Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Ağustos '06

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Orada kimse var mı?

Orada kimse var mı?
 

Ben de kendi 17 Ağustos tarihli deprem gecemi anlatayım, cid'tiye almasam nasıl biterdi bilemiyorum. Bankanın Topkapı Şubesi'nde çalışıyorum ve lojmanda kalıyorum. Bir evi üç arkadaş paylaşıyoruz. Aysun başka bir bir arkadaşının yanına gitti. Evde Hülya ve ben varız. Gece duş alıp yatmaya hazırlanıyorum. Ancak şöyle bir durum var:

Lojmanın on birinci katındaki dairede kalıyoruz ve benim kaldığım odanın kapı kilidinde sorun var. Onarmaları için defalarca bankanın ilgili birimine haber yolluyorum ama yapmak için gelen giden yok. Hava sıcak pencere ile kapı aynı anda açık kalamıyor çünkü rüzgâr nedeni ile kapı "tak" "tak" diye kapanıp açılma yapıyor (kilit bozuk). Benim akıl işte, o geceyi hatırlayın gerçekten hava çok sıcaktı. Odanın kapısını örtüyorum, kapıyı bir güzel anahtarla kilitliyorum (hiç açılmasın diye), sonra pencereyi ardına kadar açıyorum ve uykuya dalıyorum. Buraya kadar her şey normal gördüğünüz gibi...

Sonrası... Yataktan bir fırlayışım var ki sormayın. Uğultular, sallanan eşyalar, karanlık bir oda (elektrikler kesildi), neye uğradığını şaşırmış ben, odanın dışından gelen Hülya'nın çığlıkları... Her şey o kadar anlık ki, sarsıntı nedeni ile zaten ayakta zor duruyorum, korkudan bacaklarım tirtir titriyor ve tutmuyor zaten. Odanın kapısına yöneliyorum ve işte her şey bu noktada başlıyor. Hazır mısınız? Korkarsanız yazının devamını hiç okumayın ya da emniyet kemerlerinizi takıp yol alın, benden söylemesi:)

Şaka bir yana, ben odanın içindeyim. Anlıyorum ki deprem oluyor, sallanıyorum, 11. kattayım, arkadaşım dışarıda bağırıyor, karanlık, uğultulu, titrek bir gece... İyi de garip olan ne?

Ben ne yapmıştım, hatırlayın bakalım... Hani tam yatmaya hazırlanırken, hani kapımın kilidi bozuk diye, hani pencere açık kalsın ama kapı çarpmasın düşüncesiyle... Hıh! Odamın kapısını anahtarla kilitlemiştim. İyi halt etmişim. Bütün bu telâş içinde sen kapıya yönel, elin kapının koluna gitsin, defalarca kapıyı açmaya çalış (jeton henüz düşmüyor), bir yandan arkadaşın kapının arkasında "Naile çık, deprem oluyor, Naile çııık" diye haykırsın... Sen ne yap! Çıkamama odadan. Haktır. Ne diyeyim. Kolu bırakıyorum, çünkü jeton düşüyor ve elim anahtar deliğine gidiyor, kapının kilitli olduğunu anımsıyorum nihayet. Bitti sanıyorsunuz değil mi? Kapıyı açtım ve çıktım dışarı. Yok, öyle kolay işler bize göre değil. Şimdi bir panik anahtar deliğine giden elimle anahtarı tutmaya çalışırken, vücudumun titremesine engel olamadığım için anahtarı önce yere düşürüyorum. Sonra diz çöküp karanlık odada anahtar aramaya başlıyorum. Bu arada sallantı devam ediyor. Dizlerimin halının üzerinde yanması ve hatta kıp kızarık olması dahi tatlı bir acı o dakikalar. Ben aramaya devam. Oda karanlık. Unutulan ayrıntı ise şu; sarsıntıyla yataktan bir hamle ile fırlayan ben, üzerime örttüğüm battaniyeyi yere savuruyorum, yere düşen anahtar battaniyenin kapının önündeki bölümünün içine giriyor, ben battaniyenin farkına geç varıyorum, çünkü aslında battaniyenin üzerindeyim, battaniye halının üzerinde, anahtar battaniyenin altında...

Nihayet elime dokunan anahtarı avuçladığım gibi direkt kapının kilidine yöneliyorum. Ne mümkün sağa sola gidip gelirken, anahtarı deliğe sokmak...

Sanki bir yarışmanın içindeyiz Hülya ile... Ev arkadaşımı bir odaya kilitlemişler, odanın anahtarını saklamışlar, bana da o anahtarı bilmem kaç saniyede (sarsıntı süresince) bulup, kapıyı açıp, arkadaşının boynuna sarılacaksın demişler... Ben bir heves bu süreci yaşıyorum ve nihayet sonuca ulaşıyorum. Kapıyı açıyorum ve sanki Hülya ile yıllardır birbirimizi görmemişçesine kucaklaşıyoruz. Büyük ödül ne mi? Daha ödül yok bir dakika... Yarışmanın ikinci bölümü başlıyor. Bu bölümde iki arkadaş bir an önce kendimize gelip, deprem bilincine varıp, 11. kattan zemin kata ulaşmayı başaracağız. Yalnız bunu yaparken bazı kurallara uymak zorundayız. Elektrik yok, mum yok, el lâmbası yok, asansör yok, yanımıza ekstradan bir şey almayacağız, ayağımıza ve üstümüze ne geçirirsek kabul. Önemli olan ilk sarsıntı ile olası ikinci sarsıntı arasındaki süreyi iyi değerlendirmek ve aşağıya ulaşabilmek:)

Kendimizi toparlayıp hazırlıklara başlıyoruz. Yaz günü olduğu için üzerimizde askılı, şortlu pijamalar. Umursamıyoruz. Sol elimize cep telefonumuzu, sağ elimize sigara paketi ve çakmağımızı alıp dış kapıya yöneliyoruz (bu arada ilk sarsıntı biz kucaklaştığımız esnada bitmişti).Aynı katta dört adet daire var. Bizim daire, solunda ikinci ve bizimkilerin karşısında yan yana iki daire daha. Bu dairelerin hepsi banka çalışanlarına tahsis edilmiş, dolayısıyla tüm arkadaşlar birbirimizi hem iş hem komşuluk nedeni ile tanıyoruz. Hülya ile evin dışına çıktığımızda ilk aklımıza gelen arkadaşların durumu oluyor. Çünkü hiç ses yok koskoca on bir katlı apartmanda. “Allah Allah, insafsızlara bak ya! Herkes inmiş bir biz kalmışız, insan bir haber verir” diye hayıflanıyoruz. Sessizlik o kadar büyüyor ki korkuyla bir, on bir katın on birinci katında sadece bizim mahsur kaldığımız fikrine kapılıyoruz. Aşağıya ineceğiz ama nasıl? O ara belki bize yardımcı olurlar aşağı inen oldu ise deyip, bizi bırakıp gittiğini düşündüğümüz birkaç arkadaşa telefon açıyoruz farklı dairelerde oturan. O da ne? Aşağıya ulaşan tek bir arkadaş var, o da sarsıntı ile birlikte, ev arkadaşlarını unutup anında jet hızıyla aşağıda bulmuş kendini:) Bizim garibanlarsa, bizim gibi olayın şokuyla evdeler. Yan tarafımızdaki daireden hiç ses çıkmadı. Onların indiğini düşündük. Sonra arkadaşların kapısını çalıp “biz iniyoruz aşağıda buluşuruz” diyerek harekete geçtik. Pozisyon aldık önce, sol elde cep telefonları, sağ elde sigara paketi ve çakmak… Önce derin bir nefes aldık Hülya ile, sonra elimizdeki çakmakları yaktık ve göz göze gelip “başaracağız” deyip merdivenleri inmeye başladık. Bu arada inerken her bir kapıyı tıklamayı da ihmal etmedik. İyi ki etmemişiz çünkü gördük ki aslında herkes henüz evindeydi ve bizler çıkışa ulaşan ikinci şanslı grup olacaktık. Merdivenleri inmeye devam ettik, basamak basamak inmeye… Kaçıncı kattayız? Dokuz, sekiz, yedi, altı, beş, dört, üç, iki, bir ve zemin…Gece bitti, deprem bitti, merdivenler bitmiyor. Asansörle inerken iyiydi ama:)

Ve mutlu son… İnsan kalabalığı, herkes dışarıda, ağlayanlar, birbirini arayanlar, kaldırım üstü çömelip yaşadığı şoku atlatmaya çalışanlar… Memleketimden deprem/insan manzaraları… Oooh! Yarışma nihayet bitti. Ödül ne miydi? Size bahşedilmiş bir yaşam ve ne kadar şanslı olduğunuzu tekrar fark etmiş olmanız yaşadığınız her gün için… Ve biz bu ödülü kazandığımız için önce sevindik tâ ki depremin büyüklüğünü, yıkımlarını, ölümlerini, ulaştığı alanları duyana kadar… Gerçek yine çıplaktı…

Kaldırıma oturup birer sigara yaktık, cep telefonlarımız çalışmıyordu, diğer ev arkadaşımız bizi merak edip yanımıza gelmişti… O an üçümüzün kucaklaşmasını hâlâ unutamıyorum. Hepimiz sağdık ve yan yanaydık.

Yüreğimi, depremzedelerin çığlıklarına verebilmek için, kızarmış dizlerime ve çakmak ateşinin yaktığı parmağıma bakıp "utanın ve acımayı bırakın" diyebildim...

Acının ve kaybın ne demek olduğunu o gece daha iyi öğrendim...

Artçı sarsıntılarsa hâlâ devam ediyordu ve artçı yaşam da… Gün ışıyana kadar öylece kaldırım üstü bekledik. Sakinleştik, sakinleştirdik birbirimizi.
Ben “17 Ağustos Depremi” isimli korku filminin en saçma sapan rolüne soyunmuştum o gece. Oscar’ı kaçırdım tabiî ki! Yaşam ödülü yanıma kâr kaldı yarışma sonunda…

On bir katı inen biz, önce başımızı şöyle yukarı kaldırıp yine derin bir nefes çektik içimize ve tek solukla tekrar koştura koştura yukarı çıktık. Ne mi yaptık?

Odalarımıza girdik, en güzel kıyafetlerimizi giydik, makyajımızı yaptık, artçı sallantılar eşliğinde hazırlanıp tekrar servisin kalktığı noktaya ulaştık. Servise bindik her zaman yaptığımız gibi, şubeye gittik hiçbir şey olmamış gibi… Şoktaydık, şoktalardır sandık yine şoka uğradık, şubenin önündeki kalabalığı görünce ve “pes!” dedik.

-“Kardeşim kaç saat bekleyeceğiz, bugün faturanın son günü”
-“Şube açılacak mı yoksa başka şubeye mi gidelim?”
-“Müşteri bekliyor, para yatırmam lâzım…”

Ve dahası...

Bir daha anladık ki, ölenle ölünmüyordu ve yaşam bildiğini okumaya ve bildiği gibi yaşatmaya devam ediyordu.

Oysa bizler şubeye ulaştığımızda, o müşteriler kuyrukta sabırsızca hayıflanırken, birileri, birilerinin “ ORADA KİMSE VAR MI?” sorusuna yanıt vermesi için paralıyordu kendini.
Utandık halimizden ama yaşama anlatamadık…

 
Toplam blog
: 23
: 1956
Kayıt tarihi
: 10.06.06
 
 

1976 Nazilli doğumludur. İlk şiir kitabı "Farkındasız İntihar" 2009 yılında Kadın Yayınevi'nden y..