Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Şubat '12

 
Kategori
Tarih
 

Osmanlı Devletinin sömürgeleşmesi - Birinci Meşrutiyete ve Anayasaya giden yol

Osmanlı Devletinin sömürgeleşmesi - Birinci Meşrutiyete ve Anayasaya giden yol
 

Mithat Paşa, Osmanlı Devletinin yetiştirdiği en büyük devlet adamı.


Bugün neden Cumhuriyetle yönetiliyoruz? Hiç böyle bir soru sormak aklınıza geldi mi? Geçmiş günümüze ve geleceğe ışık tutar. Geçmişi inceleme zahmetine katlananlar ve geçmişte neler olduğunu merak edenler, bugünü daha iyi anlarlar. O yüzden ben de bakışımı çoğu kez geçmişe çeviririm, onun içinde kaybolmak için değil fakat günümüz rejimi olan Cumhuriyeti ve ona olan saldırıları anlamak ve daha iyi savunabilmek için.

1839 yılından başlıyoruz. O yıl Osmanlı İmparatorluğunda, İstanbul Gülhane Parkında çok önemli bir şey oldu, Padişahın ve halkın bütün yaşamını bir daha geriye dönülemeyecek biçimde değiştiren.

Gülhane Hatt-ı Hümayunu olarak da bilinen Tanzimat Fermanı okundu.

Buna göre ülke içinde yaşayan bütün insanlar, dinlerine ve milletlerine bakılmaksızın eşit şartlara ve eşit haklara sahip olacaklardı. Padişah Sultan Abdülmecit, tebaasına kendisinden bir takım haklar bağışlıyordu. Sadrazam Mustafa Reşit Paşa idi. Büyük Fransız devriminin üzerinden 50 yıl geçmişti.

Çalkantılı bir dönem

50 yıllık süre içinde Osmanlı Devleti büyük çalkantılar geçirmişti. Gerileme dönemi başlamış, 1799’da genç bir general olan Napolyon Bonaparte Mısır’ı işgal etmiş, orayı kurtarmak için İngilizlerden yardım istenmiş ama olmamış, Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın eline geçmiş, 1830’da savaş olmuş, Paşanın oğlu İbrahim Paşa Kütahya’ya kadar gelmiş, bir takım ıslahatlar yapmak isteyen III. Selim öldürülmüş, II. Mahmut damdan dama atlayarak canını zor kurtarmış, 1826’da zorlukla yeniçeri ocağı kaldırılmış, yeni ordu Nizam-ı Cedit kurulmuş, o da tutunamamış, Yunanistan bağımsızlığını kazanmıştı. 1838’de Mısır’la ikinci bir savaş yapılmış, İngilizlerin ayak oyunlarıyla Mısır elden çıkmıştı. Bir yıl sonra Tazimat Fermanı okundu.

Milliyetçilik akımı da bu yıllar içinde Osmanlı topraklarında yaşayan milletler arasında hızla yayılmaya başlamıştı. Artık eskiden görülmeyen kıpırtılar görülüyordu. Bu dönemde peş peşe yenilgilerle her biri ülke büyüklüğünde toprak kayıpları yaşanmıştı. Sırplar, Bulgarlar, Macarlar, Romenler Fransız devriminden etkilenmişlerdi. O zamana kadar padişahın astığı astık, kestiği kestikti. Müslüman olmayanlardan daha fazla vergi alınırdı. Zaten işin can alıcı noktası buydu. Tanzimat Fermanı ile amaçlanan şey bu kıpırtıları engellemekti. (Bir yıl sonra 1840’ta Namık Kemal doğdu. Bunu bir yere yazınız)

17 yıl sonra 1856’da Kırım Savaşında Osmanlı Devletinin İngilizler ve Fransızlarla birlikte Ruslara karşı savaşa girmesinde Tanzimat Fermanının büyük etkisi olmuştur. O yıl bir de Islahat Fermanı yayınlandı. Bu fermanlar aynı zamanda yaşamı çevresindeki ülkelerden ve Hıristiyan tüccarlardan aldığı vergilere dayalı olan Osmanlı devletinin sonunu da yaklaştırdı. Artık eskisi gibi vergi toplanamaz oldu. Gerekli para dışarıdan borç olarak alındı.

1861’de Sultan Abdülmecit 40 yaşındayken öldü. Yerine Abdülaziz padişah oldu. İki padişah da parayı ve ihtişamı çok severdi, ama devletin durumu pek ihtişam kaldırabilecek gibi değildi. Bu iki padişah döneminde, bugün hâlâ başımızın belası olan- dışarıdan borç alma işi başladı ve katlanarak arttı. Bugünkü başbakanlık makamına karşılık gelen sadrazamlığa yalnız kendini düşünen, beceriksiz, dirayetsiz, menfaatçi kişiler geldi. Bunlardan biri de Sultan Abdülaziz’in sadrazamı Mahmut Nedim Paşa’ydı. Onun döneminde Rusların Osmanlı sarayındaki etkisi arttı. Artık paşalar destek aldıkları başka bir ülkenin elçisi ile birlikte anılır oldular. Mahmut Nedim Paşa’nın anıldığı elçi Rus elçisi İgnatiev’di. Artık Osmanlı saraylarında –eskiden beri yapılan- ayak oyunları, kişileri yerinden kaydırmalar, entrikalar elçiler desteği ile yapılıyordu. Evet, yabancılar Osmanlıların iç işlerine karışmakla kötü bir şey yapıyorlardı ama asıl korkunç olan, Osmanlılar yabancıları kendi içişlerine karıştırtmaları idi.

Bu şartlar altında har vurup harman savurmaya alışmış devlet yönetiminin dış borçları 10 yıl içinde 25 milyon altından 250 milyon altına çıktı. Dışarıdan borç alarak Abdülmecit zamanında Dolmabahçe Sarayı (1856), Abdülaziz zamanında Çırağan Sarayı (1871) yapıldı.

Fermanlara rağmen iki padişah döneminde Balkanlarda isyanlar birbirini takip etti.

Bu gelişmeler olurken, Mısır’da Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın çocukları ve torunları bağımsız bir ülke gibi hareket ediyorlardı. Avrupa ülkelerinde Osmanlı elçilerinden başka bir de Mısır elçileri vardı ve Mısır’da bir parlamento vardı. Yani Mısır Meşrutiyet ile yönetiliyordu. Gerçi 25 yıl kadar önce, Mısırlılarla  Osmanlılar Nizip’te ikinci kez savaşmışlardı ama artık yaralar sarılmıştı. Mısırlı Hıdivler, prensler, Kavalalı’nın torunları Osmanlı sarayında ayrı bir saygı görüyorlardı. Boğazda yalılar, kasırlar, köşkler yaptırmışlar, oralarda yaşıyorlardı. Kimi Mısır’ı yönetiyor, kimi Osmanlı yönetiminde görev alıyordu. Bunlardan biri olan Mustafa Fazıl Paşa, Mehmet Ali Paşa’nın Osmanlı ordusunu Kütahya’ya kadar kovalamış olan oğlu İbrahim Paşa’nın oğluydu. Yani Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın torunu. İbrahim Paşa’nın bir oğlu da (İsmail Paşa) Mısır’da vali idi. Hesapta onun yerine vakti gelince Mustafa Fazıl Paşa geçecekti. Ama İsmail Paşa valiliğin oğluna geçmesini sağladı. Mustafa Fazıl Paşa da çaresiz İstanbul’a yerleşti. İki kere bakanlık yaptı. Gözü başbakanlıkta idi. Bunun için bir takım ayak oyunlarına girdi ama başarılı olamadı ve gözden düştü. (Gözden düşme sebebi  olarak Mısır’da parlamento sisteminin olması ve padişahın bu durumdan rahatsız olması da sayılabilir). Paşa İstanbul’u terk edip Avrupa’ya gitmek zorunda kaldı. Ancak bu durum yeni ufuklar açmaya gebeydi.

Osmanlı Devletinde, yenilgilerin, Fransız devriminin, Tanzimat ve Islahat fermanlarının etkisi ile yetişen yeni tür bir Osmanlı profili yükseliyordu. Yabancılar onlara Genç Türkler (Jön Türkler), onlar kendilerine Yeni Osmanlılar diyordu. Namık Kemal onlardan biriydi.

Yeni Osmanlılar

Fransız devrimiyle birlikte milliyetçilik akımı bilindiği gibi bütün Avrupa’yı sardı. Kaçınılmaz olarak, Türk olan ve olmayan Osmanlılarda bu akım dışında kalamazlardı. Ancak Türklerde biraz farklı bir biçimde kendini gösterdi. Türkler bağlı oldukları milliyet olarak değil, bağlı oldukları toprak olarak bu akımdan etkilendiler. Osmanlı Devleti birçok ulusun bir araya gelmesinden oluşuyordu. O yüzden Türk aydınları ümmetçi olabilir ama milliyetçi olamazlardı, çünkü birliğin devam etmesini istiyorlardı.  Tanzimat döneminden sonra yetişen Türk aydınlarında başlangıçta ilk kez ‘vatan’ kavramı gelişti. Yeni Osmanlılar, bütün ülkenin sembolü durumunda olan Padişahın gitmesini istemiyorlardı. Bütün arzuları Meşrutiyet sistemine dayanan bir yönetim biçimi kurmaktı.

1861’de Abdülmecit ölüp Abdülaziz tahta çıktığında, en çok tanınan Yeni Osmanlılardan olan Namık Kemal 21 yaşında bir gençti. Dedesinin mesleği nedeniyle oradan oraya gitmesi yüzünden yerleşik bir okul eğitimi alamadı. Daha çok kendi kendini yetiştirdi. Şiire merak sardı ve önce şair oldu. Fransızca öğrendi ve İstanbul’da Dışişleri Bakanlığı Tercüme Kalemi’nde kendine iş buldu. Burası batılılarla yakın ilişkiye girilen ve çoğu yeni Osmanlı’nın yetiştiği yerdi. Namık Kemal burada diğer Yeni Osmanlılarla ve Şinasi gibi şairlerle tanıştı. İlk meşrutiyet düşüncelerini burada tanıştığı Jeanne Pietri adlı bir Fransız’dan aldı. 1865 yılından itibaren meşrutiyet düşüncesi ve onu savunan Yeni Osmanlılar toparlanıp gelişmeye başladılar. Amaçları Avrupa’da olduğu gibi yönetimde bir meclis olmasını sağlamaktı ve bunu bir takım yazışmalar ve telkinlerle yapabileceklerini sanıyorlardı, ancak öyle olmadı.

1867’de Namık Kemal, Ziya Paşa ve bir kısım Yeni Osmanlı Avrupa’ya kaçtı. Diğerleri tutuklanıp hapse atıldı. Avrupa’da gazeteler çıkardılar. Yeni Osmanlıların parasal sorunlarını daha önce kaçmış olan Mustafa Fazıl Paşa sağlıyordu. (bu eylemler yalnızca aydın kesim arasında oluyordu, çünkü o sırada Osmanlı nüfusunun %1’i bile okuma yazma bilmiyordu). Paşanın derdi ise yalnızca menfaatti, onlara o yüzden yardım ediyordu.

Yine o yıl Sultan Abdülaziz Avrupa ülkelerine bir ziyaret yaptı. Mustafa Fazıl Paşa Sultanın eteğini öptü ve Yeni Osmanlıların finans kaynağı böylece son buldu! 1870 yılında bütün Yeni Osmanlılar affa uğrayarak İstanbul’a döndüler. Sultan yalnızca affeder gibi göründü. İstanbul’da toplanan eski arkadaşlar yine gazeteler çıkardılar.Ama gazete kapatıldı Yazarlar İstanbul’dan uzaklaştırıldı, Namık Kemal de Gelibolu’ya görevli olarak sürüldü. 1873’te tiyatro oyunu ‘Vatan yahut Silistre’ ilk kez oynandı. Onu izleyen gençler çok etkilendi ve oyundan sonra sloganlar atarak yürüyüş yaptılar. Peşinden Namık Kemal dahil bütün yazarlar tutuklandılar. Rodos Adasına, Akka Kalesine ve Namık Kemal de Kıbrıs, Magosa kalesine sürüldüler.

Vatan sözcüğünün Padişahın hoşuna gitmemesinin sebebi şuydu:  O güne kadar ülke topraklarının tamamı Padişahın mülkü sayılırdı. Toprak devletti ve devlet padişaha aitti. Halktan, sıradan insanların ‘vatan’ diyerek Padişaha ait olan bir şeye sahip çıkmaları ne demekti? Bu söz insanları kulluktan çıkarıp birey yapıyordu. II. Abdülhamit döneminde ‘vatan’ demek aynı sebeple yasaklanmıştı. Namık Kemal ile gelişen vatan kavramı onlardan sonra gelecek ve II. Meşrutiyet için mücadele edecek olanlara ve Mustafa Kemal’le birlikte Cumhuriyeti kuracak olan kadrolara temel oluşturmuştur.

Onun,

Vatanın  bağrına düşman dayamış hançerini

Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini

Dizelerini zor zamanlarda Mustafa Kemal,

“Bulunur elbet kurtaracak bahtı kara maderini”

Şeklinde değiştirmiştir.

Konumuza dönelim. Aradan zaman geçti. Namık Kemal, Abdülaziz tahttan indirilene kadar Magosa kalesinde 38 ay hapis kaldı. Bu sırada başka bir devlet adamı varlığını hissettirmeye başlamıştı. Mithat Paşa. 1822’de doğan Mithat Paşa devlet memurluğunda üstün zekâsı ve başarılarıyla yükseldi. Elini attığı her işte başarılı oldu. 1861’de Niş’te (Tuna) vali oldu. Çok kötü şartlarda devraldığı devlet büyüklüğünde ve çok kritik bir yerde olan vilayeti bayındırlık ve güvenlik gibi konularda bir para desteğine gerek duymadan çok iyi bir duruma getirdi. Posta şirketini, Ziraat kredi kooperatiflerini, bugünkü Ziraat Bankası’nı ve meslek liselerini ‘Islahathane’ adı altında kuran Mithat Paşa’dır (Bugün bunların hepsi sulandırılmıştır).

Meyve veren ağaç taşlanır derler. İstanbul’da bazıları onu çekemediler ve hakkında Mısır’daki gibi Meşrutiyet istediği, Kavalalı gibi vilayeti devletten ayıracağı konusunda dedikodular yaymaya başladılar. 1863’te İstanbul’a çağrıldı. Ondan bir kanun yapması istendi. Yaptı ve tuna boyunda daha geniş yetki ve topraklara yeniden vali olarak gönderildi. Ancak rakibi bu kez Rusya ve Rusya’nın İstanbul’daki yandaşlarıydı. Milliyetçilik akımı da Mithat Paşa’nın Osmanlıcılığı ile çatışıyordu. 1866’da Bulgaristan çevresinde isyan çıktı. Mithat Paşa bunları bastıracakken görevden alındı (Lütfen bugünkü yaşadığımız olaylarla karşılaştırmalar yapınız). İstanbul’da Devlet Şurası Başkanlığına getirildi. Emniyet Sandığı, ve Sanayi Mektebi’nin kuruluşu bu dönemde onun çabalarıyla gerçekleşmiştir. 1867’de Bağdat Valiliğine atandı. Orada da aynı hızla hizmet ve ilkler gerçekleştirmeye devam etti. Dicle ve Fırat’ta vapur işletmeleri, sulama tesisleri ve ilk kez Irak petrolünün çıkarılıp kullanılması onun zamanında gerçekleşti. Yine burada yaptıklarını İstanbul’dan destek almadan gerçekleştirdi.

İstanbul’da işler iyi gitmiyordu. Mahmut Nedim Paşa devletin kaynaklarını har vurup harman savuruyordu. 1872’de Mithat Paşa 2,5 ay için Sadrazam (Başbakan karşılığı) oldu ama tutunamadı. Yine Mahmut Nedim Paşa geldi. Nedim Paşa’nın zimmetine 1 milyon altın geçirdiği saptandı. Yerine Rüştü Paşa geldi, Mithat Paşa da kabinede Adliye Bakanı oldu.

Bu sırada bir “Vilayetler Nizamnamesi” hazırladı. Buna göre vilayetlerde idare meclisleri kurulacaktı. Bu meclisin üyeleri halk tarafından seçilecekti. Böylece vilayetlerde bir çeşit ‘Millet Meclisleri’ kurulacaktı. Bunların seçeceği temsilciler İstanbul’a gönderilecekti. Bunlar da gelecekte kurulacak olan iki meclisli parlamentonun çekirdeğini oluşturacaklardı. Bunlar bir padişah için hiç istenmeyen şeylerdi ve Abdülaziz direniyordu.

Padişahın tahtan  indirileceği söylentileri yaygınlaşmıştı. Bakanlar son çare olarak bir ‘Islahat Layihası’ hazırlayıp padişaha sunmaya karar verdiler. Layihayı hazırlamak kabinede en tecrübeli olan Mithat Paşa’ya kaldı. Padişah sinirlendi ve onu kabineden alıp Selanik valiliğine atadı.

1876 yılı

Ama sular durulmuyordu. Halk arasında gösteriler oldu. Fatih Medresesi öğrencileri padişah aleyhinde gösteriler yaptılar (onlar bugünkü ilerici gençliğin temsilcileriydiler). “Allah muradımızı versin,” gibi sloganlar atıldı. Murat, arzu anlamından başka aynı zamanda şehzade Murat’tı (O zamanlarda ilericilik sadece kötü padişahın gidip iyi padişahın gelmesi şeklinde algılanıyordu). Bunun gibi gösteriler padişahı ürküttü ve kendisini kurtarmak için Mahmut Nedim Paşa’yı görevden aldı. Rüştü Paşa yine sadrazam oldu. Mithat Paşa da kabinedeki görevine geri döndü. Yeni bir Şeyhülislam atandı. Kabine değişti.

Bu yeni kadro padişahı Şeyhülislamın fetvasıyla 31 Haziran 1876’da görevinden aldı. Bir gün sonra Sırbistan ve Karadağ Osmanlı devletine savaş ilan etti. Tahttan indirilen Abdülaziz Feriye Sarayına kapatıldı. Eski sultan burada intihar etti (Daha sonra öldürüldüğü şeklinde söylentiler çıktı ama bunun doğrulanması mümkün değildir. Eskiden Fatih zamanından beri sultanlar erkek kardeşlerini öldürüyorlardı. Bir sultan kundaktaki kardeşi dahil 18 erkek kardeşini öldürtmüştü. Ancak bunun sakıncaları vardı. Örneğin Kabakçı Mustafa isyanında yaşayan tek Osmanlı erkek olarak II. Mahmut kalmıştı. O da ölse hanedanın sonu gelmiş olacaktı. Bir süreden beri şehzadeler saraylarda köşklerde kapalı olarak tutuluyordular. Bazıları tam tecrit halindeydi. Bu kez bu durum onların eğitim eksikliğine yol açmaktan başka ruhsal durumlarını etkiledi. IV. Murat gibi bazı şehzadeler çocuk yaşta padişah oldular. Bir tanesi hapisten çıkarılıp padişah yapıldığına bir türlü inanamadı, öldürüleceğini sanıyordu. Padişah olduğuna inandıktan sonra ilk söylediği şey, çevresindeki devlet adamlarına, vezirlere bakarak, “Önce hangini öldüreyim?” oldu). Şehzade, Sultan V. Murat olarak Padişahlığa getirildi ama yeni padişah akıl hastası olmuştu. Ancak 3 ay dayanabildi. Yerine yeni bir padişah gerekiyordu. Bu da II. Abdülhamit oldu.

Fakat yönetimdeki kadro Abdülhamit’i padişah yapmadan önce ondan meşrutiyeti ilan edeceğine dair söz istediler. O da kabul etti.

Osmanlı Devletinde yeni bir dönem başlıyordu. Artık padişahın mutlak hakimiyeti ortadan kalkıyor, adına Kanun-i Esasi denen bir anayasa yapılıyor, bir meclis kuruluyordu. Meşrutiyet gerekliydi. Çünkü bir kişinin yönetimine bağlı olan ülkede o kişinin başarısız olması tümden devletin zararına oluyordu. O zamana kadar bu nedenle devletler kurulmuş, devletler yıkılmıştı. Meşrutiyet isteyenler şimdi de aynı şeyin Osmanlı Devletinin başına gelmesini istemiyorlardı.

II. Abdülhamit gerçekte meşrutiyet yönetimine hiç razı değildi ama padişah olabilmek için razıymış gibi göründü. 31 Ağustos 1876’da II. Abdülhamit Padişah oldu. Bu sıralarda da Bulgaristan’da isyan çıktı. Kanun-i Esasi hazırlanacaktı. Padişah da doğal olarak maddelerin hazırlanmasında söz sahibi  ve bitmiş halini onaylayacak kişi idi. Bazı maddelere itiraz etti, kendisi bazı maddeler ekledi. Sonuçta 113 maddelik ilk anayasa (aslı 140 madde idi ve meşrutiyet kurulmadan önce ilk darbeyi almış oldu) hazırlandı. Padişahın koydurduğu 113. madde, kendisine istemediği kişileri sınır dışı etme yetkisi veriyordu. Şeyhülislam anayasanın şeriata aykırı olmadığına dair fetva verdi. Bu arada sürgüne giden Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi Yeni Osmanlılar İstanbul’a geri döndüler.

Mithat Paşa 18 Aralık 1876’da Sadrazam oldu. 5 gün sonra 23 Aralık 1876’da Babıali önünde, top atışları eşliğinde ilk Anayasa halka ilan edildi. Artık bir meclis kurulacak ve ülkenin illerinden temsilciler gelip İstanbul’da toplanacaklardı.

Tanzimat döneminin başlangıcından beri, devlet yöneticileri yenilgilerin verdiği bir aşağılık duygusu içinde Avrupalı olmaya, Avrupalı devletler tarafından kabul edilmeye ve Avrupalı devletlerin peşinden gitmeye çalışıyorlardı. Avrupalılar ise Osmanlı Devletinin çivisinin çıktığını görüyor, ancak –kendi öz gücü ile değil- onun zenginliklerini nasıl paylaşacaklarını aralarında kararlaştıramadıkları ve bu konuda anlaşamadıkları için devlet yaşamaya devam ediyordu. Yüzyıllar, yaklaşık 600 yıl önce Avrupa devletlerinin geçtiği noktalara Osmanlı Devleti ancak gelebilmişti. Tanzimat Fermanının karşılığı olan Magna Carta, İngiltere’de 1215 yılında ilan edilmişti. Fermanın ilanından 50 yıl önce kaynayan Avrupa halkı 1789’da burjuva devrimini yapmıştı. Osmanlı Devleti hâlâ mutlakıyet ve istibdat ile yönetiliyordu. Padişah istediğini asar, istediğini keserdi. İmparatorluk borca batmıştı. Bu durumda son iki padişah (Abdülmecit ve Abdülaziz) yine borç alıp Dolmabahçe ve Çırağan Saraylarını yaptırmıştı. Halkın okuma yazma oranı %1’di. Halk korkunç derecede cahildi. Matbaa, ‘halk uyanır da yönetemeyiz’ korkusuyla, icat edilmesinden 300 yıl sonra ülkeye girebilmişti. Şimdi paçayı kurtarmaya çalışıyordu. Aslında gerek iktidar hırsı olanlar, gerekse iyi niyetle bir şeyler yapmaya çalışanların bazı eylemleri oluyordu. Örneğin padişahlar bile tahtlarından indirilebiliyordu ama bunu yapan kişi veya gruplar yine kaba güç kullandığı için onun yerine gelen de pek uzun ömürlü olmuyordu. Yeniçeriler zamanında da padişaha tümüyle biat etmek diye bir şey yoktu. Kazan kaldırıp padişah kellesi almak görülmemiş şey değildi. Bir kısım insan da hâlâ yükselme devrinin güçlü padişahlarına ve o zamanki yönetim biçimine özlem duyuyordu. Ama artık o dönemler bir daha gelmemek üzere geçmişti. Zaten güçlü padişahın sağlayacağı güçlü dönem padişahın ömrü ile sınırlıydı. O ölünce yine kaos başlıyordu. Devlet yönetimi kişilerin özel beceri ve başarısına bağlı olmayan bir düzen içinde yürütülmeliydi. Ancak o zaman süreklilik sağlanabilirdi. Sultan Abdülaziz tahttan Tanzimat Fermanı’nın etkilerini ortadan kaldırdığı için indirilmişti. Abdülhamit bu vaatlerle padişah olmuştu.  1876’da ilan edilen Meşrutiyet yönetimi belki iyi sonuçlar doğurabilirdi ama, yürüyebilseydi…

Devam edecek (umarım).

http://www.akintarih.com/turktarihi/osmanli/mithat/mithatpasa.htm

Kaynak: Makedonya’dan Orta Asya’ya, Enver Paşa, Şevket Süreyya Aydemir, Remzi Kitabevi.

1215 yılında ilan edilen Magna Carta’nın 39. maddesi:

“Özgür hiç kimse kendi benzerleri tarafından ülke kanunlarına göre yasal bir şekilde muhakeme edilip hüküm giymeden tutuklanmayacak, hapsedilmeyecek, mal ve mülkünden yoksun bırakılmayacak, kanun dışı ilan edilmeyecek, sürgün edilmeyecek veya hangi şekilde olursa olsun zarara uğratılmayacaktır”

Kaynak: Vikipedi

 
Toplam blog
: 153
: 18932
Kayıt tarihi
: 27.09.09
 
 

Antakya 1955 Doğumluyum. O.D.T.Ü. Mimarlık Fakültesi 1982 Mezunuyum. O zamandan beri firmalarda m..