Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Kasım '12

 
Kategori
Siyaset
 

Osmanlı İmparatorluğu, Türk Ulus Devleti ve Alevilik üzerine bir değerlendirme

Osmanlı İmparatorluğu, Türk Ulus Devleti ve Alevilik Üzerine Bir Değerlendirme

 

Son zamanlarda Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti karşılaştırması tekrar sıklıkla yapılmaya başlandı. Bu karşılaştırma esnasında Türk ulus devletinin kuruluşu, laik yapı, mezhepsel ve etnik gerilimler de tarihsel bir süreç içerisinde masaya yatırılıyor ister istemez. Herbiri farklı bir detay içeren bu konular, özünde bir bütünlük taşıdığı için ben de o bütünlükten ayrılmadan görüşlerimi ifade etmeye çalışayım.

 

Tarihte yaşanan olaylara bakarken şu andaki değer yargılarımız ve birikimlerimiz çerçevesinden bakıyoruz ama bu tarih ve sosyal bilimler açısından sorunlu bir yaklaşımdır. O yüzden Karamanoğlu- Osmanlı ilişkilerini, Alevi isyanlarını, Osmanlı’nın genişleme siyasetini, Kürt meselesini, Cumhuriyet döneminde sergilenen yaklaşımları içinde bulundukları dönemler açısından değerlendirmekte fayda var:

Osmanlı devleti biliyorsunuz beylikler döneminde kurulmuş bir devlet. Dolayısıyla büyüme ve genişleme için civarındaki beylikleri de hakimiyeti altına almak zorundaydı. Neticede farklı Türk unsurların Anadolu üzerinde hakimiyet kurmaya çalışması haliyle beraberinde bir iktidar mücadelesi getirmişti. Bu mücadeleden galip çıkan Osmanlılar’dır. Karamanoğulları üstün gelseydi, muhtemelen şimdi Osmanlılar için söylenenlerin hepsi Karamanoğulları için söylenecekti. Bu bir siyasi alandır ve siyasi alanda her zaman objektif ve vicdani değerlendirmeler beklenen sonucu getirmeyebilir. Anadolu üzerinde Türk beyliklerinin mücadelesi, Osmanlı devletinin imparatorluk haline gelmesi, kardeş katli, devşirme sistemi aslında bunların hepsi bir Türk unsurun hakimiyet mücadelesinin eserleridir. Osmanlı devleti herşeyden önce bir Türk devletidir ve hep bunun bilincinde hareket etmiştir. Bu nedenle Osmanlı hanedanı dışında hiçbir Türk unsuruna ne dışarda ne içerde iktidar mücadelesi bakımından hayat hakkı tanımamış ya da tanımamak için elinden geleni yapmıştır. Taht kavgaları çıkmasın diye kardeş katline cevaz vermiş, hanedan dışında başka bir Türk unsuru ya da toplumda bir gücü bir karşılığı olan siyasi figürler devlete hakim olmasın  diye köklerinden koparılıp getirilen gayri müslim çocuklardan müteşekkil bir sivil- askeri bürokrasi oluşturmuş, Çandarlı ailesi gibi köklü aileri yönetimden uzaklaştırmakta bir an için bile tereddüt etmemiştir.  Böylelikle 623 yıl hüküm sürerek dünya tarihinin gelmiş geçmiş en uzun hanedanı olmuşlardır. Zaten bu hanedan meselesi Türk devletleri açısından dikkate değer bir unsurdur. Batı monarşilerinde hanedan değişse bile  devletin adı aynı kalmış, Türk monarşilerinde ise hanedanın sona ermesiyle beraber devlet de ortadan kalmıştır. Osmanlı’nın yaptığı Türklere özgü bu geleneğin devamıdır sadece.

Osmanlı’nın Türklüğüne vurgu yaparken bunu açmakta fayda var. Osmanlı Padişahları bildiğiniz gibi iki unvan kullanırlar. Sultan İslam hükümdarlığını, Han ise Türk hükümdarlığını simgeler. Tahta çıkma, kılıç kuşanma gibi tüm ritüelleri eski Türk geleneklerine göredir. Bir Türkmen beyliğinin uzantılarını taşır tamamen. Oğuzların Bozok kolunun Kayı boyuna mensup olduklarının ifadesi tamamen Osmanlı kaynaklarına dayanır ve bu kadar detaylı bir soy ağacı tanımı da bir Türklük politikasının eseridir. Soy bakımında bu detaya itiraz eden tarihçiler vardır, (Ör: Halil İnalcık Osmanlı’nın Kayı boyundan geldiği konusuna ihtiyatla yaklaşmakta, bunun 2. Murat tarafından başlatılan ve Fatihle devam eden Oğuzculuk akımının bir sonucu olduğunu düşünmektedir. Ancak ilk dönem sikkelerinde Kayı boyu damgası olduğu için benim görüşüm Osmanlıların Kayı boyundan olduğu yönünde ama burada önemli olan o değil, Osmanlı yönetiminin Türklüğü bir politika olarak benimsemiş olması) Bu politikanın diğer bir unsuru da resmi dil meselesidir. Herkes Karamanoğlu Mehmet Bey’in bir sözünden hareketle Türkçeyi resmi dil olarak kullananın Karamanoğulları olduğunu zannetmektedir. Evet Mehmet Bey’in böyle bir sözü vardır ama bu sözü sarf etmesine rağmen beyliğin yazışmaları Farsça olarak devam etmiştir. Türkçeyi resmi dil olarak kullanan ilk Türk devleti Osmanlı devletidir.

Osmanlı Devleti’nin dayandığı; Türklük ve İslamlık temalarının yanısıra bir diğer önemli husus merkezi bir devlet yönetimine sahip olmasıdır. Bir imparatorluk olmasına rağmen özellikle Anadolu’da Avrupa’dakine benzer bir feodaliteye izin vermemiştir. Tımarlı sipahiler, ayanlar bilinen feodal anlayıştan uzak bir kavrama sahiplerdir. Osmanlılar sadece, Avrupa’da fethettiği ülkelerde kısmen feodal yapıya izin vermiş ve Bosna Hersek örneğinde olduğu gibi bölgeye hakim egemenlerin müslümanlığa geçmesi nedeniyle de bu feodal yapıdan faydalanmıştır. Osmanlılar devlet yönetiminde pragmatik bir anlayışa sahipti ve hazır sistemlerden de faydalanmasını bilmiştir. Örneğin devşirme modeli de Bizans’tan alınan bir ekoldür. Hristiyan olan Avrupa coğrafyasında kendisine bir tehdit algılamadığı için  o bölgelerin siyasi yapısına pek dokunmamış ama Türk ağırlıklı Anadolu coğrafyasında hanedanın selameti açısından daha merkezi bir yönetim tercih etmiştir. Yavuz Sultan Selim dönemindeki Alevi meselesine de bu açıdan bakmakta fayda var. Yavuz, babası II. Bayezıt gibi hem merkezileşmeci hem de şehirleşme taraftarı bir hükümdardı. Ancak Alevi- Türkmen aşiretlerinin liderleri bu durumun onların göçebe temelli hayat tarzlarına ve kendi iktidarlarına tehdit olduğunu düşünerek huzursuzlanmaya başladılar. Safeviler ve başlarındaki Şah İsmail bu durumu değerlendirmeye çalışınca II. Bayezıt buna karşı kayıtsız kaldı. Bunun üzerine Yavuz bir şekilde babasının yerine geçerek durumu ele almaya çalıştı. Ancak Şah İsmail’in Anadolu’daki etkisi artmaya başladı ve isyanlar baş gösterdi. Yavuz da bunun üzerine bu isyanları çok sert bir biçimde bastırdı. Konunun çıkış noktası mezhep farkı olmamasına rağmen Şah İsmail’in politikasıyla olay bir anda alevi- sünni meselesine dönüştü. Bu konularda genelde Yavuz’un gaddarlığından bahsedilir ama Şah İsmail’in zulümleri pek dikkate alınmaz. Şah İsmail’in şiileştirme politikası çerçevesinde bir çok sünni kazanlarda kaynatılmak suretiyle katledilmiş, Şah İsmail; Akkoyunlu soyundan gelen annesini bile sünni olduğu için öldürmekten çekinmemiştir. Sonunda Osmanlı’nın askeri gücü sayesinde İsmail yenilmiş ama Yavuz da bütün İran’ı ele geçirme şansı varken, biraz da askerin huzursuzluğu biraz da mezhep çatışmalarını çok tırmandırmamak için fırsattan istifade etmemiş ve geri dönmeyi tercih etmiştir.

Bu merkezileşme politikalarının yarattığı isyanların bir ucu bizi Kürt meselesine de götürür aslında. Yavuz Sultan Selim döneminde İdris-i Bitlisi ile yapılan anlaşma gereği Kürt aşiretleri isyanlardan uzak durmuştu. Ancak 2. Mahmut döneminde imzalanan Sened-i İttifaktan sonra, padişahın merkezileşme politikalarını devam ettirmeye çalışması Kürt aşiretleri de huzursuzluğa sevk etti ve ilk Kürt isyanı 1806 yılında bu minvalde başladı. Kürt hareketinin milliyetçi bir karakter kazanması ise 19. YY.’ın sonlarına doğrudur.

Zaman zaman Osmanlı Devleti ile Türkiye Cumhuriyeti arasında yanlış karşılaştırmalar yapılır ve sanki cumhuriyet sıfırdan kurulmuş bir devrim gibi lanse edilmeye çalışılır. Ancak unutulmamalı ki cumhuriyetin modernleşme hareketlerinin kökeni III. Selim’in tahta çıkışıyla başlar. Çünkü o zamana kadar Osmanlı, ıslahat hareketlerini kendi kurumsal yapısı çerçevesinde gerçekleştirmeye çalışıyordu. III. Selim’in 1789 yılında tahta çıkışıyla beraber yüzünü batıya döndü ve oradaki kurumların ülke bünyesine intibakı politikasına yöneldi. Ancak bir isyanla öldürülünce yerine II. Mahmut geçti ve politikaları daha ileri götürdü. Sonraki dönemlerde gelen; Tanzimat ve Islahat fermanları, meşrutiyet ilanı hep bu batılılaşma politikalarının bir sonucuydu. Ancak dış politika zaafları, askerin politikaya karışması ve ittihatçıların yanlış stratejileri yüzünden Osmanlı Devleti savaşa girdi ve akabinde parçalanma sürecine girdi. İşte bu noktada Mustafa Kemal ve arkadaşları tarih sahnesine çıktı. Osmanlı’nın modernleşme atılımları esnasında çıkan gruplardan biri de milliyetçilerdi ve bağımsızlık hareketleri neticesinde ülkenin toprak kaybetmesi üzerine Türk kimliği üzerine bir ulus devlet inşası bu grubun şiarıydı. Ülkenin parçalanma sürecine girmesiyle bu akımın mensupları harekete geçtiler. Esasen kafalarında özellikle Mustafa Kemal’in kafasında bir cumhuriyet fikri olmasına rağmen sorunu en başlarda Osmanlı sistemi içerisinde çözmeye çalıştılar. Ülkenin meşrutiyetle yönetilmesi zaten bir parlamenter sistemi oluşturmuştu ve demokratik gelenekler yavaş yavaş gelişiyordu. Mustafa Kemal bunu bozmak istemedi. Önce kongre süreçlerine girildi. Meclis-i Mebusan’ın toplanmasını sağladılar ve Misak- Milli’yi yayınladılar. İşgalcilerin buna cevabı sert olunca, o noktadan sonra düşman kuvvetlere yanaşan İstanbul Hükümeti ile Müdafa-i Hukukçuların arası açıldı ve artık yeni bir yönetim merkezi oluşturma mecburiyeti doğarak Ankara hükümeti oluşturuldu. Hem kongreler sürecinde hem de Kurtuluş savaşı esnasında meşrutiyetten gelen meclisli yapının bir benzerini oluşturarak ve bir şekilde demokrasiyle tanışmış kitleleri kendi taraflarına çekerek sağladıkları toplumsal mutabakatla da savaşı kazanıp, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdular. Yani Atatürk ve arkadaşları Osmanlı Devleti’ni yıkmadılar. Yıkılmış bir imparatorluktan bir cumhuriyet çıkardılar. Ortaya çıkan yapının bir önceki Osmanlı Devleti’nden farkları vardı tabii ki. Herşeyden önce padişahlık sona ermiş ve yerine cumhuriyet gelmişti. Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında özelikle İttihatçılar döneminde başlayan milli ve laik devlet oluşturma fikri cumhuriyetle beraber bir kurumsal kimlik kazandı ve sonra da bir konsolidasyon dönemi başladı. Bu dönemde meşrutiyet ve kurtuluş savaşı yıllarında süregelen demokrasiye ara verildi ve bir tek parti cumhuriyeti oluşturuldu. Aslında bu kurucu ataların doktrininde olan bir şey değildi. Atatürk ve arkadaşları nihayetinde bir demokratik bir yapı istiyorlardı ama bunun oluşturulması için bir tür kültür devrimine ihtiyaç duymuşlardı. Toplum belli bir noktaya gelmeden verilecek bir serbestliğin rejimin selameti açısından sorunlu olacağını düşünüyorlardı. Bazı demokrasi teşebbüsleri de akamete uğradı. İşte bu minvalde bir milli ve laik devlet oluşturma süreci hızlandırıldı. Burada laikliği dikkat ederseniz hep milli devlet ile beraber zikrediyorum çünkü, cumhuriyetin laiklik anlayışının çıkış kaynağında çağdaş bir devlet oluşturmaktan ziyade ulus devletin inşasının sorunsuz bitirilmesi yatar. Laikliğin olmadığı yerde ulus devletin de olamayacağı değerlendirmesi hakimdir ki doğrusu da budur. Nitekim cumhuriyetin ilkelerinden olan halkçılık ilkesi de bunu destekleyici olarak oluşturulmuş; din, mezhep, sınıf ve etnik farklılıkların çatışma değil dayanışma içinde olması gerektiği fikri benimsenmiştir. Ancak bunu gerçekleştirirken farklılıkların ifadesi de bir şekilde engellenmiştir. Kürt hareketi, alevilik, islamcı akımlar, bütün bu yönelimlerin hepsinin kontrol altına alınması tercih edilmiş, ne siyasi ne de sosyal hiçbir hareketlerine izin verilmemiştir. Alevilik Yavuz Sultan Selim döneminden sonraki en büyük darbeyi Atatürk döneminde yemiştir. Tekke ve zaviyelerin kapatılması kanunuyla dergahlar kapatılmış, Diyanet İşleri Başkanlığı tamamen Sünni- Hanefi mezhebine göre teşkilatlandırılmıştır.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın teşkilatlandırılması meselesine mezhepsel açıdan biraz detaylı girmekte fayda var. Bu noktada Sünni, şii- alevi konusuna biraz daha fazla değinelim isterseniz. İslam’da Sünni- Şii meselesinin temeli aslında siyasidir. Hz. Ebubekir’in halife seçilmesine itiraz eden Ali taraftarları halifeliğin Hz. Muhammed’in soyundan gelmesi nedeniyle Ali’nin hakkı olduğunu savunurlar. Bundan hareketle; devleti yönetecek kişilerin de  hep Ehl-i Beyt’ten yani peygamberimizin akrabaları arasından belirlenmesini ve aynı zamanda dini bir kişilik olması gerektiğini esas alırlar. Nitekim İran’daki Ayetullah, İmamet ve Velayet-ül fakih kavramları bu esasa dayanır. Sünniler ise devlet yönetiminin din dışı bir konu olduğunu peygamberimizin soyundan gelmesinin ve dini bir kişiliğe sahip olmasının ülke yönetiminde söz sahibi olmak için gerekmediğini iddia ederler. Dolayısıyla Şiilikte olan bir tür ruhbanlık sünnilikte yoktur. Temel ayrım budur. Buna ilaveten sünni yorum genelde devlet yanlısıdır ve dine aykırı bir icraat ya da söylem olsa bile devletin kurallarına itaat esastır. (Ul-ül Emre itaat) Şii mezhebi ise başkaldırıcı bir mezheptir ve dine aykırı bir icraat karşısında isyan etmeyi meşru tutar. İşte bu mezhepsel farklardan dolayı cumhuriyetin kurucu ataları laikliğin de selameti açısından, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı tamamen Sünni mezhebine göre teşkilatlandırmışlardır. Alevilik konusunu da bu çerçeve içinde değerlendirmek gerekir. Aleviliğin şiilikle bir ilgisi olmadığı sürekli olarak söylenir ama hem Ehl-i Beyt inancının olması hem de on iki imam kavramının olması nedeniyle Alevilik şii temelli bir mezheptir. Zaten onlar kendilerini mezheben Caferi meşreben batıni olarak tanımlarlar. Yani ahkam olarak Caferi mezhebinin bir koluyuz ama uygulamada buna pek riayet etmeyiz derler. Caferi mezhebi de on iki imamdan biri olan Cafer Bin Sıddık’ın kurduğu şii bir mezheptir. O yüzden normalde namaz ve orucu kabul ederler ama tatbik etmeyebilirler. Ama namaz kılan ve oruç tutan aleviler vardır, şahsen biliyorum. Nitekim Alevi dedelerinden İzzettin Doğan da bunu teyit etmiştir. Zaten namazı kabul etmek zorundalar Hz. Ali namaz kılarken öldürülmüştür. Alevilik bu bağlamda şiiliğin göçebe yorumu gibidir. Ahmet Yesevi’ye ve Hacı Bektaş-ı Veliye atıfta bulunurlar ama bunların ikisi de sünni alimlerdir. Esas temel yayılma dönemi Safevi etkisiyledir. Göçebeliğe yatkın olmaları sebebiyle de aynı Yavuz döneminde olduğu gibi Atatürk döneminde de merkezileşmeye isyan etmişler sonunda Dersim gibi  üzücü olaylar meydana gelmiştir. Sonuçta Alevilik de cumhuriyet döneminin dışlanan unsurlarından biri olmuştur. Demokratikleşme ile beraber zaman zaman CHP’nin zaman zamanda DP.’nin safında yer almışlar, ifadeleri engellenen tüm talepler gibi kendilerine bir temsil alanı bulmaya çalışmışlardır. Türkiye’de sünni çoğunluğun sağ partilere meyletmesi, CHP’nin de özellikle Ecevit döneminde daha geniş kitlelere yönelmesi neticesinde CHP’de saf tutmuşlardır. Yani CHP’lilerin sürekli olarak ağızlarında pelesenk yaptıkları “sağ partiler dincilere taviz veriyor” eleştirisinin bir benzerini CHP’liler için “onlar da mezhepçiliğe taviz veriyor, o da laikliğe aykırıdır,” şeklinde yapsak yanlış olmaz ama ben siyasete o gözle bakmamayı tercih ederim. Her görüş, düşünce inanç bir şekilde kendini ifade etmeli ve siyaset bunların ifadesini kolaylaştırıcı bir şekilde olmalıdır, farklılıkların çatışmaması ve birinin diğeri üzerinde hakimiyet kurmaması kaydıyla. O yüzden         CHP’nin Alevilerin taleplerini dikkate almasını, bunların seslendirilmesinde aracılık etmesini olumlu bulurum ancak bu durum özellikle SHP döneminde hakikaten bir istismar haline getirilmiş, dönemin Adalet Bakanı Mehmet Moğultay partisinin kongresinde açık açık “bakanlığa şu kadar Alevi aldım,” diyebilmiştir. Parti sonradan CHP ile Baykal liderliğinde birleştikten sonra Baykal partisinin İstanbul Kongresinde il başkanlığına aday olan zat için “Sünni ve Türk,” kişiliğine atıfta bulunma ihtiyacı hissetmiştir, mezhepçi görüntüyü ortadan kaldırmak için.

 

Sonuç olarak üzerinde yaşadığımız bu ülkenin tarihi; Osmanlısıyla, diğer beylikleriyle, Selçuklu’suyla, alevisiyle sünnisiyle bizim tarihimizdir. Tarih total bir övgü ya da yergi alanı değildir. Hatasıyla, sevabıyla o tarihin bilincine varmak, olayları o dönemin şartları içinde değerlendirmek bizi kuşkusuz daha sağlıklı sonuçlara götürecektir. Neticede üzerinde yaşadığımız ülkeyi düşman işgalinden kurtarıp, bağımsız ve modern bir anlayışa kapı açan Atatürk ve arkadaşlarıdır, ama unutmayalım ki onların kurtardığı toprakları zamanında bize kazandıranlar da Osmanlılardır.

Buna ilaveten; farklılıkların da bu ülkenin zenginliğini oluşturduğunu bilirsek, aynı halkçılık ilkesinde olduğu gibi çatışma değil bir dayanışma içerisinde hareket edersek ama bunu yaparken de farklılıkların ifadesini çatışmaya mahal vermeyecek şekilde teminat altına almayı becerirsek; siyasi partilerin aldıkları pozisyonu daha serinkanlı bir şekilde değerlendirebileceğimizi, demokrasinin gerekleri ve nimetleri çerçevesinde ifade kanallarının açık olmasının bu değerlendirmeye katkıda bulunacağını unutmayalım.

 

GİRAY ERGİN

 
Toplam blog
: 2
: 606
Kayıt tarihi
: 11.07.12
 
 

Giray Ergin 1972 yılında Ankara'da doğdu. Galatasaray Lisesi ve Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bil..