Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Şubat '09

 
Kategori
Öykü
 

Onların hikayesi -29-

Onların hikayesi -29-
 

Bir mutlu gün sonrasında, borazan çiçeklerinin dekorlaştırdığı bahçede çekilen gururlu bir görünüm..


DOKUZUNCU BÖLÜM

Kemal Paşa’daki evimiz; içinden akan Kirmastı çayının iki kıyısında kurulu mahallelerin birindeydi. İsmini hatırlayamıyorum. O tarihlerde “ Taş mektep “ diye anılan eski ve tarihi bir binanın yer aldığı sokak irisi bir yolun üzerinde yerleşmiş konak görünümlü, geniş bahçeleri olan evlerden biriydi. Arkadaşlarının temin ettiği bu evi kiralayan bizimkiler görmeye gittiklerinde; Beypazarı’ndaki evlerinin küçük te olsa benzeri gibi olduğunu görüp beğenen Annem: " A Mehmet, bu ev nasıl temizlenip toparlanır ? Kaç kişiyiz ki? Daha küçük bir yer olsaydı keşke .. -” babam : “ Fevziye, Osman kendilerine de yakın olsun istemiş. Ne yapalım, en üst katı kullanmayıveririz. Zaten ne eşyamız var ki!! İçini görünce hak verirsin. Çürük çarık yeri yok.Fiatı da pek ehven zaten.. Yaşar gideriz..” deyince: “ Eh.. Ne yapalım öyle olsun bari.. “ dedi

Artık küçük bir kasabada , üç-beş bin nüfuslu bir yerdeydik..

Savaşın her gün daha çok kavurduğu Avrupa ile; Japonya’nın acımasız yıkıcılığına maruz kalan uzak doğu; ateş ve ölüm bahçeleri halinde cehennemi yaşamaktaydı... Çok şükür bizde benzer bir şey yoktu. Yakın tarih, o yılların içinden nasıl ve ne zorluklar yaşayarak çıkabildiğimizi; sosyo-ekonomik, politik, askerî yönlerden bize neye mal olduğunu elbette yazıyor. Ama, çok şükür alevlerin içinde değildik. Son yirmi yıl öncesine kadar ne kadar sık alev ve barut yutmuştuk.

1941 ‘in sonlarına gelinirken, Aralığın 7.sinde Japonya olmadık bir işe kalkışıp, Pasifikte Pearl Harbour’daki Birleşik Devletler üssündeki kalabalık donanmaya saldırıverdi.. Dünya bu defa yine tepe taklak oluvermişti. Hâlen harbe resmen girmemiş olan ABD, büyük bir hırsla ileri atıldı…Böyle bir girişime başından beri karşı olup ta fanatik meslektaşlarının önüne geçemeyen Yamamoto: İşte, şimdi uyuyan devi uyandırdık. . “ derken, başlarına geleceği tahmin ediyor olsa gerekti.

O günlerde Yıldız’dan gelen mektuptan Süha ve İsmet’in üsteğmen oldukları haberi geldi. Bu , çok özlenilen birleşmenin yakınlaşması demekti. Bu rütbedeki ikinci yıllarında kavuşabileceklerdi artık çok şükür..Görev yerleri de değişmişti. Erzurum’dan Çanakkale’ye gelen İsmet , şimdi daha yakındı..Süha, Trakya’dan Sinop tümen komutanlığına atandı.Kara ve deniz müstahkem mevkileri, içinde bulunulan tehlike ihtimallerine göre devamlı hareketlilik içindeydi.Tam bir “harbe hazır” durumunda bulunulunca; silâh, mühimmat, teçhizat ve personel hareketliliği de kaçınılmazdı.. ABD’nin harbe girişi; dünyayı kaplayan bu ateşin boyutlarını da genişletmiş; büyütmüştü. Ama ortaya koyacağı çabukluk ve kahredici bir silâhı sonunda devreye sokmasıyla ; belki de daha da uzayabilecek bir dünya savaşını daha erken sona erdirmek mümkün olacaktı.. Yer kürenin iki ucunda milyonları kanlı dişleri arasında ezip ufalayan faşizmin soluğunun kesilmesi mutlaka gerçekleşecekti.

1942’nin Şubat ortalarında , Annem o sabah mide bulantısı ile uyandı.. O, bunun ne demek olduğunu daha önce üç defa yaşamış olduğu için gayet iyi biliyordu... Mâlum gününün epeydir gecikmiş olmasından şüphelenmişti zaten..

Gülümsedi... Sevindi …

Annem hâmileydi…..

Tatlı bir serzenişle, kendi kendine “ Başımıza iş aldık galiba.. Hayırlısı olsun; bari bu da bir kız olsun .. “ diye düşündü... Ama Babama hemen söylemeyecek , ilk bir ayın sonunu bekleyecekti. Tam emin olmalıydı.

Günü geldiğinde öğrenen babam çok sevindi..

Kısa zamanda yaşam düzenimiz yoluna girmişti. Ben büyüdükçe yaşantım artık – hatırlanabilirlik – kazanmaya başladı. Şimdi bile her şeyi o kadar iyi bulup çıkarıyorum ki.. Annemin giderek büyüyen karnını gördükçe, benim de merak ve hayretim büyüyordu. Bana bir kardeşin gelmekte olduğunu, sorduğum çocuksu sorulara aldığım cevaplardan artık biliyordum... Annem benim “ Ya ben ?…” sorularıma, benim de aynı yerde büyüyüp dünyaya geldiğimi o yaşımdayken bana anlatmaya çalışmıştı.

Ne kadar sevinçliydim! .. Nerdeyse akşam sabah onun gelmesini beklemeye başlamıştım..

O gün kapıda iki atlı durdu. Yanlarında gelen bekçi kapıyı vurarak bağırıyordu : “Yenge , yenge …” Atların birinden hızla inen asker, subayının atının dizginlerine yapıştığında o çevik bir hareketle yere atlamıştı bile.. Pencereden gelenlerin kim olduğunu çözmeye çalışan Annem, birden sevinç çığlığı ile odadan fırlayıp aşağılara uçarcasına giderken ben de peşinden yuvarlanırcasına iniyordum.. Atlar, atlar… Bizim eve atlar gelmişti. Taşlığa açılan kapının önünde duranlardan birine hasretle sarılan Annem ağlıyor, bu askeri öpüp duruyordu. Biraz sonra da babam göründü..

Atlar arka bahçedeki ahıra götürülüp önlerine su ve arpa konacak ; gelen iki asker de içeri buyur edilecekti..

Süvari çavuşu Nihat, Sıdıka ablasının oğluydu. Babası Çanakkale’de kaldığında ufacıktı. En küçük teyzesi Fevziye onunla devamlı meşgul olmuş, yaşıtı gibi olan dayısı ile birlikte büyütmüştü. Yumuşak huylu, munis bir çocuktu. Teyzesi onu her zaman çok sevdi, neydeyse annesinden çok ilgi gösterdi. Beypazarı’ndan ayrılıp Ankara’da başlayan yaşantısı, evliliğinin sürecindeki uzaklaşma ile onu çok az görebildiği yılların sonrasında ; işte şimdi karşısında duruyordu. Askere alındığını Safiye ablasının mektubundan öğrenmişti ama nerelerde olduğu belli değildi. Teyze-yeğen büyük bir hasret ve sevgiyle kucaklaştılar. Annem ağlıyordu. Bu büyük sevincinin dalgalanmasının hafiflediği gibi bir anda, biraz geride gülümseyerek duran genç zâbite baktığında; şaşkınlık ve sevinçle ona döndü ve derhal tanıdı. Evet bu oydu.. Bu, süvari bölük komutanı, Kırıkkale’li üsteğmen Nihat’tı..

Susurluk süvari taburundan bir-iki bölük; zamanlamalı sahra eğitimleri ve intikal çalışmaları için kasabanın çok yakınlarında çadırlı ordugâh kurmuştu. Gece gündüz tatbikat yapan birliklerin karavanası için gerekli sebze ve et Kirmastı’dan sağlanıyordu. Bir keresinde kendinin nöbetine rastladığında, bu iş için kasabaya inen Nihat çavuş, malzemeleri aldığı yerin insanlarına ümitsizce, eniştesi polis Mehmet’i sorduğunda aldığı haberle ne yapacağını şaşırmıştı. Aman yarabbi.. Teyzesi burada , işte burnunun dibindeydi.. Aldıklarını taşıyan arabanın önde koşulu katırlarını kamçılayarak hızla ordugâha geldiler . Onun niyeti , bölük komutanı üsteğmeninden izin alarak bir atla geri dönüp bizim eve gelmekti. Birkaç saatliğine de olsa görüp dönüp gelecekti.Ona, gitmek istediklerinin isimlerini söyler söylemez , yerinden ok gibi fırlayan komutanı : “ Hemen iki at eyerlensin.. Beraber gidiyoruz. Çabuk ol..” dedi ve yol boyunca çavuşuna Bursa’yı anlattı.

Bu beklenmedik buluşmanın sevinci ve getireceği daha başka boyutları da yaşanacak , yakın günler içindeki hoş buluşmalar; gündemde oturan karanlık ve heyecan verici, hatta korkutucu savaş haberlerinin ortasında bile, gönüllere; biraz olsun ferahlık ve ümit taşıyacaktı.

Ben ; bekçi amcanın beni oturttuğu eğerin üstünde, o yükseklikten yarı korkmuş , yarı mutlu bağırıp duruyordum ..

O gün akşam üstüne kadar birkaç saat süren beraberlikle , Annem hemen gerekli proğramı kafasında oluşturuverdi. Nihat madem ki bu kadar yakındaydı, Sara Bursa’dan gelerek nişanlısına niçin güzel bir surpriz yapmasındı!.

Görevleri beklediği için atlarına binerek ayrılan- iki Nihat - gittikten sonra ; konuyu ve düşüncesini açtığı babamın da yardımı ile, Bursa-Muradiye karakolu epey uğraşlardan sonra bulunup ; haber, Sara’lara müjde gibi iletildi.

Üç dört gün sonra Bursa’dan gelen telefon, uzun ve dolambaçlı jandarma hatlarından zorlukla alınıp anlaşılabildiğinde, o gün sabahtan yola çıkan yolcumuzun gelmekte olduğunu bildiriyordu.. Bu geliş; bozuk- eğri büğrü ve yürüyüp gitmeye iyice tembelleşen otobüsümsü bir şeyle beş altı saat sürecekti..

Haziran ve sıcaktı.. Hamileliğinin beşinci ayında olan Annem yerinde duramıyor; karakoldan gelecek haberi beklerken, mutfak-kapı, kapı-mutfak gidip geliyordu.

Bir fayton ve arabacının atlarını durdurmaya yönelik ıslık sesi ve nal sesleri duyulması ile sokak kapısına koşuldu. Açıldığında, faytoncunun yanından inmeye çalışan Babam gülerek : “ Bak Fevziye .. Sana kimleri getirdim ..” diyerek seslendi.

Fakat , o da ne ?...

Gelenler; yalnız Sarâ ve kardeşi Edâ değildi….

Annemle birkaç saniye bakışıp, büyük bir sevgiyle kucaklaşan Yıldız da oradaydı.. Annemin yapmak istediği surprize, surprizle cevap verilmişti..

Nişanlısının yola çıkıp geliyor olduğunu babamın verdiği haberle öğrenen Nihat, Annemin yeğeni Nihat ağabeyimi de alarak bir saatlik yolu dörtnala yirmi dakikada koşup geldiler.. İki nişanlının buluşması görülmeye değerdi.

Sarılıp öpüşemediler…El ele tutuşup, uzun süren bakışlarıyla karşı karşıya kalakaldılar..

Geçen bir hafta içinde Nihat hemen her akşam atına binerek geldi ; evimize bağlanan atını bırakıp nişanlısı ile veya diğer kızların da katılımı ile fayton gezilerine , kırlara bayırlara gezip dolaşmaya gittiler. Çok istemesine rağmen, Annem artık Onların hızlılığına yetişemez oluyordu. Karnı büyümekteydi…

Yaz günleri, giderek yaklaşmakta olan doğuma yardımcı olmaya çalışan komşuların yakın ilgi beraberliklerindeki uğraşlarla geçti. O halinde ne tarhana yapabilir, ne erişte hazırlayabilir, turşu kurabilirdi.. Her biri bir şeye koşturdular. Polisliğin verdiği kolaylıklarla kazanılan bazı küçük imkânlarla elde edinilenler, Annemin paylaşma tutkusuyla, bize yettiği gibi konu komşuya da ulaştırılabiliniyordu..Onlar da vefalarını gösterdiler.

Ekim ayının sonlarına doğru, Annem yan komşumuz dondurmacı Nuri’nin karısına pencereden seslenerek; karakola, babama acele haber gönderip hemen eve gelmesini söyledi.. O gün 29 Ekim 1942 idi. Bayramdı ve Babam kimbilir nerelerde görev içinde olacaktı. Gelemeyecekti , gelemedi.. Ama , hemen koşturan komşuların ve ebe Gülsüm’ün acele çağrılıp doğumu gerçekleştirmesi ile Annem kızını dünyaya getirdi.

Beş kilo civarında , gelip bize katılan bu tombul bebek; dört-beş sene “ tombul teyze “ diye çağırılıp sevilecekti. Bu adı; Cemal Nâdir Güler’in meşhur karikatürünün pek bilinip sevildiği o savaş günlerindeki çizimlerinin anısı olarak vermişlerdi.

Birkaç nefesli saz, davul ve trampetlerin önderliğinde sokaklardan yürüyüp geçen ilçe jandarma bölüğünün söylediği :

“ Annem ben yetiştirdi,

Bu ellere yolladı ………”

marşı , sanki bu doğumu kutlar gibiydi.

Bebeğin devamlı ağlamaları, ve dışarılardan evin içine, yeni duymaya başladığım coşkun seslerin girişi, benim yerlerde takla atıp yuvarlanmama yetti.. Bu defa çok farklı , değişik sevinç ve duygular içindeydim..

AĞABEY OLMUŞTUM...

ONLARIN HİKÂYESİ- 29 -

Devam ediyor....

 
Toplam blog
: 53
: 469
Kayıt tarihi
: 03.10.08
 
 

1- Ankara 1938 doğumlu 2-İlk ve orta eğitim- Bursa - 3-Lise terk ve Hv. Kvv.Teknik Okullarından Mu..