Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Aralık '08

 
Kategori
Öykü
 

Onların hikayesi-17-

ALTINCI BÖLÜM

Akşamdan konuşulduğu üzere kahvaltı Zehra’ların bahçesindeki fırının önünde yapılacaktı. Gülten’le ikisi erken saatlerde kalkıp ateşledikleri fırında pişirdikleri çeşit çeşit pide ve çöreklerle masayı doldurdular. Kaldıkları evlerden çıkıp gelen gençlerin şakaları, gülüşmeleri görülmeye değerdi.

Güzel bir sabahın ılık güneşi bahçeleri ısıtıyor, bir yaz gününün başlangıcında çiçek kokuları ve kuş sesleri etrafı dolduruyordu. Programlarının başında, “Işıklar” a; geçen yıl ayrıldıkları okullarını ziyaretleri vardı. Okul komutanı başta olmak üzere, sınıf subaylarını, ve genç arkadaşlarını görecekler, izinle gelmiş olduklarını belirten kâğıtlarını imzalatacaklardı. Usûl ve tâlimat böyleydi. Süha, çocukluktan mahalle arkadaşı faytoncu İsmail’e iki fayton daha temin edip, evin önünde sabahtan hazır etmesini akşamdan tembihlemişti. Kahvaltı devam ederken, onlar; atlarının başlarına geçirilmiş yem torbalarını doldurup yenilerken, sigaralarını tüttürmekte, birazdan taşıyacakları kıymetli misafirlerini beklemekteydiler.

Yıldız ve Halime; kahvaltıda bir araya geldikleri diğer dört kız arkadaşları, çok şık ve birer kelebek gibiydiler .

İki boyacı çocuk bahçe duvarının kenarına oturmuş; altı çift körüklü çizmeyi pırıl pırıl parlatmıştı. Neşe içinde biten kahvaltıdan sonra kalkıldı, herkes kendi mahmuzunu çizmelerine geçirdi. Çocuklar teklif edilen parayı almadılar, gülerek uzaklaşıp gittiler. Gülten onlara bolca pide-çörek sarıp vermişti zaten. Harbiyelinin çizmesini boyamış olmak onlar için doyulmaz bir şerefti. Hiç para alınır mıydı!!

Kızlar, bahçelerden topladıkları çiçeklerle çok güzel altı buket yapıp ellerine aldılar. Güle oynaya, üç faytona dağılıp “Işıklar”ın yolunu tuttular. Setbaşı ’ndan sonra Namazgâh caddesi ile okula kadar giderek dikleşen ana yol boyunca vaktin geçmesini hiç istemiyor gibiydiler.

Mudanya’daki kamptan yeni dönen okul talebesi dershanelerindeyken Onlar nizamiyenin önündeydiler. Harbiyelileri gören nöbetçi subayı onlarla konuşurken, âmirliğe haber vermek için gönderdiği asker koşarak geldi ve gelenlerin içerde beklendiğini söyledi. Kızlar arabalarında beklerken altısı da okula girip doğruca okul komutanı Reha yarbayın odasına çıktılar elini öptüler. Reha yarbay, arabada bekleyen kızları penceresinden görmüştü. Süha’ya Onları da alıp gelmesini söyledi. Makam odası, okulun bazı öğretmen subaylarının da katılımıyla doluvermişti. Kuleli mezunu olan dört arkadaş kendilerini üstlerine tekmille tanıttılar. Kızlar ellerindeki zengin buketleri, başta Reha yarbay olmak üzere diğer subaylara dağıttı.

“Ayı boğan” daha önceden telefonla okul kumandanına durumu anlatmıştı. İsmet ve Süha’yı sessizce tebrik etti. Onlar da kendisini Cumartesi akşamına davet ettiler; mutlak geleceğine dair söz aldılar. Her birinin gözlerinden öptü. Eşi ve münasip bir ekiple (!) geleceğini belirtti.

Öğle yemeğini, dört sene girip çıktıkları yemekhanede eski arkadaşları ile yediler, selâmlaşıp kucaklaştılar. Kuleli mezunu arkadaşları “Işıklar” ın kendilerine hiç de yabancı gelmeyen ortamı içinde sanki âşina oldukları bir dünyadaydı. Genç talebeler, koridor ve bahçede rastlaştıkları –ağabey-lerini uzakta da olsalar hazırola geçip selâmlıyor, hepsinin ideali olan duruma gelmiş büyüklerine saygı duruşu yapıyorlardı.

Genç kızların, gösterilen –ihtiram-dan etkilenmemeleri mümkün değildi. Yıldız ve Halime’yi düşünmezsek, diğer dört cici kız; beraber oldukları yeni geçlere karşı daha sokulgan ve konuşkan olur olmuşlardı. Utangaçlıkları azalıyor, teklif ve sorulara olumlu ve daha uzun cevaplar verir hale geliyorlardı. Yıldız da Halime de bundan memnundu. Annemin beklentisini fark ederek , buna gönüllü yardımcı olmak ikisini de sevindirmişti.

Hepsi de ne hayaller, özlemler içindeydiler..!!

Okul binasının ana girişinde, cam koruyucularda canlı gibi duran, içleri doldurulmuş iki Bengal kaplanını hayranlıkla izlediler.

Süha ve İsmet’in arkadaşları “nişan” ertesi memleketlerine gidecekleri için, yol kâğıtlarını, gerekli imza ve damgaları aldılar.

Öyle ya! Onları da bekleyen ana-babalar, kardeşler vardı.

Vardı ama, ‘birşeyler’ ini burada, Bursa’da bırakacaklarını; bunun derecesini fark etmişler miydi acaba?

Bunu zaman gösterecekti..

Dönüşte; “Işıklar” talebesinin âdeta resmî mekânı ‘Mavi Köşe’ de oturup tavuk göğsü ve dondurma yediler (şimdi yerinde yeller esiyor). Heykel önü, Ulucami, Altıparmak, Çelik Palas yolu ile Çekirge’ye kadar uzanıp “Hüsnü Güzel” in güzelim geniş bahçelerinden Bursa’nın yemyeşil ovasını, akşam güneşinin muhteşem inişini, 5. tayyare alayı uçaklarının iniş kalkışını seyrettiler. Eğer muayeneleri kazanabilirlerse havacı da olabilirlerdi (içlerinden Muğla ’lı Servet 1948’de üsteğmenken, bir görev uçuşunda speed fire’la düşüp şehit olacaktır).

Yarın Çekirge’nin yukarılarına, döne döne Uludağ’a tırmanan, kiraz ağaçlarıyla donanmış “O” yolda gezintiye çıkmayı planladılar. Bu eski tarihî yol, belki de Onların başlatmasıyla yeni bir isim alacak, yıllar boyu “Âşıklar Yolu” olarak bilinecekti...

Gerçekten de; seven-sevilen pek çok genç O yol üzerinde, gözlerden uzak, muhteşem bir doğanın kendilerine davet eden çağrısı ile hayal ve ümitlerine yön vereceklerdi.

Akşam sonuna doğru Muradiye’nin yolunu tuttular. Çelik Palasın yanındaki “Atatürk Köşkü” nü hüzünle gezdiler. Faytoncu gençlerin fiyakası yerindeydi. Böyle şanlı yolcuları olduğu için pek neşeliydiler. Yollarda yanlarından geçtikleri genç yaşlı herkes bu üç arabaya el sallıyor, onlar da kırbaçlarını havada şaklatarak yol alıyorlardı.

Mahalleye geldiklerinde saat altı gibi olmuştu.

Bu akşamki yemek İsmet’lerin bahçesindeydi. Evlere dağılınıp el yüz yıkandı, çizmeler yemeğe kadar olsun çıkarıldı. Yaz günü sıcağında biraz zor oluyorduysa da, pek ziyanı yoktu. Buna katlanmak mecburiyetindeydiler. Annem, yemeğe gitmeden önce Gülten’e tembihlemiş; Süha ile biraz yalnız konuşmak istediğini Ona söylemesini istemişti. Beni Yıldız’ın kucağına verip annesine bir bahane ile yolladıktan sonra, kendisini avlu içinde saygıyla ayakta bekleyen Süha’yı sedirlerden birine oturttu ve:

“Bu güzel yaz akşamında payan yok neşenize.

Eksilmesin, hep yaşayın; sevinç dolsun gönlünüze..


Pek de lâyık bir evlâtsın, gelecekte günler Sizin;

Kulak verip dinlemeli; vermelisin bana izin.


Endişeye hiç mahal yok, düşündürür ama beni;

Gördüğümden beri zayıf, biliyorsun Sen anneni.


Dört beş aydan bu yana hep öksürüğü fazlalaştı;

Geceleri çok terliyor, düşüncemi çoktan aştı.


Öğretmenin Nedim Beyle, Mehmet Abin, ben ve Gülten;

Karar verdik, gitmelidir bir doktora gecikmeden.


Şehit dulu, yollar açık; hem Sen de bir mensubusun;

Askeriye hastanesi dibindedir burnumuzun.


Vaktimiz var, hele bir yol Cumartesi geçip gitsin;

Heyecan var mahallede, bu da olsun sonra dinsin.


Zehra’cıkla konuştum ben, -olur- dedi en nihayet;

Duyulmasın istemişti, geciksinmiş bu ziyaret.


“Bu en güzel günlerinde yapmayalım biz bu işi;”

Biraz kızar gibi yaptım, dedim: “ bakma eğri şaşı..”


“ Eğer varsa öksürüğün ufaksa da bir musibet;

Erken teşhis konularak kaydedilir bir isabet.”


“Fevziye Ablacığım, ne büyüktür rikkatiniz;

Çok kıymetli himmet ile sarmalandık biz hepimiz.

Mektupları bunla dolu yazdıkları hep Yıldız’ın;

Geceleri yanındaymış, ayrılmazmış hiç gündüzün.


İki anamdan biri de O, diğeri çok üzüntüde;

Farklı gördüm bir yıl sonra, gerçekten de çöküntüde.


Daha dün bir bu gün iki, açılayım istiyordum;

Haklısınız. Cumartesi geçsin diye bekliyordum.


Harbiyeye gidiyorken Onda kaldı zaten aklım,

Düşünmekten ipe döndüm, kalmamıştı hiçbir farkım.


İfademi affediniz: Yıldız’ım var bir taraftan,

Bir taraftan dersler ağır, ölecektim hep meraktan.


İsabetli karar Sizin, bitsin artık bu fırın da;

Pazar sona erip hele, Pazartesi sabahında.


İlk işimiz onu alıp götürmektir hastaneye;

Yarın birgün dese bile bakmayalım bahaneye..


O gün bizim çocuklar da ayrılıyor; gidecekler,

Kalan on gün zarfında da memleketi görecekler.


Ankara’da olmalıyız on beşinde Ağustosun;

Ordu günü, zafer günü; hep bekledik kışın yazın:


Doğuranım Gülten Annem, diğer Annem emzirendir.

Biri beni doyurduysa, diğeri de gezdirendir.


Hiç gerek yok anlatmaya, her şey Sizin malûmunuz;

Beni oğul kabul edin, kızınız da Yıldız’ınız..


Hep mektuplar Sizle dolu, Halime de anlatıyor;

Size yakın olmak bile bize şeref sağlatıyor.


Müşerrefim, ne mutlu ki! Bunu artık hiç kaybetmem;

Hayat boyu minnettarım, eksilecek hiç zannetmem.


Çok önemli bir husus var, Sizlerin de malûmudur;

Bize nişan, düğün yasak; bu bir ordu kanunudur.


Dün akşamki olayınız büyük oldu bizim için;

Bu sevinci bozamazdık, başta bizim kızlar için.


Mezuniyet sonrasında nişan kabul edilse de;

Sözlü olmak, her ne kadar şimdi makûl görülse de!


Bir evlilik hukukunu başlatamaz genç bir teğmen;

Bu iş ancak gerçekleşir, son yılında üsteğmenken..


Üç beş sene uzak gibi Yıldız’ımı almak için;

Ama olsun, sabredilir; kavuşmaya varmak için..


-Ayı boğan- komutanım etkilenmiş mektuplardan,

Haber alır, takip eder ikimizi uzaklardan.


“ Takmış olun yüzükleri, bir –söz- olsun o geceniz;

Nişan düğün konuşmayın, duyulmasın bir heceniz.


Kanun buna cevaz verir, mazuru yok hukuken de;

Gizli kalsın, bilinmesin okuldaki mahfillerde.


Bir –söz- ile bağlanmanın farkı yoktur hiç nişandan,

Sebat edip beklersiniz, birkaç yıldan az zamandan..


Göz yummuşsam ikinize, dert açmayın başımıza;

Dua edin böyle seven ve ağlayan iki kıza.”


“ İşte böyle tedbir ile ayrıldık biz İstanbul’dan;

Uymaya da çok mecburuz, çıkılmaz bu zıvanadan.


Ne Halime ne de Yıldız bunu bilmiyorlar;

Bizim gibi havalarda, başka bir şey görmüyorlar.


Ablacığım ricacıyım, hiç üzmeden nasıl yapsak?

Bu hususu; yavaşçacık, kolay yoldan bir anlatsak!

Canım Ablam, akıl verin kâbil olan bir yol ile;

Ağlamasın istiyorum; çok ağladı, yeter bile..”

Annem hafif gülümsemenin yer aldığı bir yüzle Ona baktı. Bu bakışlarında Süha’nın içindeki endişeye ortakmış gibi bir hava yoktu. Söyleyeceklerinin bu genç evlâdı ne kadar rahatlatacağına emin olarak:


“Eğer buysa endişeniz İsmet ile ikinizin;

- Pastırmayı açık tutma, örtmek lâzımdır gündüzün..! –


Meşhur sözdür: dövmek için demir tavı gerektirir.

Arı bile bal yapar da, kovanında biriktirir..


Daralınca Allah kulu yetişen de yine O’dur,

-Sabır ile koruk bile tez zamanda helva olur.-


Komutanın Râmiz Albay besbelli ki pek babacan;

Takdirlerim üzerinde, sanki Senin dayın amcan.

Bildiğince çözüp atmış mevzubahis bu durumu;

Beklenilir bittabi ki, bu dünyanın da sonu mu?


Konu bizce biliniyor, üzülmeyin Siz ikiniz;

Yıldıza da anlattım ben, çok gençsiniz bekleyiniz.


Baştan beri tek arzusu, herkes bilsin sevdasını;

Hadi Gülten bilsin ama, ne yapsındı anasını.?


Kardeş kardeşi sever mi derler diye öldü, bitti,

Çok anlattım, izah ettim; dilimde de tüyler bitti.


Sevgi öyle bir sihir ki, karşılıklı sabır bekler,

Sevenler hep özlese de, geçen günü güne ekler.


Hadi git sor, ne diyecek? Cevabını biliyorum.

Diyecek ki: -Süha Seni ölene dek bekliyorum.

Bunları duyan Süha’nın gözlerinde pırıltılar fazlalaştı. Zaten duyduğu minnet duygusu daha da yoğunlaştı. Eğilip Annemin ellerinden tuttu, alnına götürüp birkaç defa öptü.

Kucağındaki Yücel’le bahçe kapısından

- Geliyor musunuz? diye seslenen Yıldız’a “evet” dediler ve İsmet’lere gittiler. Onların gelişi ile yemek neşe içinde başladı.

Evlerde hazırlanan çeşit çeşit kır yemeklerini yanlarına alan on iki genç, ertesi gün sabahı erkenden Çekirge üzerinden Uludağ yoluna girdiler.

Faytonların içinde kahvaltılıklarını yerken, peşpeşe ilerleyen arabaların yumuşak tekerlek seslerine Onlar’ın neşe içinde gülüşme ve şen sesleri karışmaktaydı. Şarkılar ve marşlar söyleyerek, zaman zaman sis inmiş bu yolda ilerlerken, kenarlarda kendinden yetişmiş ağaçlardan meyvalar topladılar. Arabadan arabaya birbirlerine erikler fırlattılar. Küçük çocuklar gibi şakalaştılar. Atların zorlandığı bazı dik ve bozuk bölümlerde inip, yol kenarlarındaki rengârenk çiçeklerden topladılar. Kır çiçekleriyle kızlar taçlar yapıp birbirlerinin başına taktılar. < en="" güzel="" kiminki..=""> yarışması yapıp oyladılar. Birinciyi seçemediler. Boş kalan arabalar uygun bir yere gidip bekleyinceye kadar Onlar “elim sende”, “tutamazsın ki..” oyunlarına giriştiler… Düştüler, kalktılar, toz içinde kaldılar. Çukur yerlerden birbirlerine el verip, sarılıp doğruldular. Öğleye doğru İnkaya köyüne geldiklerinde oldukça acıkmış ve yorulmuşlardı. Bütün kızlar kır sofrasını hazırlarken, sekizyüz yıllık o muhteşem çınarın diplerinden fışkıran buz gibi pınarlarda el-yüz yıkadılar. Büyük bir neşe içinde, birbirlerine küçük ve mânâlı sözler göndererek, yanlarında getirdikleri kumanyalarını yediler, buz gibi sulardan içtiler, dinlendiler..

O kadar mutluydular ki!

Hüsnü ve Nihat; bu ilk gelişlerinde, Bursa’nın doyulmaz güzelliği ve yaşadıkları son iki günün çarpıcı olayları karşısında büyülenmişlerdi .

Onlar; ve bazıları da , daha başka bir çekim gücünün altına girmeye başladıklarının farkında değiller miydi acaba??

Şiir tutkusunu bildikleri Servet, arkadaşlarının rica ve ısrarları üzerine Nedim’den, Yahya Kemal’den, Ahmet Hâşim ve Fikret’ten örnekler okudu. Alkışladılar.

Kendileri gibi atlar da dinlendi. Geçirilen üç-beş saatin arkasından Muradiye dönüşü başladı. İniş kolaydı..

O gün; Onlar için çok özel bir gün olacak, hiçbir zaman unutamayacaklardı.

Servet “tayyareci” olmayı kafaya iyice koymuştu. Eğer pilot olabilirse, Muğla’nın ve Bursa’nın semâlarında sevdiklerine kanat sallayarak selâmlama düşleri görüyordu.

Süha’nın olması kaçınılmazdı. O silâhın gürlemeleri, hedeflere tam isabetlerde bulunmak O’nun için çok etkileyiciydi.

Zihni Sinop’lu! Ne de olsa bir sahil çocuğuydu. Küçüklüğünden beri yi düşlemişti. “Heybeli”yi; fırtınalı bir deniz sebebiyle imtihana yetişememesi nedeniyle kaybedince, aynı günlerdeki “Kuleli” girişlerinde karar kılmıştı. Kararsızdı..

Nihat!! Kırıkkale ’li bu orta Anadolu çocuğu, çocukluğundan beri at sırtındaydı.. Atlar; O’nun vazgeçilmez tutkusuydu. Binicilikteki ustalığını bütün arkadaşları biliyordu. Boş zamanlarında Harbiye’nin ahırlarından çıkmaz, huysuzlaşan en sinirli olanları bile sâkinleştirir, biner giderdi. O bir < süvari=""> olacaktı..

Gelecek yılların sonrasında hepsi düşledikleri sınıfların en iyilerinden oldular.

ONLARIN HİKÂYESİ -17-

Devam edecek..........

yucelakt@gmail.com

 
Toplam blog
: 53
: 469
Kayıt tarihi
: 03.10.08
 
 

1- Ankara 1938 doğumlu 2-İlk ve orta eğitim- Bursa - 3-Lise terk ve Hv. Kvv.Teknik Okullarından Mu..