Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Ocak '11

 
Kategori
Deneme
 

Ortaya karışık 2

Ortaya karışık 2
 

Forint - Macaristan'ın para birimi


Geçen gün yine koşuyorum. Aklıma saçma bir düşünce geldi. Koşmaktan nefret ettiğim için, koşarken mutlaka bir şeyler düşünerek, koştuğumu unutmaya çalışırım. Lisede en sevmediğim sınav koşu sınavlarıydı. Çünkü 2400 metreyi 10 dakikanın altında koşmak zorunda olmak kesinlikle mezun olmaktan daha zor ve stres vericidir. Budapeşte’nin İstanbul’a benzerliğinden ve ona tepeden bakmaya doyamamaktan olsa gerek, Viyana’ya gidecek otobüse geç kalmamak için koşmak zorunda kaldım. İçimden “We are the Champions” şarkısını söylerken aklıma kolanın kokusuz olduğu geldi. Bir an çok şaşırdım, sonra su ve sütün de kokusuz olduğunu düşündüm. Sonra tam “We'll keep on fighting till the end” derken emin olamadım kokup kokmadığına. Cebimde 350 forint vardı. 345 forinte bir kola aldım. Otobüste, tabii ki cam kenarındaki yerimi aldım ve ilk işim montumu çıkarmadan kolayı açıp snıf snıf yapmak oldu. Gerçekten kokmuyordu. Şaşırdım. Gözlerim fal taşı gibi açıldı. Hayat ne kadar garipti ve bize ne kadar da ilginç şeyler sunuyordu. 

Bir keresinde motorla Üsküdar’dan Beşiktaş’a geçerken boğazda güzel bir gökkuşağı belirmişti. Önümde de bir baba oğul oturuyormuş meğer. Küçük çocuk babasına “Baba bunlar ne?” diye sormuştu. Hayatın sunduğu bu garip oluşumdan bir adet gökkuşağı değil, birkaç şey çıkarmasını takdir etmiştim gülümseyerek. 

Bu arada sinemada film biter bitmez kalkıp salonu terk edenlerden hiç haz etmem, onlarla ancak kanka muhabbeti yapmaya özen gösteririm. Film biter, müzik girer, siyah ekranda oyuncuların, yönetmenin adı geçer, en sevdiğim andır, koltuktaki pozisyonumu bozmadan müzik eşliğinde filmin bıraktığı etkiyi düşünürüm. Bir bakarım millet tası tarağı, bitmeyen patlamış mısırları evde sonra yemek üzere toplamış, ayaklanmış gidiyor. Sevmem bunları. Bir de kimi salonlarda hemen ışıkları açıp, aşağıdan yukarı gelen yazıları keserler ki bu salonlara bir daha uğramam. 

Geçenlerde hiç aklımda yokken şiir yazma girişiminde bulundum. En son 4 yıl 12 gün önce de denemiştim ve “Gökyüzünde yalnız gezen astronotlar” diye başladığım için bitirmemeye karar vermiştim. Geçen gün giriştiğim şiir ise şu şekilde başladı: 

Sen aklımdayken yazamam.
Aklım sendeyken de.
Elim sende oynasak
Yine yazamam.
Ellerimi ver.
Bir de aklımı.
Ver.
Aklımı aldığın yeter. 

Buraya kadar fena gitmiyordum ama aynı esnada cips yediğim için sonraki kıtaya şu şekilde girince, bu şiiri de bitirmeme kararı alarak bir sonraki denememi 4 yıl 12 gün sonraya attım: 

Bir sen aklımdayken yazamam,
Bir de cips yerken.
Çünkü parmaklarım baharatlanır… 

Fransa’da, İsviçre sınırına yakın bir yerde, Annecy adında güzel, göl kenarında, kışın pek sessiz bir şehir var. Son yıllarda, hayır mıdır şer mi bilinmez, mezarlıklarda dolanma gibi bir alışkanlığım da oldu. Annecy’de dolanırken haritada gördüğüm bir mezarlığı sora sora buldum. Arkadaş bu nasıl bir yerdir! Müthiş bir askeri hiza düzeni (normalde hiç sevmem), yürünecek tertemiz asfalt, kenarlarda oldukça pahalı olduğu belli, el işçiliği had safhada, farklı renklerde, tonlarda, şekil şemallerde mezar taşları… Taşların üstünde ölen kişinin fotoğrafı, ona özel anıların olduğu yazılar, sevdiklerinden onlarca, kimisinde yirmilerce şükran yazıları, hatıralar, şiirler, şiltler, madalyalar falan. Bu şık mekanı görünce bildiğin oracıkta ölesim geldi. 

Kafamda bazen ilginç fikirler beliriyor ancak bir türlü anlatamıyorum. Böyle, terebentin gibi şeyler. Hani herkesin adını duyduğu, ama ne olduğunu bilmediği, hemen çıkaramadığı türden şeyler. Ekmeğin yumuşak kısmına bıçaktaki son çikolatayı sürerek bıçağı temizlemek gibi. Ya da, çayını, şekerini almış, sallanan koltuğuna kurulmuş, battaniyeyi de üzerine çekmiş, sonra bir de oh çekmişsindir de çay kaşığını mutfakta unutmuşsundur ya. İşte o saniyedeki hisler gibi anlatılmaz şeyler. Belki de çay kaşığının boş bardağa atıldığında çıkardığı o muhteşem ses gibi. Olmadı, ekmek kızartma makinesinin ekmekleri kızartıp yukarı doğru pırtlattığı o nadide saniyedeki gibi şeyler... 

Bir erkeğin bir kıza edebileceği en güzel iltifatlardan birinin “benim benim” olduğunu düşünüyorum. Hem fonetik açıdan, hem de anlam açısından pek bir hoş. Yani vücudumdan bir parça gibisin, her zaman üstümde yerin var ve o yer hiç değişmeyecek, sonuna kadar orada yer alacaksın mesajı vermek; bir ben kadar bendensin ve benim kadar yakınımdasın demek için güzel bir iltifat bu. Tabii, abuk subuk bir yerinde beni olan arkadaşlar kullanmasın bunu, karşı taraf gülerek “Nerendeyim?” diye sorarsa gösteremezsiniz. Ben kız olsam mesela, direk sırıtarak “Nerendeyim?” sorusunu sorardım. 

Yazımı bitirirken buradan Yaprak Dökümü’nü bitiren senaristlere selam ve şükranlarımı iletmek isterim. Dört buçuk senedir bildiğin anamızı ağlattınız yan odada. "Artık analar ağlamasın lütfen. Teşekkürleer." Bir de son kez: “Ferhundee, ne şırfıntı karısın seeen!” 

Teoman bir şarkısında “Tenin esmer, ruhun sarışın” der ısrarla. Bense son zamanlarda beyaz ten iyidir diyorum. Sezen Aksu’nun Rumeli Havası’nda söz ettiği “Ne füsunkar durdu pembe gül sütten daha ak teninizde” kısmı ile tüm beyaz tenlilere sevgi ve saygılarımı iletirim. Bu ne alaka şimdi onu ben de anlamadım… 

 
Toplam blog
: 53
: 1499
Kayıt tarihi
: 17.10.08
 
 

*Liberal muhafazakar, oldukça postmodernist ve meritokrat bir gezgin  *Kuleli - Galatasaray - Boğ..