Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Aralık '08

 
Kategori
Öykü
 

Onların hikayesi -19-

Onların hikayesi -19-
 

1.Murat Camii girişi-S.Boya-26x38Cm.Muradiye-Yücel AKTAŞ


Biraz ezik başlayan akşam yemeği sonrası, kararlaştırdıkları gibi hepsi de Tophanedeki “Askerî Mahfil” e gittiler.

Bursa’ya yükseklerden bakan bu seçkin yerin uçurum kenarı bahçelerinden şehrin ışıklarını seyrettiler. Çiçek tarhları arasında çift çift gezindiler, konuştular. Bu ılık yaz akşamında, gelecekte gerçekleşmesini arzuladıkları beklentilerinin ilk tohumları ifadelerinin içlerinde saklı gibiydi. Munis ve samimi, onurlu tutumlarıyla yan yana yürüdükleri gençleri boş bir hayalin içinde olmadıklarına inandırıcı bir kibarlık ve terbiye içindeydiler.

Dondurma, keşkül, çay ve limonata ile süslenen akşam gezintisi, İsmail ve arkadaşlarının arabaları ile on sularında Onları geri getirmesiyle bitti.

Onlar yokken; bizde kalan iki genç ve Süha’nın hamamdan geri getirdikleri iç çamaşırlar çoktan yıkanıp asılmış, kurumaya asılmıştı bile.

Eve girdiklerinde Babamın bahçe diplerinde bir uğraş içinde olduğunu görüp sorduklarında; o da anlattı. Karakolun bekçilerinden Erzurum’lu çolak Mahmut’un ikiz oğullarının sünneti de yarın yapılacaktı. Babam bu insanı sever, güvenirdi. O zamanlar bekçilerin doğru dürüst bir maaşları olmadığından, mahalle karakollarında görev yapan bu insanlara o yerin sâkinleri maddeten sahip çıkarlardı. Bakkal -kasap, kömürcü -oduncu kendilerini incitmeden yardımda bulunmayı bilirlerdi. Askerliğini Pasinler’de yapmış olan Babamın, bekçi Mahmut’la arası iyiydi. Annem de, karısını temizlikte ve bazı ufak tefek yardımlarından tanımış, sevmişti. Merttiler. Babam için karakola yemek götürmeye geldiğinde, aynı yemekten bir tencere de eve götürsün diye Mahmut’a verir; “yapma yenge, olmaz valla” dese de zorla ikna ederdi.

Yarın ;olanca eğlence ve şenlik oluyorken, bu iki yavrucak da, kesildikten sonra, bahçenin bir köşesinde niçin yatıp bakmasınlardı! Annem ve Nihal teyze gündüz gidip onları buna razı ettiler. İşin içine bir “sünnet düğünü” havası da girecek olursa çok da güzel olurdu.

Babam, Mahmut ve delikanlılar; temiz tahtalardan çabucak bir yatak ranzası meydana getiriverdiler. Üstüne konulacak bir yün yatak ve Annemin işlemeli örtü ve yastıkları ile yarın süslenip donatılacaktı. Bütün kızlar, yarın erkenden bunu kendilerinin yapmasına Annemden izin alıp el çırparak sevindiler.

Bekçi Mahmut’un bu mahallede az emeği mi vardı? Gece yarıları kapıları yoklar, açık kalmış olanları, saat kaç olursa olsun sahibini uyandırıp kapatılmasını sağlardı. O da Kurtuluş’tan bir gâziydi.

Yücel dünden beri hafif ateşli ve sıkıntılı olduğu için Annem onun yanına, babam da yakındaki kahveye gitti. Halime ve Yıldız yenilenen çayla meşgulken, delikanlılar Babamın eve getirdiği gramofon ve taş plakları çıkarıp orta masanın üstüne koydular. Babam, âleti Yahudilikteki bir meyhâneden , plâkların çoğunu da “Dağcılık Klubü” nden temin etmişti. Annemin tâlimatı ile dans plâkları olmasını tembihlemiş, onlar da başta tango olmak üzere zamanın en bilinen dans müziklerinin plâklarını Mahmut’un kolunun altına sıkıştırmışlardı. Süha’nın dikkatlice koyup kaldırdığı taş plâklar çalındıkça ilgi ve merakları giderek artan gençlerin kıpırdanmaları boşa değildi. Viyana valsleri, Tino Rossi’nin romantik Fransız şarkıları, Mario Lanza’nın muhteşem aryaları ne kadar güzeldi! Modern Türk gencinin bunları da öğrenip bilmesi, dans edebilmesi; ATA’nın da önderlik ettiği bir husus değil miydi!!

Aşağıdan gelen seslerinden bu dans işini acemice başlattıklarını duyup anlayan Annem gülerek merdivenlerde gözükünce, koşup yanına gelen Süha: “Ablacığım, öğretir olduğun pek çok şey gibi bunda da bize yardım eder misiniz? Biz henüz pek beceremiyoruz.” ricası üzerine, Annem O’nu eş alarak tangonun ilk yürüyüşlerinin nasıl olacağını göstermeden yapamadı.

“Bir-ki-üç… bir-ki-üç… Önce sağ; bir-ki-üç….sonra sola bir-ki-üç… sonra bir adım geri… .sonra iki ileri… tekrar bir adım geri…!! Çalışın, yarın hepinizi dans ederken görmek istiyorum.” diyerek her delikanlıyı bir müddet kollarında tutarak dans etti. Sonra hepsini eşleştirerek topluca dans edişlerinde düzeltmeler yaptı, gururla seyretti. Daha rahat hareket etmelerini sağlamak ve Yücel’ini de pek yalnız bırakmamak için yine yukarıya çıktı.

Gece yarısından epey sonraya kadar gülüp eğlenen gençlerin bir kısmı ayrılmaya hazırlanırken eve gelen Babam, Onların iyi geceler dileklerini aldıktan sonra herkes odalarına çekildi. Geçirdikleri çok güzel bir günün ardından, yarın daha da yoğun bir gün yaşayacaklardı.

Babam bahçe çeşmesinde elini yüzünü yıkadı, kurulandı. Merdivenlerden yavaş yavaş yukarı kattadaki yatak odasına çıkarken, tahtaların ufak gıcırtıları azalarak kayboldu.

Orta kattaki antika duvar saatinin iki defa vuran ding-dongları, sessizliğe gömülmüş ahşap evin geniş sofalarında yankılar yaptı, sustu….

Onların Hikâyesi-19-
Devam edecek......

Sabah namazı ile ayakta olan Zehra, Süha’nın hâlâ uyuyor olduğunu bilerek, kendi gibi uyanmış Gülten’e yan bahçeden hafifçe seslendi. Başlayan yeni gün ona hayatının en mutlu gününü müjdeler gibiydi. Sanki bu çağırışı beklermiş gibi hemen yanına gelen Gülten’ nin koluna girerek eve girdiler. Bir köşede, gündüzleri toplanan yatak yorganın konulduğu ağır ceviz sandığı açıp, içindekileri teker teker dışarıya çıkarttılar. Birkaç katla kapatılmış bir bohçanın içinden; sırmalarla işlenmiş, naftalin kokan ipek kadife bir elbiseyi yer yatağının üstüne serdiler. Bu tuvalet gibi uzun ve çok uğraşılarak bezenilmiş elbise; anneannesinin gelinliğiydi . Rumeli zevkiyle işlenmiş seksen senelik bu düğün elbisesinin küçük yuvarlak şapkası da aynı kumaştan yapılmış, ön tarafına iki sıra altın Mecidiyeler sıralanmıştı. Rahmetli annesinin, ilk ve son defa düğününde giydiğini kendisine söylemişlerdi. Bahattin’le evlenirken, Savaşın acımasızlığı ve içine düşülen kara günlerin getirdiği matem havası ile, bunu giymeyi kendine yakıştırmamış , yıllarca sandıkta saklayıp durmuştu.

Ama, işte; sırası gelmişti.

Gülten, Zehra’nın aklından geçenleri biliyor gibiydi. Onun; zayıf, kemikleri belirgin yüzündeki acı ifadeyi görmemezliğe gelmeye çalıştı. Bu çok zengin bezeli güzel tuvaletin giyileceği gün, bu gündü..

Kızı, biricik kızı Yıldız; bu gün bunu giyecekti. Giymeliydi!!

İçlerindeki hüznü birbirlerine belli etmemeye çalışan bu iki anne, elbiseyi bahçeye çıkarıp nazikçe çamaşır ipine astılar, küçük bir el süpürgesi ile üzerinde kalan naftalinleri temizleyip, yükselecek güneş ışınlarının ısısına bıraktılar.

Gülten bir ara gidip, onlar gibi coktan uyanmış Annemi alıp geldi, askıda duran elbiseyi göstererek fikrini sordu. Ağır bir işçilik ve göz nuruyla yaratılmış bu nadide zarafeti taktirle izleyen Annem pek beğendi. Onların arzularını paylaştı; naftalin kokusu kalkınca alıp gelmelerini söyledi.

Bu özlemi içinde hep yaşatan Zehra, kızının mürüvvetinde bunu Onun üstünde görmeyi ne kadar istemişti.. Zaten, eğri-büğrü ve çoğu zaman ağlamayla geçen yıllardan sonra bu ilk mutluluk zirvesinde beklediği olmasın mıydı? Hayat bu!! Yarın ne olacağı bilinemezdi ki!! Ölüm vardı, kalım vardı..

Gün herkes için erken ve hızlı başladı. Görevler paylaşılmış olduğundan, yapılacaklar sırayla takip ediliyor, her şey sırayla yoluna koyuluyordu. Asıl yük düğün sahipleri kadınların üstündeydi. Yarım çuval pirinç ayıklanacak, iki dana budu sıyrılıp kuşbaşı yapılacak; iki kazan, bunları mutfaktaki taş ocakların üzerinde pişirip, sıcak tutacaktı. Aşçı Nail usta bu işi gönüllü kabul etmişti. O ve diğer komşu lokanta, tabak- bardak, kaşık-çatal ne varsa getirip yığmışlardı. Mahmut’un karısı ve kızkardeşi gerekecek bütün bulaşık yıkama ve yeniden hazır etmeyi üstlerine aldılar. İki kahvenin mevcut masa ve sandalyeleri mahallenin orta yaş çocuklarınca oyun oynar gibi bahçelere taşınmaya başladı.

Karakolun bekçileri Annemin gözüne bakıyor, neyi nereye kaldırıp götürmek gerekirse yerine getiriyorlardı.

Masalar ve sandalyeler bahçenin uygun yerlerine taşınarak yerleştirildi Kuyu başı ve dairesel etrafı oynanıp zıplanmak için boş bırakıldı.

Kâğıt ve kırapondan yapılmış süsler, fenerler, şeritler; gerilmiş elektrik tellerine dolandırıldı.

Kızlardan bir ikisi, Annemin dolaptan çıkardığı büyük boy bayrağı, en üst sofanın pencerelerinden aşağıya sarkıtıp bağladılar.

Mahmut, ana kapının iki kocaman kanadını ardına kadar açtı. Yan sokağa açılan iki bahçe kapısı da menteşelerinden yukarı alınıp gerilerde bir yere kaldırıldı. Gelen misafirlerin çoğu oralardan girebileceklerdi. Giriş ve yürüyüş yolları iki bekçi tarafından sulanarak dikkatlice süpürüldü.

Bütün dünürler ve onların çok yakınları hanımlar, bir çok gencin taşıdığı börek, tatlı, kuru yemiş paketleri, ekmek somunları ve daha bir çok yiyecekleri peş peşe eve getirmeye başladıklarında öğle yaklaşıyordu. Kızlar getirilenleri daha sonra masalara dağıtılmak üzere avlunun dip tarafındaki geniş sedirlerin üzerine sıralıyorlardı. Ne çok yiyecek akıp geliyordu!!

Mahmut ve ailesi, yanlarında ikizleri; mahalle içinde gezdirip el öptürdükten sonra İsmail’in arkadaşları büyük bir konvoy halinde onları Emir Sultan’a duaya götürüp getirdi. Mahalle sakinleri, komşular birer ikişer aileler olarak, yavaş yavaş gelmeye başladılar. Babamın temin ettiği çingene müzik takımı biraz çalarak biraz dinlenerek bahçeyi şenlendiriyordu. İlk yapılacak iş, küçüklerin sünnet kesiminin tamamlanması olacaktı. Muradiye Camiinin imamı, Bursa’nın meşhur “süpürgeci” lâkaplı sünnetçisi, karakolun polisleri ve aileleri, mahalleliler, komşular hep oradaydı. Babam kirveleri oldu. Küçük bir duadan sonra “hoppala gitti maşallah, işte bitti maşallah” bağırışları alkış, ıslıklar, ikizlerin küçük çığlık ve ağlamaları, davul-zurna-klârnet–zil sesleri arasında iş bir çırpıda bitti. İki küçücük, buruşuk et parçasının konulduğu büyükçe bir tepsi, düğünlerini de görün inşallah temennilerini sıralayan insanların arasında dolaştırılırken para ile birkaç defa dolup taştı.

Çengilerin oyunları, misafirlere etli pilav, şerbet-gazoz vs. ile yapılan hizmet devam ederken, en üst katta, Yıldız’ın giydiği o elbisenin birkaç yerindeki son küçük el dikişleri de bitmek üzereydi. Büyük boy aynasının önünde O, rüyalardan çıkmış kadar göz alıcıydı. Anneannesine ne kadar benzediğini ancak Zehra fark edebilirdi. Çok gerilere giden duygularının içinde, ağlamamaya gayret ederek kuru gözlerle kızını doya doya seyretti. İçini buran acıyı kimselere belli etmemeye çalıştı. Ortalıktaki hengâme ve yakınındaki insanların günün telâşı ile fazla dikkat edememeleri buna yardım ediyordu.

Elbise bahçeden getirildikten sonra Annem onu süratle Yıldız’a giydirmiş, şıp diye uyuverince de sevinmişti. Birkaç yerindeki sökük dikilip, buruşuk bazı yerleri ütüleniverince mesele kalmamıştı. Halime Yıldız’ın o güzelim saçlarına uygun bir biçim verip, şapkayı başına sağlamca tokalamıştı.

Ne kadar göz alıcı, ne kadar muhteşemdi!!!

 
Toplam blog
: 53
: 469
Kayıt tarihi
: 03.10.08
 
 

1- Ankara 1938 doğumlu 2-İlk ve orta eğitim- Bursa - 3-Lise terk ve Hv. Kvv.Teknik Okullarından Mu..