Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Ocak '13

 
Kategori
Anılar
 

Onların umutları bir avuçtu

Onların umutları bir avuçtu
 

Çocukların boyları kısa, üstleri yokaydı.


Çocukların boyları kısa, üstleri “yoka”ydı*. Ayaklarında, analarının ördüğü beyaz yün çorabı örten,  Cızlavet ya da Derb marka Soğuk Kuyu kara lastikler vardı.

Karlar daha çok yağıyor, kışlar uzun mu uzun sürüyordu. Hava öyle soğuk oluyordu ki, “Tükürsen yere düşmeden donuyor” diye tarif ediyorduk.

Kar yağdı diye okullar falan da tatil edilmiyordu.

Onlar;  defterlerini, kitaplarını, azıklarını,  koydukları, tek gözlü heybeye benzer bez torbalarını, omuzlarından çapraz takarak taşıyorlardı ki, ellerini ceplerine sokabilsinler.

Okula da, sınıfa da hepimizden erken gelirlerdi. Geldikleri gibi de sobanın etrafına üşüşür, soğuktan, ayazdan buz tutmuş ayaklarını, büzüşmüş “tonra”lı** küçük ellerini,  ısıtmaya çalışırlardı.

En az yaramazlığı onlar yapar, hiç biri ödevini aksatmazdı.

Sessizdiler, sakindiler, çekingen ve alıngandılar ama çalışkandılar. Öğretmen soruyu sorar sormaz ilk kalkan parmaklar onlarınki olurdu.

Okullar yarım gün değil, tam gündü. Bizler öğle yemeği için evlerimize giderken,  onlar sönmeye yüz tutmuş sobanın etrafına doluşur, azıklarında neleri varsa onu bölüşürlerdi.

Kısa kış günlerinin, erken kararan akşamüstlerinde,  evlerin bacalarından kömür kokulu kara dumanlar çıkmaya başlarken, onlar bellerine kadar gelen karlara bata çıka kilometrelerce yolu yürüyerek ulaşırlardı, bacalarından tezek kokulu gri dumanların tüttüğü,  sıcak yuvalarına.

Elektriği,  suyu olmayan köyün, gaz lambası ışığındaki gecelerinde belki sedirin bir köşesinde, belki yerdeki yemek tablasında hazırlanan ödevler eksiksiz olur, (Florans ışığının kamaştırdığı gözler yüzünden ders çalışamamış(!) ) biz tembeller tarafından ikinci gün, kapış kapış kopya edilirdi.

Teknenin dibinden azığına aldığı kuru ekmeği, yanmayan sobanın üstünde ısıtmaya çalışarak  yerken bile, elinden kitabını düşürmez, nöbetçi öğretmene yakalanıp dışarı çıkartılmamak için sessizce otururlardı sınıfta.

Harçlıkları iyi olduğu zamanlarda, Ekmekçi Bayram’ın fırınından aldıkları yarım ekmekle,  soluğu Özvar’ların ya da Tiroğlu’nun şekerci dükkanlarında alır, plastik tabaklardaki gül reçeline ekmeği gömerek yerlerdi.

Kabanların, kaşkollerin içine bürünmüş, “Açıktımmm” diye koşarak gittiğimiz on adım uzaktaki evlerden  “Üşüdük,  buyduk”  diye sızlanarak dönen bizlerin şımarıklığına karşın,  onca açlığa, soğuğa “Uf” bile demeyen onlardı.

Baharla beraber uzayan günlerde erken döndükleri köyde, “döl”*** davar güderken bile ders çalışan, önlerindeki kuzulara en yanık türküleri söyleyenler de onlardı.

Hedefleri kısa yoldan dönerek, öğretmen, sağlıkçı, asker olmaktı. Gözleri daha yukarıları kesmez, üniversite okumak yerine bir an önce ekmek parası kazanıp hayatın bir ucundan tutunmak isterlerdi.

Öyle de yaptılar. Ortaokulu bitirirken girdikleri sınavları da başarıyla verip, kısa yol diye seçtikleri Astsubay, Öğretmen, Sağlık Memuru gibi meslekleri öğreten lise düzeyi okullara gittiler ve meslek sahibi oldular.

Oysa mühendis, doktor, subay olmak esas onların hakkıydı. Esas onlardı iyi ders çalışan, sınıfta başarılı olanlar.

Ne ana babalarının verebilecek desteği, ne kendilerinin bu sıkıntıya daha fazla dayanabilecek güçleri vardı. Onlar bir an önce “Devlet”e kapağı atmak, geçimlerini sağlamak, karda kışta köy evinin küçük penceresinde bekleşen ana babalarına yük olmaktan kurtulmak zorundaydılar.

Bilal’di, İsmail’di, Bayram’dı, Sabri’ydi, İlhan’dı, Emrullah’dı, Ahmet’di, Mehmet’di adları.

Hepsi adam gibi adamlardı.

Çok güzel resim yapıyor olmaları da, yanık sesleriyle söyledikleri türküler de hep o sınıflarda kaldı. Ne sanatsal becerilerini öne çıkartacak olanakları oldu, ne de onları keşfeden öğretmenleri.

Rengarenk boyalarla yaptığı resimleri bana gösteren yeğenimin cıvıltıları arasında gözüm duvarındaki gitara ilişince gönlüm de aldı başını kırk,  kırk beş yıl öncesine gidiverdi.

O günleri anımsadıkça, içim acırken, “Köy Enstitüleri” kapatılmamış olsa, bu arkadaşlar da o okullara gitselerdi, içlerinden nice Fakir Baykurt’lar, nice Abidin Dino’lar çıkardı diye düşündüm.

Köy Enstitüsünü bitirip Anadolu’ya yayılan öğretmen, sağlıkçı, sanatçıların     Çağdaş Türkiye Cumhuriyetinin aydınlık yüzünü ortaya çıkartmak için gösterdikleri çabaları, yetiştirdikleri binlerce aydın insanı getirdim gözümün önüne.

Bu arkadaşları tüm yokluk ve yoksulluk içindeki köy okullarında yetiştiren, keşfeden saygın öğretmenlerin ışık saçan yüzlerini anımsadım.

12 Eylül’de Mamak işkencelerinde, ilkokul terk askerlerin İstiklal Marşı okuttukları Mevlüt Yazıcı öğretmenimin gözlerinden akan yaşlar, yüreğimi yaktı yeniden.

Emeklisine bir şey kalmamış Erdoğan Kasım öğretmenimin, sürgün gönderildiği Çıtak köyüne ulaşabilmek için altı yedi saatlik yürüyüş anılarını dinlerken ki öfke sardı içimi.

Düşündüm de, bu arkadaşlarım, bu öğretmenleri örnek almışlardı kendilerine.

Askılıkta asılı güzel kabanına, ayakkabılıktaki şık botuna baktım yeğenimin. Çizdiği güzel resimlere, sıcacık aydınlık odasındaki çalışma masasına göz gezdirdim. Kitaplığındaki yayınlara, çeşit çeşit defterlerine kaydı bakışım. Masasının yanındaki şık ve çok amaçlı sırt çantasına bakıyor ama görmüyordum….

*Yoka          : İnce, zayıf, yufka

** Tonra     : a) Deri üzerinde biriken kir tabakası. B) El ve ayaklardaki kirli çatlaklar.

*** Döl       : Koyun yavrusu – Kuzu sürüsü

 
Toplam blog
: 21
: 829
Kayıt tarihi
: 22.02.09
 
 

1957 Çankırı Kurşunlu doğumluyum. Yıllarca yaptığım Mali Müşavirlik ve ticari yaşantıma son vermi..