkları belliydi… Kafasında bir şimşek çaktı, neden olmasın dı! Köylülerle yapılan müzakereler zaten Budak Bey’in yakın takibindeydi; halleri ona da tesir etmiş miydi bilinmez ama köylülerin başlatabileceği hukuk sürecinden kaçmak arzusu âşikardı. Bir seferinde gıdım gıdım artırmaya yeşil ışık yakmıştı. İçinden “İnşallah razı olur!” diyerek başladı:

“Bir çare var efendim!”

“Nedir?”

“Veremediğimiz kısmı için hissedar yapalım.”

Yüzünü buruşturdu, pek hoşuna gitmemişti ama kontratı da bir an önce imzalaması lazımdı, karşı taraf makine yatırımını yapmış bekliyordu. Operasyonlar direktörüne döndü:

“Temiz bir arazi yok mu yahu?”

“Bir tane var ama onu da tarım tıkıyor efendim.”

“Desene, onun için de devletle cebelleşmek lazım! …Tamam, o zaman! Hakkı’nın yolundan yürüyün, halledin şu işi artık! …Rifat! Sen de elini çabuk tut! Başka bir pürüz duymayayım.”

Gündemin diğer maddelerine geçmişti ki Orhan Bey’in içeri dalması ile birlikte herkes ayağa fırlamış; kapıya arkası dönük olduğu için davranmakta gecikmişti.

“Otur oğlum otur! Siz de buyurun gençler! Böldüğüm için kusura kalmayın!”

İçinden “Zurnanın zırt dediği yerden bir soru gelmez inşallah!” diye geçiriyordu: “Baba hoş geldin! Haber verseydin keşke, hazırlık yapardık.”

“Ne hazırlığı canım! Bu gün vakit öldürmek, kafa dağıtmak içimden geldi. Ben yanına ilişirim, siz devam edin hadi!”

Otururlarken sevimsiz bir sürprizle karşılaşmamak adına ön almak istemişti: “Şu APEL-7 projesi vardı ya… Sen gelmeden tıkanıklığını açtık baba!”

“APEL-7 mi? … Oğlum yorma ne olur!”

“Olga’nın gizli projesine yerli malzeme üretecek tesis; unuttun mu?”

“Haa, tamam da! Nerede tıkandı ki?”

Jeton düştü, kendi ayağı ile kapana sıkışmak üzereydi; babasına “Pürüzsüz ilerliyoruz, endişe etme!” diyegeliyordu. Durumu kızarıp bozararak kısık sesle özetledi. Getirilen acı kahveden arka arkasına iki yudum çektikten sonra Orhan Bey’i orada bulunanları süzerek gülümseme tutmuştu. Ağızını açacaktı ki oğlunun cebi mâni oldu, bekledi… Budak Bey’in parmağı kapatma tutuşuna yönelmişti ama ekrandaki Cedi’nin kod ismiydi. Babasından izin alarak ofisine geçti; birkaç dakika sonra döndüğünde de alı al moru mordu. Babasına aldırmadan lojistik direktörüne “Hani işlem tamamdı,” diyerek argo karışık kükremeye başladı. Babası koluna dokunmasa devam edecekti:

“Yeter! Tamam! Kozunuzu ben yokken paylaşırsınız.”

“Baba hoş gör ne olur! Yanıltılmaya dayanamıyorum.”

“Dur bakalım! Bir dinle anla önce!” dedikten sonra lojistik koltuğundakine bakarak devreye girdi:

“Kulağımız sende oğlum! Nedir bu durum?”

“Efendim! Budak Bey’in talimatlandırdığı biçimde halletmiştim. Bana demeyi unuttuğu bir şey varsa onu bilemem.”

Budak Bey direktöre güvenirdi, talimatında atladığı bir nokta da yoktu; onun bu sözü ile Cedi’nin bir şekilde tatmin olmadığı anlaşılıyordu. Şimdi, emin olmak için işin ayrıntısını sorgulamaya başlasa bu sefer de babasına tosluyabilir, iki patron arasında sandeviç olabilirdi. Konuyu kapatmak istedi, ama Orhan Bey erken davranmıştı; APEL-7 projesindeki tıkanıklığa dönmek istiyordu:

“Bunu sonra aranızda halledersiniz. Şu tıkanıklığa gel bakalım! Merak ettim.”

“En uygun arazideki köylüleri razı edemiyorduk, ama Hakkı Bey’in önerisi ile çözeceğiz baba. Rahat ol! Birazı para kalanına da hisse vereceğiz.”

“Şu babalı oğullu madenlerde çalışan köylüler değil mi? Kaç hâneydi orası, unuttum?”

“Evet baba! Yaklaşık elli hâne diye hatırlıyorum.”

“Oğlum, mühür sende! Ama bir önerim var!”

“Hayırdır baba?”

“Hayır, hayır! O tesiste orta vasıflı kaç kişi çalışacak?”

Cevabı Hakkı Bey vermişti: “200 civarında, daha fazla olmaz zannederim.”

“Tamam, o zaman oğlum! Hakkı iyi düşünmüş, ama ben olsam, hisse yerine madencilerini eğitip işe alırdım. Hattâ bildiğim kadarıyla bir kısım gençleri üniversite mezunu idi, değil mi?”

“Bu bana uyar da hisse onlara daha tatlı gelmez mi baba?”

“Balıklama atlarlar merak etme! Hissenin zarar riskini de madenciliğin riskini de hemen düşünürler. Ayrıca sevap kazanırsınız oğlum!”

“Emrin olur baba! Yarında tezi yok köylülerle konuşuruz. Benim amacım kontratı bir an önce imzalamak.”

“Yalnız, dikkat et! Eğittikten sonra ucuza kapatma! Emeklerinin hakkını ver!”

Babanın bu müdahalesinden dolayı orada bulunanlardan lojistik hariç Budak Bey yanlılarının suratları ekşimişti; eski günleri özleyenlerin ise ağızları kulaklarına varıyordu…

 
Toplam blog
: 112
: 152
Kayıt tarihi
: 18.09.12
 
 

ODTÜ'lüyüm, makina yüksek mühendisiyim, vicdanı rahat bir memur emeklisiyim, iki çucuk babasıyım,..