Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Kasım '12

 
Kategori
Tarih
 

Ortadoğu'da Kaos: Hegemonik çevrede sahip olmanın yeniden inşası

Turgut ŞAHİN

1-GİRİŞ

Ünlü düşünür İbn Haldun (1332–1406) insanoğlunun şimdiye kadar kurup geliştirdiği en büyük organizasyonlardan birisi olan devlet ile üzerinde yaşadıkları coğrafya arasındaki ilişkiyi ünlü eseri Mukaddime’de özel bir başlık altında inceler[1]. Onu asırlar sonra, bugünkü unvanlarıyla söyleyecek olursak coğrafya üzerinden devlet politikası üretmenin bilim adamı olarak ortaya çıkan ünlü jeopolitikçi ve stratejistler izleyecektir.

Üzerinde yaşadığı ve mekân tuttuğu coğrafya üzerinden dünya politikasında etkin olma iddiası olan her toplumun ve onu yönetenlerin en önemli danışmanlarının Jeopolitikçiler olduğunu söyleyebiliriz. Jeopolitikçiler dünya coğrafyasına ülkelerinin bulunduğu konuma göre siyasi, askeri, dini ve ekonomik bakımdan bir değer biçerek, buradan uluslar arası politikada nasıl etkin olunabileceği bilgisine ulaşırlar. Jeopolitik değerlendirmeler bir defaya mahsus olarak yapılıp bırakılmazlar. Dünyada ve çevremizdeki Toplumsal ve politik gelişmelerin her aşamasında yeniden değerlendirilerek dini, siyası, ekonomik ve askeri olarak dost ve düşmanlarımız ve onlara karşı uygulayacağımız politikalar yeniden belirlenirler. Ünlü Fransız tarihçi F.Braudel’e göre bu konjonktürel süreçler kırk ila altmış yıl arasında değişmektedir.

İşte dünya politikasında toplumsal ve jeopolitik imkânları güce dönüştürüp, dışa doğru evrilmeye çalışan toplumlar aynı zamanda hegemon olma iddiasında olan toplumlardır. Bu toplumları böyle bir iddiaya tarihleri, üzerinde yaşadıkları coğrafya ve bunlara uygun geliştirdikleri kültür teşvik eder ve zorlar. Bu bir kaderdir diyebiliriz. Bundan hiç bir toplum kaçamaz. Kaçarsa içe kapanır ve çürümeye başlar[2]. Bu çürümeden kurtulmanın tek yolu bu iddiaların tarihi büyük kültür sistemine uygun bir medeniyet iddiası olarak temellendirilmesi ve hayata geçirilmeye çalışılmasıdır. Onun içindir ki bu iddialar temel kodları itibariyle tamamen tarihi ve milli olmak zorundadırlar. Bu makalenin ana konusu hali hazır hegemonik güç merkezinin öncekilere göre (Afganistan ve Irak) arka planda kaldığı Orta Doğu operasyonlarının bir medeniyet hamlesi olarak tarihi arka plana sahip olduğunun analizini yapmaya çalışmasıdır.

 Konuyla ilgili üzülerek belirtelim ki; Türkiye’de ne stratejik araştırma enstitüleri, ne de bu konunun uzmanı olarak ortalıkta arzı endam edenler Orta Doğu’yu bir ateş çemberinin içine atan olayları batı ağzıyla “Arap Baharı” olarak topluma takdim etmişlerdir. Bizim medeniyet çevremize dâhil olan bu toplumlar üzerinde oynanan belki de tarihin en büyük siyasi, askeri, ekonomik ve dini operasyonunu bu ülkede  “Orta Doğu” cahili birçok siyaset adamı, diplomat ve entelektüel geçinen kişi ve kuruluşlar alkışladılar. Bizim çevremizde meydana gelen ve bizim dahlimizin sadece arabuluculuk yapmaktan öteye gitmediği bu operasyonlar sonucu Orta Doğu’ya demokrasi ve özgürlük geleceğine kendilerini de bir kısım vatandaşı da inandırdılar. Şimdi Bu kısa girişten sonra ana konumuza dönerek makro düzeyde sahip olmak ne demektir? Onu açıklamaya çalışalım.

II-SAHİP OLMA İDDİASI BİR MEDENİYET VE TOPLUM KURMAK İDDİASIDIR.

Bu alt başlık altında açıklamaya çalışacağımız bilgilere dünyamızdaki bütün sahiplenme biçim ve anlayışlarını açıklayacak temel bir aksiyomla başlayalım. Bütün medeniyetler farklı sahiplenme anlayışlarına dayalı egemenlik biçimlerini tembihleyen kültür sistemleridir. Bundan dolayıdır ki bütün hegemonik yapılar ve onların üzerine kuruldukları kültür sistemleri birer sahiplenme tarzı olarak farklı dini ya da felsefi inançlara dayanırlar[3]. Onun içindir ki bir egemenlik tarzı olarak ortaya çıkan sahiplenme anlayışları ve onların vaziyet alış biçimleri (politik, ekonomik, askeri pratikler) hegemonyanın üzerine kurulduğu bu medeni anlayışın kutsanmış hedefleri olarak görülürler. Ya da başka bir ifadeyle bütün sahiplenme anlayışları dini ve felsefi bir kutsallığa dayanırlar. Yani kısaca söyleyecek olursak bütün sahiplenme biçimleri kendi kurdukları suni-beşeri dünyayı insanlığın kabul etmesi gereken kutsal yaşama biçimi olarak muhataplarına telkin ederken, diğer medeni anlayış ve sahiplenme biçimlerini de düşman ya da barbar olarak ilan ederler[4]. Buna bir örnek olarak Batı kültür ve medeniyetinin sahiplenme anlayışını verebiliriz. Batı medeniyetinin bu sahiplenme anlayışı Platon ve Aristo ile antik Yunan da başlamış, Roma imparatorluğunda da bu anlayış aynen devam etmiştir. Bu sahip olma anlayışı toplumları medeni ve barbar diye ikiye ayırmış, bu anlayış batı toplumlarını tüm dünyayı medenileştirme gibi ucu açık, nerede duracağı belli olmayan bir fetih toplumuna dönüştürmüştür. Kısaca batılı hegemonların sahip olma anlayışlarının politik misyonu kendilerinin dışındaki barbar toplulukları medeni hale getirmek gibi insani bir çaba olarak takdim edilmiştir. Bu sahiplenme anlayışının bugünkü politik ve stratejik adı barbar ve geri ya da terörist toplumlara özgürlük ve barış getirmek adı altında sunulmaktadır.

Hegemonya ve imparatorluklar, üzerine inşa olundukları kültürel kodlara göre bir problemi önce tanımlar, sonra bu tanıma uygun araçları tasarlar ve organizasyona dönüştürürler. Bütün bu süreçler de yapılanın meşru olması için yerel ve uluslar arası hukuka uygunluğu da göz önünde bulundurmaya çalışırlar. Eğer yapılanı meşru görecek bir hukuk sistemi yoksa uluslar arası hukuku da gücü oranında tanımlamaya çalışır ve kendisi için projelerini gerçekleştirecek kanalları açmaya gayret ederler.[5]. Örnek olarak; on altıncı yüzyılda İspanya adalet ve evrensellik gibi temel kavramları Amerika kıtasının fethini meşrulaştıracak şekilde yeniden tanımlamıştır. On sekizinci yüzyılda, Fransa kıtasal gücünü sağlamlaştırmak amacıyla modern sınır kavramını ve güç dengesi anlayışını geliştirmiştir. On dokuzuncu yüzyılda, Britanya, yine zamanının hegemonik bir gücü olarak kendi çıkarlarını güçlendirmek için, korsanlık, tarafsızlık ve sömürgecilik konusunda piyasaya yeni kurallar sürmüştür.[6]

Başka bir örnek olarak Ünlü Alman filozof ve tarihçi Walter Schubart’ın bütün medeni anlayışların sahiplenme biçimlerini kategorize ettiği, Uyumlu- zahit, Kahraman-Mesihçi insan ve toplum tiplemesini verebiliriz.[7] Schubart bu tiplemeleri gelmiş geçmiş medeni anlayışların dünyaya bakış açılarını (sahiplenme tarzlarını) kavramsallaştırmak için yapmış, ancak daha sonraları bu vasıflardan “uyumlu –zahit” batı dışı toplumların ve kültürlerin, “Kahraman- Mesihçi” insan tipi ise batı kültür ve medeniyetine dâhil toplulukların bir özelliği olarak batılı entelektüel ve politik çevrelerce akademik literatüre sokulmuştur. Bu kabul daha sonraları oryantalizm adı altında batının doğuya bakışını Doğu’yu aşağılayıcı bir ideolojik kalıba dökerek batı toplumuna doğu üzerinden kendini her defasında yeniden inşa etme fırsatını vermiştir. Bu anlayışın Batıda hastalıklı bir sosyal karakterin oluşmasına sebep olduğunu E.Said, ünlü eseri “Oryantalizm”de bütün çıplaklığıyla ortaya kor.[8] İşte bu makalemizde analizini yapmaya çalıştığımız hegemonik iddia ve sahiplenme biçimlerinden birisi olan BOP ya da GOKAP gibi projelerin arkaplanında uyumlu-zahit insan ve toplum tiplemesi üzerine inşa edilen “Oryantalizm” kavramının tarif ettiği ilkel, geri, sahip oldukları coğrafi imkânları kullanmaya hakkı olmayan toplumların medeni hale getirilerek batı kültürüne enteğre edilmesi anlayışı yatmaktadır.[9]

Bu bölümü kısaca özetleyecek olursak: Sahip olmak iddiası bir medeniyet iddiasıdır ve muhatabı toplumu medeni hale getirme amacını güden politikaların arka planını oluşturur. Sahip olma iddiası güç üzerinden uygulamaya konurken, gerçekleştirilmek istenen politik hedeflerin kutsal amaçlar için yapıldığı söylemine dayanır. Bu kutsal söylemin Orta Doğu için gerçekleştirmek istediği hedef ise bu coğrafyada yaşayan genellikle Müslüman olan toplumlara özgürlük ve demokrasi getirmek olarak ilan edilmiştir. Dolayısıyla hegemonya ve onunla birlikte hareket eden müttefikler mevcut idareleri alaşağı etmek için muhaliflerle işbirliği yaparak özgürlük ve demokrasi getirmeyi ahlaki bir sorumluk olarak açıklarken kahraman-Mesihçi insan prototipine uygun davranmış oldular. Kahraman-Mesihçi insan anlayışı yukarıda açıklamaya çalıştığımız gibi batılı İnsanın kurmayı başardığı en büyük organizasyonlardan birini kiliseyi tanrılaştıran bir dini ve felsefi anlayışa dayanır.[10] Kilisenin bu görevini 16.yüzyıldan itibaren Protestan ihtilaliyle birlikte Batıda ulus devlet üstlenmiştir. Bunun makalemiz açısından anlamı hegemonyanın ulusal bağlamda ortaya çıkmasından başlayıp dışa yani uluslararası alana doğru genişlemesini sağlayacak tek güç merkezinin ancak devlet organizasyonu olmasından kaynaklanmaktadır. Onun içindir ki bugün her ne kadar kabul edilmiyormuş gibi gözükmesine rağmen Batıda modern ulus devlet medeniyet iddialarının kutsallaştırıldığı ve konjonktüre uygun hegemonik politikalar üretip planlayan ve bu projeleri aksiyona dönüştüren tek organizasyondur. Şimdi bu konuyu da açıklayacak alt başlığımıza geçebiliriz.

III. BATIDA MODERN DEVLET MODERN KİLİSEDİR.

Batıda özellikle 16. yüzyılın başlarından itibaren dillendirilen kilise karşıtı protestolar Almanya’da ortaya çıkan Luther Hareketiyle birlikte dalga dalga yayılıp batı Hıristiyanlığını ikiye bölerek Kiliseyi tahtından indirecek hareketin öncüsü oldu. İşte bu tarihten itibaren Katolik merkezli hegemonik yapılar yavaş yavaş etkinliklerini yitirirken, onun yerini Protestan merkezli hegemonyalar aldı. Modern burjuvazinin ilk öncüleriyle el ele vererek kurulan bugünkü moderndünya sistemi organizasyon olarak kilisenin yerine ulus devleti ve onun yönetici takımını ikame etti. Kısaca batı toplumlarında Modern devlet Protestanlıkla iç içe geçerek modern kilise haline gelmiş oldu.[11]

Artık Bundan sonra batı tarzı yönetim anlayışında eskilerin deyimiyle Tapınak ve Saray, Saray çatısı altında birleşerek onların ebedi müttefiki olacak çarşı/sermaye organizasyonları ile birlikte dünyanın fethine karar vereceklerdi. Burada Çarşı/sermaye sömürü alanını tanımlarken, saray- tapınak da zor yoluyla tahakküm alanını belirliyor; meri hukuk sistemiyle bu yapılanlara meşruluk sağlıyordu. Bu Fetih hareketine öncülük eden insan prototipi ise sahiplenme tarzı olarak her şeye, hatta Tanrı’ya bile meydan okuyacak olan antik devirlerden batıya miras kalmış kültürel kodlardan türemiş kendisini tanrı zanneden Schubart’ın kahraman insanıydı. Bu İnsan, Hıristiyanlıktan mülhem Mesihçi insan anlayışıyla birlikte günahkârları kurtuluşa erdirecek dünyayı yeniden inşa hareketine girişecekti. İşte bugünkü ABD hegemonyasının  “öteki” karşısında takındığı politik ekonomik, askeri ve dini tavrın arka planında siyasal sisteme hâkim kahraman -Mesihçi insan anlayışı yatmaktadır. Bu tespitimiz konumuz bakımından önemlidir. Eğer Hegemonyaya hâkim bu sahiplenme tarzını ve onun arka planını oluşturan dini, felsefi, siyasi ve ekonomik mantığı kavrayamaz isek, zora dayalı hegemonik pratiklerin sahipleme tarzını “demokrasi ve özgürlük savaşı” olarak anlayan kör bir bilincin taşıyıcısı zavallı insanlar haline geliriz. Ya da başka bir deyişle hegemonyanın “öteki”nin hâkim olduğu geri ve ilkel dünyayı özgürlük ve demokrasiye kavuşturma projesi üzerinden Hıristiyan batı medeniyetini yeniden ikame etme girişimini anlayamayız.

Özet olarak bütün hegemonyalar, üzerine inşa olundukları büyük kültür sistemlerinin sahiplenme tarzının hem sahibi, hem taşıyıcıları hem de ötekiler üzerinden uygulayıcılarıdır. Durum batı dışı toplumlar, özelliklede oryantalist bir mantıkla tanımlanan Orta Doğu toplumları için oldukça vahimdir. Çünkü Batı medeniyetinin sahiplenme tarzının Protestan versiyonu elindeki güçle günahkâr ötekileri imana davet edecek projeleri hayata geçirmek için elinden gelen her şeyi yapmaktan çekinmeyecektir. Son yirmi yıldan buyana yaptıklarına baktığımızda bu konuda hiçbir ahlaki ve entelektüel kayıtla kendisini sınırlamadığını görebiliriz. Bu konuda Amerika kıtasının fethi sırasında fethe ve işlenen cinayetlere bulunan dini, politik gerekçelerin arka planında Batı medeniyetinin geri, ilkel, içinde yaşadıkları coğrafyayı hak etmeyen, onlara bırakılamayacak kadar batıya lazım olan sahiplenme anlayışı ile hareket ederek kıtada yerli olan ne varsa ortadan kaldırıp yok ettikleri bugün bilinmektedir. Bu konuda sadece Amerikalı tarihçi Davit E.Stannard’ın Amerika’nın soykırım Tarihi’ni okumak yeterlidir diye düşünüyorum.[12]

IV. İMPARATORLUK STRATEJİLERİ VE ORTADOĞU

Ünlü Alman Ekonomist Frederick List, geçen asrın ortalarında içinde Orta Doğu’nun da bulunduğu önemli stratejik alanlarla ilgili bir öngörüde bulundu. List’in bu öngörüsünün üzerine ünlü stratejist ve jeopolitikçiler teoriler kurdular. List, İngiliz imparatorluğunun gelecekle ilgili projeleri üzerine yaptığı analizlerde ana kara üzerinde kurulacak bir dünya imparatorluğu için hâkimiyet altına alınması gereken alanları da böylece işaretlemiş oldu. F. List’e göre birbirine bağımlı olarak hâkimiyet kurulması gereken alanları ,“Cebel-i Tarık, Malta, Girit ve Kıbrıs üzerinden geçip, Kahire-Süveyş’e ve oradan da Şam ve Bağdat’a kadar uzanacak büyük bir köprünün” İngiltere tarafından ne zaman kurulacağını bugün hayatta olan hiç kimse bilemez. Ancak şunu söyleyebiliriz: günün birinde, insanoğlu bu büyük düşün gerçekleştiğini görecektir.”[13] Demiştir.

 List’ten sonra ünlü stratejistlerden, Mackinder’in “dünya Adası, Spykman’ın “Rimland” olarak tanımladığı bölge, Mahan’ın bir deniz imparatorluğu kurmak için mutlaka egemenlik altına alınması gereken alan olarak işaret ettiği yer de bugünkü Orta Doğu dediğimiz ve çoğunluğunu Müslüman ülkelerin oluşturduğu bölgeden başkası değildir[14]. Bu bölgede bulunan körfez boğaz ve su kanalları,  Aden körfezi ve Babel Mendep Boğazı, Hürmüz Boğazı, Süveyş körfezi ve Cebeli Tarık’ı barındıran alanlar küresel bir imparatorluk için hâkimi olunmadıkça eğemenligin tam olarak kurulamadığı bölgelerin başında gelmektedir. Onun içindir ki küresel eğemenligin yolu bu bölgelerin kontrol altına alınmasıyla ancak mümkün hale gelecektir diyebiliriz. İlk küresel imparatorluk deneyimi olan büyük İskender’den bu tarafa bütün imparatorluk güç ve politikalarının ele geçirmek istediği yer daima bu coğrafya olmuştur. Kısaca söyleyecek olursak bugün Ortadoğu olarak bildiğimiz bölge tam olarak kontrol altına alınmadıkça küresel bir eğemenligin kurulmasından bahsedemeyiz.

Peki, Ortadoğu’da başta List’in ve diğer jeopolitikçilerin tespit ettikleri alanlarda bu küresel egemenlik nasıl kurulacaktır. Ya da Ortadoğu hâkim egemenler için bir engel coğrafya olmaktan nasıl çıkarılacaktır?.

1.yol bu bölgelere hâkim olan siyasi otorite biçimlerini muhatap kabul ederek karşılıklı çıkar ilişkileri üzerinden egemenliği devam ettirmektir.

2. Yol bu bölgelerin savaş yoluyla ele geçirilip hâkimiyet altına alınmasıdır.

3. Yol ise bu bölgelerde yaşayan toplulukları yumuşak güç politikalarıyla stoik anlamda içlerine sızıp yayılarak Küresel Eğemenligin üzerine inşa olunduğu kültür ve medeniyet anlayışına dâhil etmektir.

Hâkim hegemonya ve müttefiklerinin 1.yola bundan böyle itibar etmeyecekleri 11 Eylül den sonra pratiğe aktarılan politikalarla ortaya çıkmıştır. 2.yolu ise Afganistan ve Irak’ta deneyerek uygulamaya koydular. 2.yolun uluslar arası kamuoyunda gizli ve açık bir muhalefete sebep olduğu, ayrıca bu operasyonların muhatabı olan halk tarafından Müslüman coğrafyanın kâfirler tarafından istilası olarak görüldüğünden toplum tarafından meşru kabul edilmediği ve içten içe bir muhalefetin devam etmesinden dolayı tam olarak başarılı olunamadığı bugün biliniyor. Onun içindir ki 3.yol devreye sokulmuş ve ülke içinde oluşturulan muhalefeti harekete geçirerek mevcut siyasi otoriteler kendi vatandaşları tarafından kanlı bir şekilde tasfiye edilmişlerdir[15]. Böylece 2. yol için söylediğimiz Müslüman, kâfir karşıtlığı hafifletilmiş, muhalefet oluşumu egemenlerden toplum içi düşmanlıklara kaydırılarak hegemonya ve müttefikleri için arabuluculuk üstlenebilme imkânı ortaya çıkmıştır. Bu imkân ise bu bölgelerde modern küresel topluma katılma, özgür ve demokrat olma çabaları üzerinden sistemin yeniden inşası adına bir medeniyet dönüşümüne hazırlık olarak planlanacak ve uygulamaya konmaya çalışılacaktır.

V.HEGEMONYANIN ORTADOĞU ZAMAN YÖNETİMİ VE BOP

Soğuk savaş sonrası Amerikan politikası dünyada ve Ortadoğu’da Zamanı yeni baştan yönetmek istediğini, bu zaman yönetiminin soğuk savaş dönemine benzemeyeceğini ilk önce entelektüel düzeyde S.Huntington’ın “Medeniyetler Çatışması” tezi ile Uluslar arası kamuoyuna açıklamış oldu. Bu makalenin uluslararası düzeyde itibar görmesinin sebebi bize göre bu yeni zaman yönetimi anlayışını deklare etmesinden dolayı idi. Ünlü bir askeri uzman olan Huntington’ın bu makalesi daha sonra bu konuda yapılacak çalışmalara öncülük etmek üzere kitap olarak ta yayınlandı.[16]

Huntington, bu eserinde Soğuk Savaş sonrası dünya düzeninin Medeniyetler çatışması temelli olarak yeniden kurulacağını, iddia ediyordu. Bu iddiaların doğruluğu kitabın yayınlanmasından bir sene sonra Amerikan hükümetine ve kamuoyuna sunulan “Yeni Amerikan yüzyılı projesi”yle ortaya çıktı. Bu projede ABD’nin militer bir imparatorluk anlayışıyla hareket etmesi gerektiği Projeyi hazırlayanlar tarafından özellikle belirtiliyordu. Çünkü onlara göre yarının eğemen gücünün yaratılması ancak bu projede ortaya konanları uygulamakla mümkün olabilirdi.[17] Kısaca söyleyecek olursak eğer ABD, Medeniyetler çatışması yoluyla zamanı yönetecekse Askeri harcamalara daha fazla kaynak ayrılmalıydı. Bu anlayışın politik ve entelektüel tabanı Barnett’in ısrarla altını çizdiği gibi, bu yüzyılda hegemonya için esas tehlikeli olan şey bağlantısız bir ülke olmaktı. Onun içinde Enteğre olmamış boşluğun yani BOP politikaları yoluyla Ortadoğu ülkelerinin, küreselleşmenin işleyen merkezine enteğre olmaları gerekiyordu. Buna göre bağımsız ulusal devletler dönemi ABD’nin yeni zaman yönetiminde artık sona ermeliydi. Barnett bunun için “Orta Doğu Merkeze katılana kadar biz, Ortadoğu’yu asla bırakmayacağız. Hatta bu konuda gerekirse savaşırız” diye açıkça ilan ediyordu[18]. 11 Eylül sonrası ortaya konan ABD politikaları hegemonyanın yeni zaman yönetiminin bu minvalde olduğunu ortaya koydu. Afganistan ve Irak işgalleri gündeme, devlet ve ulus inşası politikalarını getirdi.[19] Devlet ve ulusları yeniden inşa etmek demek bu süreçte askeri pratiklerin kullanılacağını işaret ediyordu. Ve Nihayet Hegemonyanın yeni zaman yönetiminde yeni dönemin kutsalları bahane edilerek sırf mili ve bağımsız kalmak istedikleri için bir zamanların diktatörleri el sıkıştıkları dostları tarafından kanlı darbelerle iktidar sahnesinden tasfiye edildiler. İşte BOP ya da GOKAP hegemonyanın yeni zaman yönetimine geçtiği bir konjonktürel süreçte Ortadoğu’da uygulamaya koyduğu projelerden birisi olarak ortaya çıkmıştır. Bu Projeyi Amerikanın ya da müttefiklerinin Ortadoğu’nun Petrollerine el koymak için yaptığını Zannetmek Medeniyetler ve onların pratiğe aktarıldığı araçlar olan hegemonya ve imparatorluklar hakkında hiçbir şey bilmemek demektir. Hegemonyalar ve imparatorluklar üzerine inşa olundukları kültür ve medeniyetin taşıyıcı araç ve organizasyonlarıdır.

Onun içindir ki BOP üzerine yapılan en iyimser araştırma ve analizler bile hegemonya ve batılı müttefiklerinin bu bölgede yapılan operasyonlar sonucu ele geçirecekleri imkânlar üzerinden (petrol, su vb. gibi), esas amacın bir kültürel dönüşüm olacağı üzerinde ısrarla durmaktadırlar.[20] Zaten BOP’un açıklanan hedefleri arasında batılı değerlerin bu coğrafyada yerleştirilmesi ve kalıcı hale getirilmesi başta gelmektedir.[21] Yeni süreçte Hegemonya ve müttefikleri tarafından BOP politikalarıyla “İçi batılı anlamda muhafazakârlık ve liberalizmle doldurulmuş, İslam adıyla harmanlanmış bir inanç ve kültürün bu coğrafyayı kısa zamanda istila edeceği” hesabı yapılmaktadır. Bu hesabın yanlış olduğunu aşağıda açıklamaya çalışacağız. Şimdi biz yeniden konumuza devam edelim.

VI. EYYAM-ÜL ARAP VE ORTADOGU DA KAOSA DOĞRU

Ortadoğu’da BOP projeleriyle içte muhalefet oluşturarak ya da var olan muhalefetle işbirliği yaparak zamanın muktedirlerini tasfiye edenler, Arap toplumlarında temelleri binlerce yıla dayanan kabile asabiyesi ve onun sahiplenme anlayışının bu diktatörler tarafından diri tutulduğunu ya bilmiyorlar ya da unutmuş gözüküyorlar. Binlerce yıldır Arap toplumunun bir millet ve devlet olamayışının sebebi işte bu kabilecilik mantığına dayalı sahiplenme anlayışıdır. Modern dönemlerde bu anlayıştan faydalanan açıkgöz bürokrat ya da asker liderler ihtilal ve darbeler yoluyla kendi kabile asabiyesine güvenerek, dış destekle iktidara el koymuşlar ve bir kabileler konfederasyonu diyebileceğimiz sistemle belli bir hiyerarşi çerçevesinde iktidarı paylaşmışlardır. Ancak Arap kabile mantığında kabilenin bir hiyerarşik sıralamaya tabi tutulması onu aşağılamak anlamına geldiğinden eline geçen en yakın fırsatta amcaoğlundan bunun intikamını alacağını bu kabileleri yönetenler de bildikleri için bu ülkelerde yönetenlerin diktatör olmalarının toplumsal bir zaruretten kaynaklandığı söylenebilir. Yoksa Dünya'nın en stratejik bölgelerini yurt tutmuş bu ülkelerin şimdiye kadar çoğu zalim diktatörler tarafından yönetildiğini nasıl açıklayabiliriz. İşte b isyanlar yoluyla hala dipdiri olarak zihinlerde duran ve isyan edeceği uygun bir zamanı bekleyen kabile mantığına  “Arap baharını kışa çevirecek “gün doğmuş oldu. Şu anda iktidar değişikliğini isyanlar yoluyla sağlamış olan bu ülkelerde dereceleri kısmen farklı olmakla birlikte iktidara el koyan kabile mensuplarının uygulamalarının bir Eyyamü’l-Arab’a dönüşeceğinden hiç kimse şüphe etmemelidir.

Eyyamü’l-Arap, Cahiliye devrinde ve İslamiyet’in ilk zamanlarında Arap kabileleri arasında cereyan eden savaşlar için kullanılan bir tabirdir[22]. Eyyamü'l-Arab'ın her birine meydana geldiği yere, savaşa yol açan sebeplere veya savaşın sonucuna göre Yevmü Buas, Yevmü Zükar Yevmü Dahis ve Gabra, Yevmü Ficar gibi adlar verilmiştir.  Eyyamü'l-Arab bize kadar ulaşan bilgilere göre çok basit sebeplerden dolayı meydana gelen kabileler arası savaşlardı. Örnek verecek olursak Mesela Abs kabilesiyle Zübyan kabilesi arasında yıllarca devam eden Yevmü Dahis ve Yevmi Gabrâ bir at yarışı yüzünden, Ficar muharebesi ise Ukaz panayırında oturan birinin ayağını uzatarak, "Araplar'ın en şereflisi benim. Kim benden daha şerefli olduğunu iddia ediyorsa gelsin kılıcını şu ayağıma vursun" demesi üzerine orada bulunanlardan birinin kılıçla onun ayağına vurup kesmesi yüzünden çıkmıştır ve yıllarca sürmüştür. Bekir b. Vail ile Tağlib b. Bekir kabileleri arasında cereyan eden Besüs Savaşı ise Besüs adındaki yaşlı bir kadına ait bir dişi devenin Tağlibli bir reis tarafından yaralanması sebebiyle çıkmış, aralıklarla kırk yıl devam ettikten sonra Hire Kralı III. Münzir'in müdahalesiyle sona ermiştir.[23]

Eyyamü'l-Arab genellikle şahıslar veya kabileler arasında çıkan bir tartışma ile başlar, daha sonra ise savaşa dönüşürdü. Bu savaşlarda sebep ne olursa olsun kabile ve mensuplarının asıl amaçarı hasımlarından intikam almaktı. Öyle ki Araplar hasımlarından intikam alıncaya kadar içki içmez, koku sürünmez ve eşlerine yaklaşmazlardı. Cahiliye toplumunda  "hak" diye bir kavram bulunmadığından kabilesinden biri öldürüldüğü zaman,  Kılıcını çeken Arap öcünü alıncaya kadar kabilesiyle beraber çarpışırdı. Ölenin intikamının alınmaması kabile ve aile için büyük bir ayıptı; diyete razı olmak ise zilletti. Ayrıca Araplar bu olayları asla unutmazlardı. Böylece hem savaştıkları kabileye karşı intikam duyguları kamçılanır. hemde gösterdikleri başarıdan dolayı övünürlerdi. Tabi olarak bu mantığı binlerce yıldır sürdürecek bir kültürel kod ve referans sistemi Arap kabile mensubunun hafızasında nesilden nesile aktarılarak devam edip gitmiştir.[24] Onun içindir ki Arap dünyasında bir iktidar değişikliğinin iktidarı ele geçirenler için ağır olacağını onlarda bildiklerinden iktidara gelenler özgürlük ve demokrasi söylemlerini bir tarafa bırakarak eski yönetim tarzına dönmek zorunda kalmışlardır. Bu nedenledir ki Araplar hep diktatör liderler tarafından yönetilmişlerdir. Şimdiye gelince Arap dünyasına özgürlük ve demokrasi getireceğini söyleyenler ve bu isyanlara dış destek verenlerin yapabileceği iki vaziyet alış biçimi var gözüküyor. I.si Araplarda bulunan bu kabile asabiyesi ve sahiplenme anlayışını Jacgues Derrida’nın deyişiyle yapı sökümüne uğratacak bir kültür ve zihniyet devriminin yapılmasıdır. 2.yol ise Kral öldü yaşasın yeni kral mantığıyla eskiye geri dönmek ve demokrasiden özgürlük çığlıklarından vazgeçmek. Burada uluslar arası güç merkezleri için kolay olan yolun ikinci madde olduğu ortaya çıkıyor. Aksi takdirde Arap dünyasında kabileciliğe geri dönüş bu bölgeyi şimdikilere rahmet okutacak bir anarşi ve terörün içine itecek ve bundan da uluslarası sistem payına düşeni alacak gibi gözükmektedir.

VII. SONUÇ

Ortadoğu Operasyonlarının baş mimarı ABD ve Onun küresel müttefikleri, Uluslararası sisteme uyum projeleri üzerinden devletin ve ulusun yeniden inşası adına bütün bağımsız toplumların sahiplenme anlayışını değiştirmek istiyor. Sahiplenme anlayışının değişmesi demek zımnen İnsan ve toplumların algı kalıbı değişimi yoluyla ulusal hassasiyetlerinin küresel hassasiyetlerle yer değiştirmesi anlamına gelmektedir. Başka bir deyişle bunun anlamı milli kültür ve değerlerimizden küresel kültür ve değerler için vazgeçmemizi bize tembihlenmiş olmasıdır. Bugün Ora Doğu ülkelerinde uygulamaya konan BOP ve benzeri Projelerin asıl amacı bu ülkeleri farklı kılan değerlerin küresel anlayış doğrultusunda yer değiştirerek merkezle enteğre olmasıdır. Bunun açık anlamı toplumların sahiplenme anlayışlarının ulusal düzeyden uluslararası sisteme doğru bir kayış göstermesidir. Artık biz bundan sonra ulusal düzeyde siyasi askeri ekonomik istikrarı korumak adına, uluslarası istikrarın bozulmaması için hemen her gün dua etmek zorunda kalacağız. Egemenlik ve sahiplenme anlayışı bakımdan Yönetimden yönetişime doğru geçirdiğimiz bu politik ekonomik ve entelektüel değişim, uluslararası güç merkezlerinden tembihlenen kendine özel hassasiyetler ulusal hassasiyetlerimizi daha çok önceler hale gelecektir. Bunun anlamı ise bugün Ortadogu da olduğu gibi daha çok toplumsal kargaşa ve alt- üst oluş demektir.

Bütün bu olup bitenlere baktığımızda hegemonik merkezin merkeze enteğre etmek istediği Orta Doğu coğrafyasının tarihini ve toplumsal hafızasını başka bir ifadeyle, Arap toplumunun kabile hafızasını hafife almış görünmektedir. Bize göre Yukarıda da açıklamaya çalıştığımız gibi Ortadoğu operasyonlarında hata burada yapılmış ve bu toplumlar küresel düzeni de rahatsız edecek bir anarşi ve terörün içine atılmışlardır. Bu analizlerin doğru mu? Yanlış mı? Olduğunu ise ancak ilerleyen zaman içinde öğrenme imkânı bulacağız…

/Bu makale ayrıca  2023 dergisinin kasım 2011, sayısında yayınlanmıştır/

 


 



[1] İbn Haldun,Mukaddime, Çev. Süleyman Uludağ, Dergâh yayınları, İstanbul–1988, C.1,s.271–351

 

[2] Burada bunun toplumsal bir hevesten kaynaklanmadığını belirtmeliyiz. Bu konuda yapılan tartışmalar için bkz: Mehmet Akif Okur,Emperyalizm, Hegemonya İmparatorluk,/Tarihsel Dünya Düzenleri ve Irak’ın İşgali, a Kitap, Ankara–2010

 

[3] Bu konuda yapılmış felsefi tartışmalar için bkz: Pitirim A. Sorokin,Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri, Çev. Mete Tuncay, Bilgi Yayınevi, Ankara–1972; Aykut Edibali, SosyalSistemlerin Temelleri, Otağ Yayınevi, İstanbul–1979

 

[4] Amerikan hegemonyasının yeni zaman yönetimi olarak ortaya atılan ve Huntington tarafından temellendirilen “Medeniyetler çatışması” tezini/projesini örnek olarak verebiliriz. Bkz: Samuel P.Huntıngton, Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması, Çev. Mehmet Turhan, Y.Z.Cem Soydemir, Okuyan us Yayın, İstanbul–2005

 

[5] Örnek olarak “önleyici savaş” doktrinini verebiliriz. ABD, Terörizmi yok etmek adına bu anlayış üzerinden uluslar arası hukuku bir tarafa bırakıp Afganistan ve Irak işgallerini gerçekleştirdi. Bu konuda  Richard Falk.,Tek taraflı bir biçimde uygulandığı takdirde sınırı olmayan, BM ya da uluslar arası hukuka hesap vermeyen, sorumlu hükümetlerin kolektif kararlarına dayanmayan ve daha da kötüsü pratik bir zorunluluk olduğuna dair inandırıcı bir gerekçe gösterilmesini gerektirmeyen bir doktrindir.Bu doktrinin Irak için uygulanmasının geçerli hiçbir gerekçesi yoktur. Bush yönetimi, ya olguları yanlış analiz etmiştir ya da savaşı başlatırken açıklamadığı başka niyetleri bulunmaktadır. Her koşulda yaptığı harekât, genel küresel güvenliği ABD’nin küresel egemenliğine dayandırmakta ve sorumsuz radikal jeopolitikanın ifadesi olarak anlaşılmaktadır. Irak savaşı esasen bölgesel egemenlik elde etmek için tasarlanmış bir Amerikan harekâtıdır”. Demektedir.” Bkz Richard Falk, Dünya Düzeni Nereye: Amerikan Emperyal Jeopolitikası, Metis Yayınları, İstanbul, 2005,s.265,Ayrıca Irak Savaşıyla ilgili olarak yapılmış başka bir analiz için Bkz: Hakan Tunç, Amerika’nın Irak Savaşı, Harmoni Yayınları, İstanbul–2004

 

[6]Bu konuda yapılan tartışmalar için bkz: Michael Byers, Köklü Değişikliğin Güçlükleri,(Ed. Michael Byers, Georg Nolte, ABD hegemonyası ve Uluslar arası Hukukun Temelleri kitabı içinde),Phoenix Yayınları, Ankara -2007,s.1,Ayrıca İngiliz kraliçesinin, İspanyol gemilerini vurmak için ruhsatlı korsanlık sistemini uluslar arası sularda devreye sokmasıyla ilgili olarak bkz. Nıall Ferguson, İmparatorluk/Britanya’nın Modern Dünyayı Biçimlendirişi, Çev. Nurettin Elhüseyni, YKY, İstanbul–2011,s.28–36

 

[7] Özet olarak; 1-Uyumlu kültür zihniyeti ve uyumlu insan.Uyumlu kültür zihniyeti ve uyumlu insan Evreni iç uyumla canlı, yetkin, herhangi bir insan önderliği ya da yeniden-kuruculuk gerektirmeyen birşey olarak görür. Böyle bir evrende evrim ya da ilerleme fikrinin yeri yoktur, çünkü Uyumlu insan tarihin amacını erişilmiş sayar. Yetkin olduğu için, evrene; dinamik değil, ebediyen statik diye bakar. Uyumlu kimse, bütün dünya içinde ve bütün dünya ile birlikte, onun ayrılmaz bit parçası olarak barışçıl bir biçimde yaşamaya çalışır. Homeros'un Yunanlıları, Konfuçius'un Çinlileri ve on birinci yüzyıldan on altıncı yüzyıla değin Batının Gotik Hıristiyanları, bu Uyumlu prototipin örnekleridir. Uyumlu insanın sahiplenme zamanlarında yeryüzü manzarası geniş ölçüde unutulmuş ve Gotik İnsan kendisini en çok, ruhunun kurtuluşuyla, Tanrının inayetiyle ve Tanrının krallığındaki requiem eternam'la (ebedi huzurla) oyalamıştır. . .

               

2-Kahraman kültür-zihniyeti ve insanı. Kahraman kültür zihniyeti ve insanı dünyayı örgütçü çabasıyla düzenesokması gereken bir kargaşa diye görür. Kahraman insan dünyayla çevresiyle barışçıl olarak geçinmez, var olan biçimi altında ona karşı çıkar. Benlik-güvenciyle,  benlik-gururuyla ve erk tutkusuyla doludur. Dünyaya, bir köleye bakar gibi bakar; ona efendilik etmek (egemen olmak) ve onu kendi planlarına göre kalıplamak ister. Dünyaya, Kahraman insanın belirlediği amaçlar verilir. Bu insan gözlerini yukarıya kaldırıp gökyüzüne saygıyla bakmaz; tersine, erk tutkusu ve gururla dolu olduğu için, aşağıya doğru, düşman ve kıskanç gözlerle yeryüzüne bakar. Tanrıdan gitgide daha çok uzaklaşır ve deneysel şeylerin dünyasına gitgide daha çok gömülür. Layikleşme onun kaderidir, kahramanlık başlıca yaşam-duygusu, tragedya da sonu (amacı). Prometheus gibi,  Kahraman insan her güce ve her tanrıya meydan okur. Roma erkinin doruğunda Roma dünyası kendisini böyle hissetmiştir, on altıncı yüzyıldan sonraki Germen- Roma Batısında da bu ilk örnek egemen olmuştur. Son dört yüzyılın Prometheuscu Batı kültürü ve insanı bu prototipin iyi bir örneğidir. .

 

3-Zahit kültür zihniyeti ve insanı. Zahit kültür-zihniyeti ve insanı, deneye dayalı var oluşu bir hata, duyum dünyasını da bir serap ve kötü bir iğva (çekicilik) olarak görür. Her ikisindende (ampirik var oluştan da, duyum dünyasından da) öz-ötesi yada gerçek -ötesi. Mistiklik alanına kaçar. Zahit kişi duyum dünyasını pişmanlık hissetmeden bırakır. Onu düzeltmek için ne isteği, ne de umudu vardır. Duyum dünyasını değiştirmeye hiç de kalkışmaz. Onun içindir ki, Zahit prototipin egemenlik çağları, Uyumlu kültür ve insanınkilerden bile daha " statiktir. Hinduizm ve Budhizmin Hintlileri, Yeni-Plâtoncular ve gerçekten inzivacı (zahit) grup ve tarikatların çoğu, Zahit kültür-zihniyeti ve insanı prototipinin örnekleridir.

 

4-Mesihçi kültür zihniyeti ve insanı. Son olarak, Mesihçi kültür-zihniyeti ve insanı, kendilerini, tasarısını anlatamayacak bir biçimde içlerinde taşıdıkları üstün tanrısal düzeni yeryüzünde gerçekleştirme görevine çağrılmış hissederler. Mesihçi insan kendi içinde hissettiği uyumu çevresinde de yeniden kurmak ister dünyayı olduğu gibi kabul etmez Kahramanlık insanı gibi o da bu dünyayı değiştirmek ister, ama kendi benlik-iradesi ya da benlik-doyumu için değil, ona Tanrı tarafından verilen ödevi yerine getirmek için değiştirmek ister. Onun çevresine sahiplenmek isteyişi tanrı adınadır.  Uyumlu insan gibi o da dünyayı sever - fakat olduğu gibi değil, olması gerektiği gibi dünyayı sever. Uyumlu insanın ereğine erişilmiştir, Mesihçi insanın ereği ise çok uzakta gelecektedir. Mesihçi insan bu en yüksek ülkünün burada,  yeryüzünde gerçekleştirilmesi için çalışır. Kahramanlık insanı gibi, o da enerji, etkinlik ve dinamizm doludur. Dolayısıyla, Mesihçi çağlar da dinamiktir. İlk Hıristiyanlar ve Slavların çoğu bu -prototipin örnekleridir. Bu dört ilk örnek şu baş sözlerle anlatılabilir: dünyayla uyum (Uyumlu), dünya üzerinde egemenlik (Kahraman), dünyadan kaçış (Zahit) ve dünyanın kutsanması (Mesihçi).Bu konuyla ilgili benzeri kıymetli tartışmalar için bkz. Pitirim A.Sorokin, Bir Bunalım Çağında Toplum felsefeleri, Çev. Mete Tuncay, Bilgi Yayınevi, Ankara–1972,s.115–126 vd

 

[8] Edward Said,Oryantalizm / Doğu Bilim/ Sömürgeciliğin Keşif Kolu, Çev. Nezih Ural, Pınar Yayınları, İstanbul–1982

 

[9] Bu konuda yapılmış analizler için Bkz: Mehmet A.Okur, age, s.190–201,299–505; Büyük Ortadoğu Projesi /Yeni Oluşumlar ve Değişen Dengeler, Ed. Atilla Sandıklı, Kenan Dağcı, Tasam Yayınları, İstanbul–2006. M.Fatih Çetinkaya, Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi (GOKAP)’nin Türkiye Ve Komşu Ülkeler Üzerinde Sosyolojik Etkileri, Diçle Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Yüksek Lisans Tezi. Diyarbakır–2009

 

[10] “Kilise seçkinci elitist dini felsefi bilginin örnek olarak esas alındığı bir kurumdur. Kilise, ikrara dayanan, biganelerin içeri alınmadığı, gizli, gizemli, mistik bilgilerle donanımlı kişilerin Tanrı’yı temsil ettiği yerdir. Bu kişiler sahip oldukları bilgilerin kendilerini dışarıdakilere üstün kıldığına inanırlar. İnsanın Tanrı’da bir olmasının, başka bir deyişle tanrılaşmasının eğitimin alındığı/verildiği kilise; dünyayı düzenleme, yönetme hakkını kendisinde gören, başta Papa olmak üzere kendilerinin yanılmaz olduğuna inanan Piskopos, keşiş ve inananlardan meydana gelmiş /…/Dini, siyasi, ekonomik bir teşkilattır”.Bkz: Nadim Macit,Küresel Güç Politikaları Türkiye ve İslam, Fark Yayınları, Ankara–2006.s.500–501

 

[11] Turgut Şahin,Küresel Hegemonik Çevrenin Yeni Dini: Postmodern Konjonktüralizm,2023 aylık dergi,(114) ,

5 Ekim 2010, S.40–48

 

[12] David E.Standard, Amerika’nın Soykırım Tarihi, Çev. Şaban Bıyıklı, Gelenek Yayınları, İstanbul–2004, s.247–374

 

[13] Bonyar Waylet – Ernst Jackh, imparatorluk Stratejileri ve Ortadoğu Çev. Vedat Atila, Çiviyazıları, İst–2004.s.163

 

[14]Henüz tam olarak neresi olduğu ile ilgili üzerinde kesin bir anlaşma bulunmayan ancak batıda sıkça kullanılmasından dolayı politik ve coğrafi dile yerleşmiş “Orta Doğu” kavramını ilk defa 1902 yılında Amerikan Deniz tarihçisi Alfred Thayer Mahan, National Review’de yayınlanan Basra körfezinin önemini ele aldığı “The Persian Gulf and International Relations”  başlıklı makalesinde ortaya atmıştır. Mahan o günkü konjonktürde Orta Doğu kavramı üzerinden tanımladığı Basra körfezi ve onunla bağlantılı olan deniz yollarının Amerika açısından ne kadar önemli olduğunu, bunun içinde Amerikanın dünyaya hâkim olmak istiyorsa İngilizler gibi deniz filosuna önem vermesi gerektiğini anlatmaya çalışıyordu. Ancak II. Dünya Savaşı’ndan sonra kavram coğrafi bir terim olmaktan çıkarak batı açısından “düşman öteki”lerin yerleşik olarak bulunduğu bir medeniyet çevresi olarak algılanmaya başlamıştır. Orta Doğu’yu bu kadar önemli kılan ise bu coğrafyada mukim bulunan toplumların sahip oldukları yeraltı ve yer üstü zenginliklerdir. Onun içindir ki bu coğrafyaya hâkim bulunan Müslüman toplumlar batılı hegemonik entelektüeller tarafından tanımlanmak suretiyle “güçlü olan için” stratejik hedef haline getirildiler. Bilindiği gibi hegemonya bir egemenlik tarzı olarak nihai tahlilde insandan başlayarak topluma uzanan bir sahiplenme anlayışının medeni iddialar üzerinden devlet politikaları yoluyla hedef çevreyi önce tanımlayan sonra kendisine enteğreetmeyi amaçlayan kesintisiz bir zaman yönetimi anlayışıyla hareket eden bir egemenlik tarzıdır. Orta Doğu ile ilgili olarak Bkz: Davut Dursun, Ortadoğu neresi? Sübjektif Bir Kavramın Anlam Çerçevesi ve Tarihi, Stradıgma. com, Aylık strateji ve analiz–e dergisi, Kasım 2003,sayı 10

 

[15]  Bu konu; kısmen daha önce yaptığımız bir çalışmada analiz edilmeye çalışılmış, ABD’nin Camelot, Truva gibi projelerle yaklaşık yarım asırdır, hegemonik bir yapı oluşturmak için gayret sarf ettiğini, zamanı bu anlayış doğrultusunda yönetmeye çalıştığını yazmıştık. Bkz. Turgut şahin yukarıda Agm, Ayrıca Camelot ve Truva projeleri için Bkz: Ellen Herman, Camelot Projesi ve Soğuk Savaş Döneminde Psikolojinin Macerası,(Üniversiteler ve Amerikan İmparatorluğu içinde Ed. Christopher Simpson, Kızılelma Yayınları, İstanbul–2000) s.117–146, Truva Projesi İçin bkz. Aynı eser, Allan A.Needell, Truva Projesi ve Sosyal Bilimlerin Soğuk Savaş Tarafından İlhakı, s.41–70

 

[16] Samuel Huntington, Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzenin Yeniden Kurulması, Okuyan Us Yayınları, İstanbul–2005

 

[17] Bu konuda daha detaylı bilgi için bkz: Thomas Donnelly, Amerikan imparatorluğunun Yeniden İnşası, Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi, Çivi yazıları yayınları, İstanbul–2004,s.39–227

 

[18] Thomas P.M.Barnett,Pentegon’un Yeni Haritası /21.Yüzyılda Savaş ve Barış, Çev Cem Küçük,1001 Kitap, İstanbul 2005,s.

 

[19] Bkz, Francıs Fukuyama, Devlet İnşası/21.Yüzyılda Dünya Düzeni ve Yönetişim, Çev. Devrim Çetinkasap, Remzi Kitabevi, İstanbul,--2005, Francıs Fukuyama, Ulus İnşası, Çev. Hasan Kaya,Profil Yayınları,İstanbul-2008

[20] Petrolle ilgili olarak şimdiye kadar birçok eser yayınlandığı için özellikle hegemonyayı Ortadoğu ve Afrika’ya çeken maddi çıkarların başında bulunan su ile ilgili önemli iki Türkçe kaynağı burada vermek istiyorum. Bkz. Abdullah Kıran, Ortadoguda su/Bir Çatışma ya da Uzlaşma Alanı, Kitap Yayınları, İstanbul–2008; Dursun Yıldız, Doğu Akdeniz’de Isınan Sular, Bizim Kitaplar Yayınevi, İstanbul–2009

 

[21] Bu konuda bakınız, Büyük Orta Doğu Projesi Yeni oluşumlar ve Değişen Dengeler, Ed. Atilla Sandıklı, Kenan dağcı, Tasam Yayınları, İstanbul–2006

 

[22] Mehmet Ali Kapar,Eyyamü’l-Arap, TDV İA, C.12,s.14–15

 

[23] Mehmet Ali Kapar, Agm, s.15

 

[24]  Bkz; Turgut Şahin, İslam Yönetim Anlayışının Tarihi Arka Planı: Cahiliye Dönemi Arap Yönetim Mantığı, Türkiye Günlüğü, (98), Yaz–2009,s.92–107

 
Toplam blog
: 30
: 3349
Kayıt tarihi
: 09.08.08
 
 

Çorum doğumluyum, üniversite mezunuyum... tarih, felsefe, sosyal psikoloji, soyoloji,  din. ve si..