Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

23 Şubat '13

 
Kategori
Magazin
 

Oscar’a bir kala Amour ve sakatlık üzerine

Oscar’a bir kala Amour ve sakatlık üzerine
 

Epeydir yazmak istediğim ama fırsat bulamadığım Amour bilindiği gibi birçok dalda Oscar adayı bir film.

Michael Haneke'nin Amour filmi, şimdiye kadar aldığı ödüller ışığında da en önde gelen aday konumunda.

Filmin kısaca öyküsünü anlatacak olursak eğer şu şekilde özetlenebilir; George ve Anne, Paris'te yaşayan yaşlı bir çifttir. Anne'in sağlığı bozulur ve çift, sorunlu bir bakıcı tutar. Anne, giderek daha fazla yatağa bağlı bir hale gelir ve George, eşine bakmak için elinden geleni yapar. Film bu şekilde ilerler.

Film eleştirmenlerinin filme yönelik söylemlerinde öne çıkan en temel özelliği de aşk. İsminden de bakıldığında aşk. İki yaşlı çiftin aşkı. Aşkın gücü. Ya da başka bir tabirle her yaşta aşk.

Ancak ben filme bu yönüyle bakmayacağım, bakmadım.

Çünkü benim filmde gördüklerim biraz daha farklıydı. Daha çok bir yüzleşmeyi ve sakatlık olgusunun bir anda yaşamımıza girdiğinde bir aile üzerinde ki etkilerinin neler olabileceğini gördüm ben bu filmde.

Yani yaşlılık halinden, aşkın bedellerinden çok benim gördüğüm ve bana göre atlanılan sakatlığın bir anda yaşamın içine girmesiyle nelere hazırlıklı nelere hazırlıksız olduğumuzun ve acının bir bedene girdikten sonra ötenazi gerçeği ile yüzleşmesi.

Herkesin, her an, beklenmedik bir şeyle karşılaşıp, sakat ya da zor durumda kalabileceğini hatırlatan bir film. O an vurgusu çokça yapılarak, ne gibi sorunlarla karşılaşıldığını, neye hazırlıklı, neye hazırlıksız olduğumuzla yüzleştiren ve “benim başıma gelse dayanamazdım” denilen şeylerin, başa geldiğinde, nasıl da katlanılır olduğunu gösteren, zamanın bizi nelere hazırladığını, alıştırdığını gözler önüne seren bir film. Çokça bunları düşündüren bir yapısı var filmin bana göre.

Eleştirmenlerin bu noktalardan uzak duruşunun nedenini bilemem ya da bu noktalarla da bakan olduysa ben karşılaşmadım. Belki de bu yüzleşmeyi yaşlılıkla sınırlamak kolaycılığına kaçmışlardır kim bilir…

Yaşlılıkla sakatlığın bir arada bakıldığı bir dönem içerisinde yaşlılık öne çıkarılmış olsa da benim filmde gördüklerim bunlar doğal olarak da bu bakışla filme dair düşüncelerimi aktaracağım biraz farklıca…

Filme dair söylenenler arasında “çok zordu izlemek, kasvetli bir havası vardı filmin ağırdı öyküsü” yorumları da var.

Belki bu hayatlara fazlasıyla tanık olduğum için, sakatlık çalışmaları içerisinde yer aldığım için ben filmi izlerken böyle bir duyguya kapılmadım.

Filmde çok fazla ajitasyonun olmadığını, bir doğallık içinde verildiğini düşünüyorum her şeyin. Sakatlığa dair izlediğim filmler arasında da ilk sıralarda yer alacak bir film olduğunu da söyleyebilirim.

Düz bir anlatım, ağdasız bir dil, herkesin hazırlıksız olduğu olumsuzluklarla karşılaşmayı ve başa çıkış öyküsünü anlatmış film. Tabii şunu da belirteyim hemen bir sinema eleştirmeni değilim asla böyle bir iddiamda yok kendi görüş alanımda filme dair düşündüklerimi yazmak benimkisi biraz da sakatlık çalışmalarında ki usta sakat varoluşumda deneyimlerim içerisinde yoğurmak filmi.

Tekrar filme dönersem felç geçirme süreciyle hayatları bir anda değişen yaşlı çiftin bununla tanışma, kabulleniş ve bu kabulleniş sonrasında hayatlarında ki iniş ve çıkışlar.

İlk akülü tekerlekli sandalye ile özgürlüğüne kavuşan yaşlı kadının sevinci ama yine o tekerlekli sandalye ile mimari sorunla karşılaştığında umutsuzluğa toslayışı.

Hastane çıkışı ilk deneyimlerinden biri sandalyeden koltuğa geçmesidir çiftin. George bekler Anne’yı sonra Anne’yı kucaklayarak koltuğa kendisinin taşıması gerektiğini idrak eder.

İlk yüzleşme böyle başlıyor zaten. Hayat ikisine de sürprizler hazırlıyor sormadan. Öyle değil midir zaten yaşlılık gelmeden yaşlılık hallerini bilmeyiz. Ya da yaşanılan sakatlıkların bizi nelere hazırlayacağını. Ya da doğarken sakatlığıyla birlikte aileye bilinmezlerle, alışkın olmadıklarıyla merhaba demenin ne olduğunu.

Önce her şey duruyor, ardından her şey açığa çıkıyor. Sonra herkesin yeni bir hikâyesi başlıyor, bitiyor, ya birilerinin çizdiği sınırlarda mahpus ya da kendinizin çizdiği yolun yolcusu oluyorsunuz.

Bir tuvalet sahnesi, bir banyo sahnesi, kendi saçını tarayamama, sizi bir iş olarak gören duygusuz bir hastabakıcı, başkasına bağımlı bir hayat. O hayata mahkûm olan kim, o hayatı yaşayan mı, o hayatı izleyen mi, o hayata kıyısından karışan mı, her ikisi de mi? Ya da hepsi mi?

Hem her insan bir hikâye ve hem de herkes farklı. Sakat da yaşlı da herkes.         

Hani sürekli eleştirmenlerin altını çizdiği yaşlılık aşk ikileminden çok sakatlığı yaşlılık içerisinde işleyerek bana göre yönetmen başka bir bakış geliştirmek istemiş, bu soruların ışığında kendimizi bulmamızı, anlamlandırmamızı sağlamak istemiş. Ya da sakat camiasının eleştirisinden uzaklaşıp aşkı ön plana alıp yaşlılıkla yüzleştirmek istemiş. Ama her ne alanda olursa olsun yapmaya çalıştığı öne çıkan yüzleşme sakatlığın ve ötenazinin gerçek yüzü olmuş.

İnsana insan gibi bakmayı ve farklılıkları doğallık, zenginlik saymayı öğrenebilmek, hatırlayabilmek...

Ve başka bir gerçek, acının başladığı yerde ötenaziye sarılmak… Hapsolunan bendenden özgürlüğe kavuşmak, özgürlüğü çağırmak…

Filmde ki güvercin sahnesi birçok film izleyicisine ne anlama geldiğini, neye gönderme yaptığını anlatamasa da bana bu çağrıyı verdi.

Hastalığı ilerleyen Anne acılar çekerken o acılara daha fazla dayanamayan George onu öldürmekle acılarına son veriyor. Ama burada asıl son verdiği kendi acıları olduğunu belki de çoğumuz gözden kaçırıyoruz.

Aşk bencilliktir sevdiğimizin yaşamasını da ölmesini de çokça kendimiz için isteriz. Yani aslında onun acılarını dindirdiğimizi söyleyerek vicdanımızı rahatlatırız.  Çünkü aslında biz kendi acılarımızı dindiririz. Sadece bu gerçeği dillendirmekten kaçtığımız için onun acılarına son verdik deriz.

Filmde göze çarpan bir unsurda benim için buydu. Aşkın tek taraflı bencilliği. İşte o zaman güvercin ikisi içinde özgürlüğü çağıran imge oluyor.

Ölümü hatırlatıyor, bedeni özgürleştiriyor. Acıya son veriyor. George ve Anne aynı anda acılarından kurtuluyor. Özgürleşiyorlar. Sevdiğini öldürmek kendi elleriyle ne kadar zorsa bir insan için, onun acılarını izlemek ve ortak olmak da o kadar zordur.

Bununla yüzleşmek daha zordur.                                                      

İşte tamda burada ötenazi gerçeği bir kez daha karşımıza çıkıyor.

Shakespeare’in Hamlet adlı eserinden şu sözler geliyor aklıma

Ah, şu kaskatı beden eriyip çözülebilseydi

Bir çiğ tanesine dönebilseydi keşke! Ya da, yücelerden yüce o varlık,

Kendini öldürmeyeceksin, dememiş olsaydı insana.

Kendini öldürmeyeceksin dememiş olsaydı insana Tanrı, Allah acılarla baş edemeyince kendimizi öldürmekten alıkoyan ne olabilirdi bizi.

Belki de hayatımızı anlamlı kılan, ölümü bilmekle mümkündür ve nasıl ölüneceğini öğrenmektir. Öğrenebilir miyiz peki nasıl öleceğimizi.

Anne öğreniyor. Peki, bizler neden öğrenemiyoruz, hala yasalara mahkûm ötenazi tercihimizi kullanamıyor, pasif ötenaziye mahkûm ediliyoruz. Ya da ölümün kendiliğinden bizi yakalamasına.

Ya da başkaları bizim adımıza karar veriyor ölme şeklimizi belirliyor. George’un bencilliği içinde Anne’yi öldürmesi gibi.

Anne gerçekten ölmek istemiş midir?.. Ölmek kendi tercihi midir?

Hala yasalarla korunan ve tartışılan ötenazi bir kez daha bu filmle gözümüzün önüne seriliyor. Tam da bu soruları sordurarak. Kaçımıza sordurdu bilmiyorum ama eleştirmenlerin üzerinde durmadığı düşünülürse sanıyorum hala bu sorgudan ve sorgulardan uzağız. Aşka farklı bedenlerde bakmak, yaşlılığı irdelemek bize daha kolay geliyor.

Oysaki bu filmin yine bana göre öne çıkardığı ve sorgulanması gerekenler bunlar, bunlar olmalıydı.

O evde o an başlıyor, o anın getirdiklerine yakalanılıyor, ölümün sesi yavaş yavaş evi sarıyor ve ötenaziyle bedenler özgürlüğe kavuşuyor. Aşk bencil kimliği ile sizi sarıyor. Ve ötenazi kimin tercihinde kime yapılmalıdır, yapılandır, yaptırılandır sorgularıyla baş başa…

Şimdi biz bilmiyor, kestiremiyoruz belki de. İnsan olmak hangi niteliklere yaslanır, hangi değerlerle eşdeğerdir? Nasıl bir gelecek istemek bizi daha insan kılar ve insan olmayı hissettirir? Yaşlılık ve sakatlık hali bizi ansızın yakaladığında her birimizin geçiştiremeyeceği bir şiddetle o sorular ve sorunlar karşımızdadır. Kimim ben neyim, neredeyim, dünyada durduğum yer neresi?

Ve fark etmek başlar, sorgulamak, gündelik yaşamın dayatmalarına kanmamak, uyumsuzluklara dur demek, yön vermek, sakatlılığı, yaşlılığı tanımak başlar. Acının başladığı yerde ise kendisini çağıran kelime ölüm olur. Ölümü çağıran kim sorusu başlar?... Kim kime kim için, ne için ölümü ister?...

Tüm bunlara sebep olan şey, her an herkesin karşılaşabileceği kadar yakınında ve yakın.

Çünkü bu olaylarla karşılaşanlar sadece ve sadece insandırlar…

İşte bu filmin bana çağrıştırdıkları, hissettirdikleri bunlar…

24 Şubat akşamı yapılacak olan Oscar töreni öncesi gönlümdeki aday da Amour. Şansı da oldukça yüksek olan bir film.

Bence bu filmi izlemeyenler izlerken bir kez de bu gözle izlesinler ve yüzleşsinler kendileriyle.

Amour’a dair bunları söylerken yarın ki ödül töreninde yarışacak filmleri de kategorilere ayırmadan kısaca yazayım istiyorum.

En İyi film dalındaki adaylar

Amour (Aşk)

Argo

Beasts Of The Southern Wild

Django Unchained (Zincirsiz)

Les Miserables (Sefiller)

Lincoln

Life Of Pi (Pi'nin Yaşamı)

Silver Linings Playbook

Zero Dark Thirty

Bunun dışında ana kategoriler ise şu şekilde; En iyi kadın oyuncu, en iyi erkek oyuncu, en iyi yönetmen, en iyi yardımcı erkek oyuncu, en iyi yardımcı kadın oyuncu, en iyi yabancı film dallarında yarışacaklar.

Dediğim gibi gönlüm Amour’dan yana yarın gösterişli bir Oscar törenine daha şahit olacağız bakalım kimler ne ödüllerle dönecek bu törenden ve Amour bu ödüllerin kaçını alacak…

oyatekin@gmail.com                

https://twitter.com/#!/oyatekin (@oyatekin)

http://yurthaber.mynet.com/yazarlar/tum/1/o.tekin35

OYA TEKİN / MEDYABEY.COM

Not: Burada yazılan tüm yazılarım elektronik imza ve zaman damgası güvencesi altında yasal hakları korunmaktadır. Hiçbir şekilde basılı ya da elektronik bir ortamda (CD, Internet vs.) kaynak gösterilmeksizin izin alınmadan kullanılamaz.

 
Toplam blog
: 295
: 3718
Kayıt tarihi
: 01.10.06
 
 

Milliyet Bloğa nasıl geldim ve nasıl yerimi aldım bilmiyorum. Sanırım uzun yıllar okuduğum bölüml..