Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Haziran '07

 
Kategori
Kültür - Sanat
 

Orhan Taylan

Orhan Taylan
 

Orhan Taylan Söyleşi

Disiplinler arası diyaloglarda bu hafta Ressam Orhan Taylan’ın konuğuyduk. En fazla ilgilenebildiğim alan dediği, edebiyat seçmelerini anlattı bir okur duyarlığı ile… Adaşı ve yakın dostu Orhan Pamuk’un iki kitabını özetledi Birgün Okurları için. Hazır gitmişken aklımızdakileri de sorduk bu küresel sıcaklığında, Asmalımesçit’teki serin atölyesinde.

Orhan Taylan'ın eserleri dünyanın ve Türkiye’nin çeşitli müzelerinde bulunmaz. Türk resim sanatı seçkilerine adını katmamak için çabalayanlara kızmaz. Yurtdışında sergi açarken, oralarda ünlenmek hevesine kapılmaz. Hapishane anıları yazmak ya da sülalesiyle böbürlenmek gibi merakları yoktur. Karma sergilere katılmaz. Başka sanatçıları yargılamaktan hoşlanmadığı için resim jürilerinde ve bilirkişi heyetlerinde yer almaz. Sakal bırakmaz, pipo içmez. Resimde ustalık geleneğini küçümsemez. Gravür yapmaz, heykellerini çoğaltmaz. Resim öğretmenliğinin yaratıcılığa katkısı konusunda kuşkusunu saklamaz. Resimlerinin önemsenmesi için uçuk fiyatlar konması gerektiğine inanmaz. Suluboya kullanmaz. Yağlıboyasını kendi yapmayı, oğlu Ferhat'ı, edebiyatı, Macintosh'unu ve büyük atölye düzeninin keyfini hiç birşeye değişmez. Akşam içkisini ihmal etmez. Solaktır. Resmini, akımlar içinde adlandırmaz. Avangardizmi ve resim dışı dil kullanan kavramsal çalışmaları resim sanatı yerine ikame etme denemelerinin, sanatseverleri yanıltabildiğine inanmaz. İnsan hakları kavramını küçümsemez. Polis devletine de, şeriat devletine de karşı demokrasiyi savunmayı bir erdem sayar. Yurtdışında yaşamaz. İstanbulda, Asmalımescit'te oturur, resim yapar.

Disiplinler arası buluşmaları, tartışmaları yaşamış bir kişi olarak bugün yeniden yaratmaya çalıştığımız bu buluşmaları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Çok önemli bir adım. Fark ettirmek bile bir fikir, adım atılmasını sağlayacaksa önemli bir görevi aslında üstlenmiş oluyorsunuz bir bakıma. Şairlerin, ressamların, müzisyenlerin buluştuğu son dönemlere yetişip, yaşayan şanslı kişilerdenim. Zorla oluşturulacak bir ortam değildir tabi ki bu. Genç sanatçılar kendilerini geliştirdikleri ölçüde; elbette başka alanları da okuyarak, sinemayı, şiiri, müziği, edebiyatı takip ederek kendi sanatlarını geliştirebilirler diye düşünüyorum.

Resim dışında hangi alanla daha ilgilisiniz?

Benim için en fazla ilgilenebildiğim alan edebiyat oldu diyebilirim ama kendime zaman yarattıkça sinema, tiyatro gibi disiplinleri de takip ediyorum. Yoğun çalışan birisi olarak en kolay okumaya zaman ayırabiliyorum. Disiplinler arası ilişkiler, benim gençliğimden beri çok önem verdiğim bir olgudur. Resim, sadece resmin içeriğine ya da tarihine bakılarak öğrenilecek bir iş değil. Resmin bizde ciddi bir tarihi yok bir kere, ama buna karşılık görkemli bir edebiyat geleneğimiz var. Özellikle de şiirimiz oldukça geniş bilgi ve açılımlar sunabilecek derinliktedir. Gençliğimde işçi partisi çevresinde aktiftim. Seçim ve grev dönemleri sanatla, kültürle hiç alakası olmayan arkadaşlar ayaklı uyaklı seçim bildirisi yazarlardı. Aynı dönemlerde Maden İş Sendikası’nın bir grev çadırındaki arkadaşlar dedi ki, grev metni hazırlanacak abi sen yazar mısın?.. Arkadaşlar, dedim. Aranızda şiir yazmayan var mı? Kimse de cevap yok. Herkes mutlaka hayatının bir döneminde şiir yazmış. İşte bu görkemli geleneği her yerde kullanmanın yollarını aradım daima. Resmimde de yararlandım edebiyattan, şiirden. Şiirdeki hiciv tekniğini hiç kullanmadım ama resimlerimde nazire tekniğini sıkça kullandım. Moskova’da, 90’lı yılların başlarında Türkiye’de Genç Yetenekler adıyla bir sergi düzenlenecekti. Benden de hazır birkaç resim istemişlerdi, ben bu sergi için yeniden bir resim yapıp katılacağım dedim. Rusların Büyük Resim Üstadı İlya Repin, Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında “Sultana Mektup” isimli bir resim yapmış. Resimde zafer kahkahası vardı. O resmi gördüğümde dalga geçmeyi, savaşı farklı yöne çekmeyi açıkçası Büyük Ustaya yakıştıramamıştım. Bu resme karşılık bir göndermeydi benim ki… Ama bunu yapabilmek elbette şiir geleneğinden ve bilgisinden kaynaklanıyordu. Disiplinler arası buluşmaların önemini buradan da kavrayabilirsiniz.

Birgün Okurları için farklı bir disiplinlerden neler önerirsiniz?

Daha yakın olduğum alandan, edebiyattan önemli bir yazarımız Orhan Pamuk’tan iki kitap önerim olacak. Benim Adım Kırmızı ve İstanbul. Orhan Pamuk’un, “İstanbul” adlı kitabını okudum ve Birgün Okurları içinde önemseyecekleri notlar çıkardım. Orhan ile yakın dostluğumuz olduğundan resimle ilgili olduğunu da biliyordum, ama kitabı okudukça resme bakışını, resmin genel tarifini yapması beni müthiş etkiledi. Daha önce “Benim Adım Kırmızı” adlı kitabında da resim konusuna değinmişti. Osmanlı Sarayının nakkaş hanesinde çalışan ressamların gerçekte perspektif resmini, gölgenin resmini bildiklerini ama yapmadıklarını anlatıyordu. İdeolojik olarak gölgenin resminin yapılmasının caiz olmadığını savunan tutucu sanatçılardan dolayı uygulanamamış bu teknikler. Perspektif konusunda Baş Nakkaş kitapta şöyle der; Venedikliler çok övündükleri perspektif düzenini kullanırlar biliriz, ama onlar bilmezler ki, biz resim yaparken aleme Cenab-ı Allah’ın baktığı yerden bakarız. Onlar ise itin köpeğin baktığı yerden bakarlar. Bir cinayetin arkasında yaşanan ve anlatılanları hoş biçimde sunuyor kitap. Benim içinde çok değerli oldu bu kitabı okumak. Çünkü resim için özgün fikirler aktarıyordu. Perspektif meselesi, aslında uzun zamandır Batı resminin içinde de tartışılan bir konu. Rönesans’la beraber Avrupa resminin perspektif kullanmaya başlaması ileri, yeni bir adım olarak kabul edilse de, 20. yüzyıl ortalarından itibaren artık bunun bir sapma olduğu görüşü çok yaygınlaştı. Perspektifi yeniden reddeden, bundan özellikle uzak duran resim anlayışı Batı resminde çok gelişti. İki boyutlu bir yüzey üzerinde üçüncü boyut taklidi yapmanın bir marifet olmadığı, tam tersine ifadeyi kısıtlayan, özgür anlatım biçimini sınırlayan bir teknik olduğu konusunda, çok yaygın bir görüş hakim artık batılı sanatçılar arasında. Perspektifin giderek bir ayak bağı olduğu düşünülüyor.

İstanbul kitabı sizi nasıl etkiledi? Siz de İstanbul tutkunusunuz bildiğimiz kadarıyla.

İstanbul kitabında da gençliğini okuyucusuna anlatıyor. Gençlik döneminde resme olan tutkusunu, İstanbul resimleri yapmasının coşkusunu paylaşıyor okurla. Kitap, ressam değil de yirmi iki yaşında yazar olmaya karar vermesi ile sona eriyor. Resme ve İstanbul’a bakarken saptadığı önemli şeyler var. On üç- on beş yaş arası benzetme meselesi ile uğraşırken, birkaç yaş sonrasında benzetmenin marifet olmadığını, aslında İstanbul hakkındaki duygularını resme yüklemesi gerektiğini kavradığını anlatıyor. Bir çeşit yol gösteriyor usta bir sanatçı olarak, resim bir benzetme sanatı değildir diyor haklı olarak. Gördüğünüz şey hakkındaki duygu ve düşüncelerinizi yansıtmanızdır önemli olan ve bunu bir öğüt olarak aktarıyor. Herkese mutlaka önereceğim bu kitabı, özellikle genç ressamların dikkatle okuması gerekir diyorum.

İstanbul’da başka neyi keşfediyor?

İstanbul’a bakarken hüznü keşfediyor. İstanbul ve hüzün ilişkisi üzerine derin çalışılmış bir eser. Aşağı yukarı otuz senedir hüzün meselesine önem verdiğimi dikkate alırsanız, benim içinde öznel bir kitap oldu. İstanbul’a nasıl baktığı, bu kitabı yazarken neler düşündüğü, hüznün sadece görüntü olarak değil de, tarihsel yanı ile ele alması okuru da hüzünlendirebiliyor. Bizim edebiyatımızda, resimle böylesine derin ilişki kurabilen yazarlara pek rastlanmaz. Bir ressam olarak kitabı okurken çok heyecanlandım. Pek çok kişi çocukluğunda ya da gençliğinde iddiasız bir tavırla resim yapmayı denemiştir. Sonrasında çeşitli nedenlerle de bırakmıştır. Çıkış yollarını bulamamıştır, çevresinden övgüler alamamıştır ya da ne bileyim, beğenilme konumuna ulaşamadığı için resim yapmaktan vazgeçmiştir diyelim. Kitap böyle bir dönemi olan herkese o günlerini tekrar hatırlatacaktır. İşte o resim yapmayı deneyip bırakanlar yıllar sonra mesele benzetmek değilmiş diyecekler. Bu çok önemli bence.


Sıkça sergi izler ve değerlendirir misiniz?

Başka bir ressamın işleri üzerine görüş açıklamaktan özellikle kaçınırım. Her ressam, başka sanatçıların resimlerine bakarken kendi resimlerinin filtresinden bakar. Ne kadar istenirse istensin öznel olmayacaktır. Bu konuyla ilgili enteresan bir yazı okumuştum. Michalengelo’nun gençliğine denk gelemedi yağlıboyanın icadı. Ancak yaşlılığı dönemin de tanışabildi bu malzemeyle. O dönem kuzey İtalya’da; Venedik’te yağlıboyanın çok başarılı bir şekilde kullanıldığını duyuyor Büyük Usta. Tiziano diye biri boyayla resim yapıyor. Michalengelo, kalfaları ve çıraklarıyla birlikte Venedik’e, Tiziano’ın atölyesine gelir. Çalışmaları görüp dışarı çıktığında, beraberinde gelenler Usta’nın görüşlerini sorarlar. Mikelanj’da boyayı çok iyi kullanmışlar ama desen çalışmaları gerekli diye yanıtlar. Tabi bu hiçbir zaman Tiziano’a bir eleştiri olarak kabul edilmemeli. Kendisini ispatlamış sanat tarihinin önemli Usta’larından birisidir. Resim sanatının bir takım ölçütleri var. Bu ölçütleri ortaya koyup, resimleri değerlendirmesi gereken kişilerin eleştirmenler olması gerektiğine inanıyorum. Hatta özgeçmişime bile koymuşumdur; hiçbir yerde jüri üyeliği yapmadım, yapmamda. Ayrıca sanatçıların yapmasına da karşıyım.

Son günlerde resimde Milli’lik gibi kavramlar tartışılıyor. Nasıl karşılıyorsunuz bu tartışmaları?

Resme ille de herhangi bir ulusal kimliği yüklemek gülünç geliyor bana. Diyelim ki; İstanbul’da yaşayan bir Rum vatandaş resim yapıyor, bu kimin resmi olacaktır. Bu tür kavram yüklemeler temelsiz tartışmalardan kaynaklanıyor. Bugün Türkiye’de ki yetkin birçok sanatçıyı Avrupa ya da Amerika’da yaygın bazı akımların içinde değerlendirmek daha doğru olur. Tuval resmi sonuçta Batı kökenli bir resim yapma metodudur. Bu yüzden batı resmi ile yakın ilişkisi çok anlaşılabilir bir durumdur. Bizim resmimizin, en ciddi sorunu erken Cumhuriyet Döneminde yaşanmıştır. O dönemde, Anadolulu olan bir çeşit folklorik resim yapılması teşvik edildi. Ziya Gökalp’in, musiki için meşhur bir formülü vardır. Hem mahalli hem Avrupai bir müzik yapabilmek için Anadolu’dan motifleri alacaksınız, der. Onu Avrupai tarzda armonize edeceksiniz. Formül bu kadar basittir. Aynı formülü resimde de uygulattırdılar. Turgut Zaim, Bedri Rahmi Eyüboğlu gibi isimlerde bu milli resim anlayışımızı temsil ediyor diye de kabul ettirdiler. Böyle bir şey yok. Resim dili evrenseldir. Milli resim dili diye bir şey olamaz. Bundan dolayı, ben oldum olası bu tür folklorik öğelerden uzak durmaya, daha insani resim yapmaya gayret ettim. Ayrıca yapan insanın vatandaşlığına bakıp resmini kategorize edemezsiniz. Evrensel olmasını söylerken buralı resim yapmak gibi bir gayretim var. Buraların ve burada yaşayan insanların yaşamlarına dair anlatılması gerekenlerde diyebiliriz. Hayatı anlatma biçimimiz biraz hüzünlüdür. Doğal olarak burada yaşayan bir edebiyatçıyı da, ressamı da ancak burada ki hayat etkiler. Bir Sicilyalı, Makedonyalı ya da bir Rus ressamın aşkı anlattığı remine baktığınızda her birinin ayrı biçimlerde anlattığını görürsünüz.


İfade edememek ya da kabul görmemesi mi bu terimlerin ortaya atılmasını zorluyor?

İstanbul’da ki, konsoloslukların kültür merkezlerine bakın hepsi kendi kültürünü, kendi sanatını tanıtır. Avusturya’da ya da Fransa’da durum aynıdır, ilk önce kendi sanatçılarına yatırım yaparlar. Sanat borsaları da kendi sanatçılarını korumak için hareket eder. Başka hangi ülkeden sanatçı giderse gitsin şansı olmaz. Dolayısıyla sanatın ithali yoktur. Sanatçı oralılaştırılır sonra pazara çıkarılır. Ulusal pazarların koşulları oluşturulmadan hiç kimse evrensel bir dil kullanıyorum resmimde diyemez ve evrensel ortamda tanınmışlık sağlayamaz. Bu beraberinde küreselleşme tartışmasını da getiriyor gündeme. Tabi küreselleşme ne kadar sahici bir önermedir. Neler küreselleşiyor neler küreselleşmiyor. En gelişmiş ülkelerin sermayesi, sanatçısı bütün dünyaya dayatılıyor ama bunun yanı sıra gelişmekte olan ülkelerin ekonomisi ve aynı zamanda sanatı da bu küreselleşmeden demokratik bir şekilde faydalanamıyor.

Yahşi Baraz’la yaşanan polemiği nasıl değerlendiriyorsunuz?

Konuya çok hakim değilim, ama sonuçta Yahşi Baraz kendi görüşlerini beyan etmiş. Avrupa’da okullarda resim öğretmenliği yapanlar profesyonel sanatçı olarak kabul edilmezler ikisi birbirinden apayrı ve ikisi de tam zamanlı işler. Avrupa’da bu ayrışma zamanında olmuş ve bugün kavramlar yerine oturmuş. Biz de ise, ikinci Dünya savaşı öncesinde başlayan Avrupalı bir sanatı desteklemek, kollamak için ilgili bir tutum sergileyen devlet, ressamları bunların bir de maaşları olsun, aç kalmasınlar diyerek akademiye hoca yapmıştır. Adam sançtı mı olacak, hoca mı? Hangi tavrı gösterecek ya da hangisini benimseyecek. Bugün bile bazı galeriler sergi yapacağı isimlerde özellikle akademisyen diye bir şey tutturmuş ve etiket olmasına önem veriyor. Bu da kültürel donanım eksikliğinden kaynaklanıyor bence. Kültürel eksikliğin olduğu yerde de bu tür ünvanlar elbette prim görecektir diye düşünüyorum.

Sizin resminizin insana hitap etmesi her yerde kolay anlaşılmanızı sağlıyor mu?

Benim resmimi gören Yunan, Makedon ya da Bulgar birisi bu resim beni anlatıyor diyebilir. Ama benim resmimde işlediğim temalar Amerikalı birisinin anlayabileceği bir dilde değildir. Mesela aşkı onlarla aynı duygularla yaşamadığımız için resimde farklılaşmalarda olabilir. Üç dört yıl önce Paris’te bir sergi gezerken oldukça şaşırmıştım. Tıpa tıp benim resimlerimin benzerleri asılmış; renkler aynı, resimde kullanılan desen duyarlılığı aynı. Galerinin yöneticisine sanatçı ile nasıl tanışabileceğimi sorduğumda bana fotoğrafını gösterdi. Büsbütün şaşırdım, fotoğrafta benim on yıl önceki halim vardı. Kolombiyalı bir sanatçıymış, galerici geçen yıl akciğer kanserinden öldüğünü söyledi. Bütün gece sanki kardeşimi kaybetmişim gibi oturdum ağladım. Benzeştiğimiz yerler var. Sonuçta insanların hikayeleri gelip bir yerlerde kesişebiliyor.

 
Toplam blog
: 31
: 895
Kayıt tarihi
: 17.06.07
 
 

Hayattan alıyorum bütün kaynağımı. Sokağı takip ediyorum, insanları gözlemliyorum, kendimi sorguluyo..