Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

12 Şubat '08

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Öteki Türkiye'yi gördüm...

Öteki Türkiye'yi gördüm...
 

Eşimle birlikte Sarıyer'e gitmek üzere Tarabya'dan bir halk otobüsüne bindik. Eşim, bir bayanın yanındaki boşalan koltuğa, ben de arkalarındaki bir koltuğa oturdum.

Eşimin yanına oturduğu bayan, eşim gibi dışa dönük ve konuşuklu bir bayandı. Ama duruşuyla, kılık kıyafetiyle bir halk otobüsü yolcusundan çok, bir moda defilesi izleyicisi gibiydi. Sanki otobüse yanlışlıkla düşmüştü. Pahalı ve özel olduğu belli olan bir etek, tayyör giyinmiş, başında da tüylü bir fötr şapkası vardı.

Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuştu. Beklemeden eşimle koyu bir sohbete başladılar. Sohbetin esas sebebi galiba Boğaz hayranlığıydı.

Bayan, İzmit'de ikamet ediyordu. Ön sıralarda oturan yetişkin kızıyla beraber Sarıyer sırtlarında bir sitede oturan dostlarını ziyarete gidiyorlarmış.

Eşime, gördüğü yerlerle ilgili bazı sorular sorduktan sonra, nerede oturduğunu sordu. Boğaz'a nazır, bahçeli bir evde oturduğunu öğrenince eşimin çok şanslı olduğunu söyledi.

Bilirsiniz, ilk tanışmalarda laf döner dolaşır "Nerelisiniz?" sorusuna dayanır. Eşimden Karadenizli olduğunu öğrenince bu defa lafın gelişi Karadenizli sanatçılardan meşhur olanları sordu.

Eşim, önce kendisinin uzaktan akrabası olan, ulusal kanallara da sık sık çıkan bir mahalli sanatçının adını söyledi. Tanımıyormuş!

Daha tanıdık olsun diye eşim; "İsmail Türüt" dedi. Yine tanımıyormuş!

Eşimi daha fazla yormamak için bu defa kendisi:

"Karadenizli sanatçı olarak ben sadece Şevval Sam'ı tanıyorum!" dedi.

Şevval Sam'ın Karadenizli olup olmadığını bilmiyorum ama "Gülbeyaz" dizisinden sonra bir Karadeniz kaseti çıkarmıştı, bu nedenle hatırlıyor olmalıydı!

Eşimle bayan arasında geçen bu diyalog çok tuhafıma gitmişti. Çünkü bu olayın yaşandığı sıralarda, zaten popüler olan İsmail Türüt, o meşhur Hrant Dink klibiyle Türkiye'nin gündemine oturmuştu. Bütün gazeteler ve köşe yazarları onu yazıyorlar, ulusal kanalların haber ve magazin proğramları ondan bahsediyorlardı, uzun uzun programlar yapılıyordu. Ama buna rağmen o bayan bundan bihaberdi. Basit gibi görünen bu olay gerçekte çok önemliydi.

Türkiye'nin içinde, Türkiye'den çok uzak bir "Öteki Türkiye" vardı! Surlarla sınırları çizilmiş, özel tatil köyleri, özel eğlence ve özel alışveriş alanları, lüks otomobilleri, yatları, hatta özel helikopter ve uçakları, Avrupa ve Amerika'da da uzantıları olan bir "Öteki Türkiye"...

Aslında ben, böyle bir "Öteki Türkiye"nin varlığını biliyordum ama bu kadarını beklemiyordum. Ben biraz "Araf"da kaldığım için zaman zaman öteki Türkiye ile de karşılaşıyordum.

Bir vakfın kurucu üyesiyim. Hemşerilerimizin tanışmalarını, dayanışmalarını, ilimizin kalkınmasını sağlamak ve daha da önemlisi ilimizin fakir ve fukaralına yardım etmek, başarılı yoksul öğrencilerini okutmak amaçlarıyla kurduğumuz bu vakfın "Öteki Türkiye"nin sınırları içerisine kayması beni derinden üzmekteydi.

Her yıl geleneksel olarak yapılan iftar yemeği, ilimizin kurtuluş gecesi ve balo gecesi benim için yabancı bir ülkeyi ziyaret gibiydi. O kadar ki pasaport sormuyarlardı ama mekandan ayrılınca gerçek Türkiye ile yüz yüze geliyordum.

Türkiye'ye olduğu kadar, hizmet yapacağımız ile de o kadar uzaktı. Kurtuluş gecemizde "Anadolu Ateşini" izledik. Balo gecemizde de Gülşen ve Yıldırım Bekçi'yi.

Oysa ilimize ait o kadar tanınmış sanatçılarımız var ki... Birini bile çağırmıyorlar. Ama ilimizle ilgisi olmayan "Öteki Türkiye"nin kalburüstü kişilerini, köşe yazarlarını misafir sanatçı olarak aramızda görüyordum!

Değerli blogger arkadaşlarım, bu yazımı yazıp yazmamak konusunda çok tereddüt ettim ve devamlı erteledim. Çünkü, her ne şekilde olursa olsun Türkiye'nin kutuplara ayrılmasını, parçalı görünmesini istemiyordum. Ama son günlerde yeniden Türkiye'yi bölme çabaları bu yazıyı yazmak zorunda bıraktı beni...

Hatırlarsınız, Nisan 2007'de başlayan "Cumhuriyet Mitingleri" sonrasında Avrupa basınında iki Türkiye'den bahsedilmişti. Deniz Baykal da, "Mal bulmuş magribi gibi" bunu hemen sahiplenerek grup toplantılarına taşımıştı:

"Bakın Avrupa iki Türkiye var diyor" diyerek stratejisi hazırlanmış gerilim politikasına yeni bir ivme kazandırıyordu.

Yani laikler- antilaikler olmak üzere Türkiye'nin tam ortadan ikiye ayrıldığı Avrupa tarafından da tescillenmişti. Bu değişmez gerçek ışığında Türkiye cephelere ayrılacaktı!

Amaç; Atatürk'ü, orduyu, yüksek yargıyı, yüksek bürokrasiyi kendi cephesinde göstererek gücüne güç katmak ve bu yolla yapılacak seçimleri kazanarak iktidara gelmek olmadı seçimleri kaybederek iktidara gelmek!!!

Gerçek gün gibi ortadadır; Eğer iddia edildiği gibi, cumhuriyetin kuruluşunun üzerinden 84 yıl geçtiği halde, bendeniz de dahil olmak üzere, nüfusun %70- 80'i hala antilaikse, milletçe laikliğin üstüne bir bardak soğuk su içelim!

Oysa yapılan kamuoyu araştırmalarında; nüfusun %90'dan daha fazlasının laiklik ilkesini benimsediği görülmektedir.

Siz, devrinin karanlığında devrimlerini yaparak bugünkü Türkiye'yi yaratan Atatürk'e nasıl başarısız diyebilirsiniz? Nasıl, hayatında mağlubiyeti tatmadığı halde, mağlup damgasını vurabilirsiniz?

Atatürk'ü ve onun cumhuriyetini koz olarak seçim masasına koyarak, "Seçimlerde Atatürk ve cumhuriyet oylanacak" dersiniz ve hezimetinize Atatürk'ü de ortak edersiniz! Hangi hakla, hangi cüretle!

Bırakın bu iki yüzlülüğü... Artık maddi ya da siyasi çıkarlarınıza Atatürk'ü alet etmekten vazgeçin...

Laiklik ve antilaiklik çatışması dediğiniz statükonun korunmasıdır. Oligarşik düzenin devamı çabasıdır. Yani "Öteki Türkiye"nin ayakta kalma mücadelesidir.

Karşılıksız ve riyasız Atatürk severler, size sesleniyorum;

Sosyal Demokrat iddiasındaki CHP'nin, neden sadece zengin semtlerden oy aldığını bir kez daha düşünün ve lütfen bu çirkin oyunun aleti ve tarafı olmayınız...

 
Toplam blog
: 337
: 4184
Kayıt tarihi
: 03.08.07
 
 

Hukukçuyum... Hukukun üstünlüğünün ve hukukçunun saygınlığının ülkemde gelişmesini ve kalıcı olma..