Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Eylül '08

 
Kategori
Kültür - Sanat
 

Orhan Pamuk'ta bekâret sorunu...

Orhan Pamuk'ta bekâret sorunu...
 

Orhan Pamuk'un son romanı Masumiyet Müzesi'ni okumayı sürdürüyorum; bir taraftan da onun üzerine tartışmayı devam ettiriyoruz, kuşkusuz bu blog ve tartışmalar satışları için önemli katkı sağlayacaktır.

Masumiyet Müzesi adına çok uyum göstermeyen bir hava içinde seyrediyor; şu an 140. sayfalardayım. Belki bir ironik yazım var ya da yazar anlattığı yaşamın içindeki masumiyet kırıntılarını arıyor, bilemiyorum. Bitince anlaşılacak.

Konumuz bekâret.

Yıl 1975, dünyada 1968 gençlik hareketi etkisini yitirmiş, cinsel devrim belli bir noktaya gelmiş, Türkiye henüz o çizgiye yaklaşamamış. Romanımız o tarihin içinden bize bir kesit sunuyor.

Orhan Pamuk bence gençlik yıllarında kendisini fazlasıyla rahatsız etmiş olan bu olgu için geriye dönük Freudien bir sorgulama yapıyor.

Sorun, kızların kendilerini kolay ya da zor bir erkeğe teslim etmeleri ve kızların bu durum karşısında aldıkları tutuma göre adlandırılmaları ya da anılmaları.

Orhan Pamuk'un 23 yaşında olduğu dönemlerde kuşkusuz böyle bir sorun vardı. Türkiye'de günümüzde bu tabu kırılmak ya da belli şekillerde aşılmak üzere. Yazarın içinde bulunduğu burjuvazi - sosyetenin o günlerde aldığı tutumu yine onun kaleminden okumayı sürdürüyoruz. Kitabın içine nasıl beceriyorsa kendi duruşunu da bir ara yerleştirmeyi beceriyor Pamuk.

Yazarlar bu konularda dünyanın en özgür insanlarıdır.

Bu konuyu ilk defa Vedat Türkali'nin "Bir Gün Tek Başına" isimli romanında okumuştum. Benim ölçütlerime göre kusursuz bir çalışmadır. Günsel isimli çok güzel genç üniversite asistanının evli ve iki çocuk babası Kenan'a kendisini teslim edişinin ve yaşadıkları inişli çıkışlı ilişkinin okuduğum dönemde çok etkilediğini söylemeliyim. 16 ya da 17 yaşındaydım. Bir genç kızın hele 1960 darbesinin hemen arifesinde kendisini bu kadar kolay bir şekilde erkeğine teslim etmesini aklım tam olarak almamıştı. Ancak büyük bir hayranlık duymuştum o ilişkinin yazar tarafından kurgulanışına.

Sonra Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar romanı geldi. O sanırım 1960'lı yılların kuşağını sorguluyordu. Selim ile Günseli arasındaki o büyülü aşkın, Selim'in bir türlü ileri kadar gidemeyişini hüzünle okumuştum. Sonra Selim'in sonu. Benim bir tarafım Selim diğer tarafımda hep Turgut kalmıştır.

Kadın ile erkeğin "arasına gire(miye)n şeyin" edebiyat dünyasında bir türlü doyasıya yaşanamamasının ya da yaşandığında tam olarak toplumla örtüşememesinin çok ilginç bir tarihi ve süreci vardır.

Orhan Pamuk bir aşk romanı yazayım derken tam bir sosyolojik olayı masaya yatırmış oluyor. Ele alış tarzını ve havasını sevmedim. Ama konu elbette çok ilginç.

Bir kadının erkekle birlikte olmaya karar vermesi ve sonuna kadar gitmeye (bu deyimi yazardan ödünç alıyorum, sürekli bunu kullanıyor) cesaret etmesindeki ölçütün ne olduğunu ben hala çözebilmiş değilim. Kitaptaki kahraman ve Vedat Türkali'nin Kenan'ının çok yakışıklı olduğu için sonuca gittiklerini okurken anlıyorum. Bir yazar olarak ben de bu ilişkiyi fazlasıyla kuruyorum (yayımlanmamış) romanlarımda. Ama bunu kurarken belki kendi (arkaik) romantizmimden olacak aşk unsurunu fazlasıyla önemsiyorum.

Kuşkusuz Orhan Pamuk'un Kemal'i ve Füsun'u birbirlerini çok seviyorlar. Ancak o ilk buluşma günü Füsun'un tutumunu anlamam çok kolay değil. Yazar, Kemal'in ağzından bunu şaşkınlıkla anlatıyor. Füsun'un kendi kendine soyunması belki de insanı seksten soğutacak kadar basit anlatılıyor. (Açıkçası Benim Adım Kırmızı'da Kara'ya oral seks yapan Şeküre'nin o anı bile çok daha erotizm kokuyordu. İnsanı etkiliyordu.) Sonra da okuduğum 140 sayfa boyunca, herkesin ağzında bu var. Romanın içine girip çıkan bütün kahramanlar sanki bunu düşünüyor ya da buna göre sınıflanıyorlar. Özellikle kadınlar elbette. (Yanlış bulmuyorum, yanlış anlaşılmasın! Estetik imge olarak değerlendiriyorum.)

Bekâretini kolay verenler, vermeyenler ya da belli bir güvence karşılığı (banka teminat mektubu da diyebiliriz buna) verenler.

Orhan Pamuk kitabını bir müze havası içinde kurgulamış. Kitabı okurken gerçekten o müzeyi gezer gibisiniz. Bütün bunlar gerçekten çok hoş enstantaneler. Ancak Orhan Pamuk'un aşka ne kadar uzak, o duyguyu fazlasıyla unutmuş, cinsellik için bile fazlasıyla yaşlanmış olduğunu bu kitabın ilk 140 sayfasında anlayıveriyorsunuz.

O zaman kadın erkek ilişkilerinden bir anda soğuyorsunuz.

Bugün kitaptan bağımsız, kardeşimle yaptığım bir sohbette kadın erkek ilişkilerinde ne kadar saf düşündüğümü fark ettim. Açıkçası cevap bulamadığım bir takım şeylerin karşılığı o konuşmada saklıydı. İçinde bulunduğumuz bütün ilişkilerin temelinde yatan bir gerçeği gözardı ediyor olmanın verdiği bir aydınlanma anıydı belkide bu. Hala bir yazar sorumluluğu içinde belki gerçekleri değiştirmeye çalışıyor olsam da zaman ve hayat bunları insana bir şekilde kabul ettiriyor. Çok direnmenin faydası yok belki de.

Masumiyet Müzesi insani yabancılaşmanın Türkiye içine nüfuz etmeye başladığı bir dönemi gözler önüne seriyor. Kuşkusuz tepeden aşağıya inen bir süreçten söz ediyoruz. Bugün bu durum toplumun farklı katmanlarına ulaşmışa benziyor.

Konu uzun okudukça detaylandıralım...

Uzay Gökerman
 
Toplam blog
: 2033
: 1268
Kayıt tarihi
: 09.06.06
 
 

"Keyif verici bir yalnızlık" olarak gördüğüm yazma serüvenimin en önemli merkezlerinden bir tanes..