Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Ağustos '14

 
Kategori
Deneme
 

Otobüste giderken (beşinci bölüm) devam edecek.

Bizim adamın da gözü sağ ve solda camlardan dışarıdaydı.
 
Her iki yanda yemyeşil çamlar insanın içini açıyor.
 
Yanındaki köylü solundaki iki gence bilgi veriyor. Sanırım onlar ya yabancı veya bu yoldan az gidip gelmişler veya öylesine ‘gözleri ellerindeki telefonlarda’ köylünün verdiği bilgileri dinler gibi arada bir onay veriyorlar.
 
Köylü kenarda yamaçta yeşeren sıralı çamları işaret edip “bunları ormancıla dikmiş. Şo ilerde tek tük filizler var ya. Onla çamın dökülen tohomundan kendiliğinden çıkanla… Mübarekle; misal bu çamın tohomu gayanın üstünde düşse. Ordan bi çatlak bulur kök sala. Yanim insanla heç ellimise belki burla daha bi başka güzel olurdu deyon ben misal” diye gençlere bilgi veriyordu.
 
Bizim çokbilmiş adam içinden “işte köylü bir cümleyle kendiliğinden doğayı korumanın ne kadar gerekli olduğunu, insanlar olmasa; daha doğrusu doğayı tahrip etmese doğal dokunun bozulmayacağını, mevsimlerin değişmeyeceğini ve her kış aynı oranda kar, her mevsim aynı oranda yağmur yağacağını ne güzel anlattı. Tabi anlamasını bilene diye” geçirdi.
 
Gözünün kuyruğuyla gençlere baktı. Onların ellerindeki telefona dürtünürken onlara bilgi vermeye çalışan köylüye ‘anlat anlat dayı heyecanlı oluyor’ der gibi davrandığını gördü. Sinirlendi. Onlara “bırakın o aletleri de bak arkadaşı dinleyin. Size ne güzel bilgiler veriyor” dememek için kendini zor tuttu. Sağa sola camdan dışarı bakınmaya devam etti. Ama kulağı köylüdeydi.
 
‘Sanırım can sıkıntısıyla’ gençlerin kendini dinleyip dinlemediğini umursadan konuşmaya devam eden köylü konuşmasının bir yerinde ‘neden gerekli gördüyse?’ “ben Güneyliyin. Orda incen” dedi.
 
Bu sırada kola seferinden dönen muavine Güneyli olduğunu tekrar edip “arıba Güney’de yokarı çıkamı?” diye sordu.
 
Boyu nerdeyse iki metreyi bulan muavin ‘arabanın tavanı kafasına çarpmasın diye sakınırken’ “yok dayı. Biz aşşadan geçeriz” dedi.
 
Köylü “yav benim ev de köyün en yukarısındaydı. Nedem. Çaresiz yörürüz” derken bizim adam köylünün Güneyli olmasına sevincini zor gizliyordu.
 
Nasıl sevinmesin ki?
 
Güney’e varınca k.çını tutturmak için gerinmekten kurtulacaktı. Sonra o yeri başkasının kapma şansı da yoktu. Çünkü köylü inince kıçını en geriye koydu mu tamam. Başkası gelse de ona da ancak kendinin olduğu gibi yarım kıçlık yer düşerdi ancak.
 
Bizim adam bu sevinçle yorgunluğunu falan unuttu. Gençlere kızgınlığı bile geçti; aklından gezinmeye başladı.
 
Muavinin boyunun iki metreye yaklaştığını fark edişini düşündü. Muavin sevimli biriydi. Onun için sevimliliği sırık gibi oluşunu gizlemişti.
 
Bu aklına gelince içinden “gerçekten öyle… İnsan davranışları onun varsa kusuru veya göze batan yeri onu pek ala gizleyebiliyor. Misal şu muavin... Sevimsiz biri olsa sırık gibi oluşu insanın sinirine dokunur. Ama ben kafasının tavana çarpmaması için sakındığını fark etmesem onun sırık gibi boyunu hiç fark etmemiştim” diye geçirdi.
 
‘Ama sizce de gerçekten öyle değil midir?’
 
Misal; çok çirkin bir kişi tatlı diliyle çirkinliğini pek ala gizleyebilir. Çok güzel biri de pıtırak gibi kötü diliyle battıkça o güzel görünümü tel tel dökülür.
 
Bizim adamın anneannesi vardı o anlatmıştı…
 
Anneannesi polis olan küçük oğlunun yanında kalmıştı bir süre. Oğlunun ev sahibi dolmuşçuymuş. Çok çirkin de bir karısı varmış; ama karı koca şeker gibi ‘gülüm balım’ pek mutluymuş.
 
Anneannesinin de bu durum dikkatini çekmiş. ‘Yörük olduğu için lafını da pek esirgemez, soracağını pattadak sorar, söylerdi’ Kadının kocasına “a oğlum sen bu karının nesini beğeniyorsun. Baksana şuna maymun gibi bir şey?” deyince karı koca basmış kahkahayı.
 
Adam “anacığım, onun dili var ya dili. O dil benim yaşamımı cennete çeviriyor” demiş. Kadın da anneannesinin söylediğine hiç alınmadan onun boynuna sarılmış “kurban olayım sana. Benim merakımı sen giderdin. Ben ‘benim adamın sevgisi yalandan mı’ diye arada bir işkilleniyordum” demiş. Kadının bu sözüne üçü de gülüşmüş. Anneannesi pot kırdığını düşünüp “ben yalandan öyle dedim benim güzel kızım. Kocan senin gibi bir meleği bulduğu için çok şanslı” diye düzeltmeye çalışmış.
 
Oradan gelince bunları anlatmış “ben kadın bana kızdı diye düşünmüştüm. Kadının dilinin güzelliği içini öyle aydınlatmış ki. Sonraki davranışlarıyla da benim laftan hiç alınmadığını, aksine kocasının kendi hakkında söylediklerine sebep olduğum için çok memnun kaldığını göstermişti” dedikten sonra “işte oğlum. Hayat böyle bir şey… Cennet de cehennem de insanın dilinin ucunda. Mal mülk hepsi hikaye… Tatlı dilli bir karın, kızın eşin dostun var mı? İşte o zaman dünyanın en mutlu sensin. Eğer karın dahil çevrendekilerin hepsi acı biber dilliyse ‘varlığın ne olursa olsun’ ölmeden cehennemi yaşarsın” demiş her gün namazında niyazında olduğu halde “öte dünyayı bilmem; ama bu dünyada çevresine cenneti de cehennemi de yaşatan insanın kendisidir. Öte yanda  ne olacanı anca Allah bilir” diye lafını tamamlamıştı.
 
Nerden nereye? Bizim ki gel-git akıllı olduğu için birden muavinin boyundan geçmişe gidip gelmişti.
 
Muavin içinde az bir şey kalmış kolayı bir bardağa döktü. Onu içerken bizimkine gülümsüyordu. Sanki onun içinden kendiyle ilgili geçenleri anlamış gibiydi.
 
Bizimki muavinin gülümsemesinden böyle bir anlam çıkardı. Güney sonrası raprahat oturacağı düşüncesinin verdiği keyifle bakınmaya devam etti.
 
Araba son rampayı çıkıyordu.
 
Soldaki yamaçların Honaz dağının etekleri olduğunu düşündü. Eğilip baktı. Görünen sadece çamlı yamaçtı.
 
İçinden Tavas kavşağını geçtikten sonra Honaz dağı görünmeye başlar diye geçirdi. Sağına baktı. Aşağıda dağlar tepeler, yamaçlar arada yeşil küçük ovalar arada bir gözüküp geçiyordu.
 
Bu yolculuğu yapanlardan gören gözle bakanlar bilir. Dört yüz elli metre yükseklikten başlayan yolculuğun başında önünde, sağında solunda görünen dağlar tepeler bir süre sonra yükseklik heybetini kaybedip aşağılarda toturlaşmış bitki görünümüne bürünür.
 
Bunun en iyi gözlenmesi uçakla olur. Uçak yükseldikçe dağlar tepeler küçülür aşağılarda oyuncak Legoları andırmaya başlar. Ovalar dağlar birbirine karışır. Yollar incelir haritadaki görünümü alır. Yollarda seyir halindeki araçlar da giderek noktaya dönüşür sonradan her şey seyirlik bir tabloya döner.
 
İşte bu yolda da en fazla kırk dakikayı bulan bir süre sonunda bin iki yüz metreye tırmanmaya başlayınca da benzer görüntüler daha belirgin oluşmaya başlamıştı.
 
Rampanın en sonunda otobüs zirveye çıktı. Artık sağında yakında yükselti kalmamıştı. Ama soldaki yamaçların yüksekliği azalsa da hala vardı.
 
Otobüs soldaki son mola yerini de pas geçip Tavas kavşağına doğru hızlanınca bizimki içinden “ilçeye varıncaya kadar mola yok” diye geçirdi. Az önce muavinin dağıttığı sudan içmediğine pişman olmuştu; ama içinden “bu halde nasıl içerdim ki?” diye geçirdi.
 
Gerçekten durumu çok acıklıydı. Nefes probleminin yanı sıra kıytırık oturağa ilişmiş kıçı onu yerinde tutacağım diye gerilmiş bacaklar ve bastona basmaktan ağrıyan bilekle hali çok perişandı;  ‘ama yine burnundan kıl aldırmaz bakışlarla’ etrafı seyretmeye devam etti.
 
Sağda kırlık başlamış. Uzakta tepelerin yükseltisinin kelleştiği görülüyordu.
 
Araba Tavas kavşağına yakınlaşınca sağda durdu.
 
Yere atlayan muavin aşağıda “yer var mı?” diye soran iki kişiye nereye gideceklerini sordu. Onlar da “Yeşilova” deyince “ayakta gidecekseniz yer var” dedi.
 
Son araba olduğu için onlar da çaresiz arka kapının basamağında oturan dayının yanında geçip arada ayakta yolculuların yanında sıraya geçti.
 
Bu sırada muavin “devam et” derken otobüs çoktan yürümüştü. Kapıya asılı muavin içeri girdi basamakta oturan dayının yanından su dolabının yanındaki yerini aldı.
 
Bizimki de içinden “bravo. Her binene yer buluyor” derken aklından şehir içi çalışan belediye otobüsleri gelince gülümsedi. Onun gülümsediğini gören muavin “ne güldün dayı?” deyince gülümseyerek “senin maharetine güldüm. İyi sığıştırıyorsun milleti” dedi.
 
Muavin “ee dayı bizim mazifemiz bu. Gidcen deyene bir yer bulcez, misal” derken onu gösterdi. Yani “sana oturacak yer bulduğum gibi” demek istiyordu.
 
Bizimki de gülümseyerek “anladım, sağ ol” dedi ve etrafı gözlemeye devam etti.
 
Aklı Tavas kavşağında daha doğrusu oradaki tabelada kalmıştı.
 
Tabela sağı gösteren bilindik yol tabelasıydı. Üzerinde Tavas - Afrodisias ve Kale yazıyordu. Aklı oradaki Afrodisias’a takılmıştı.
 
Anadolu’nun en büyük zenginliği ekonomik değeri olan maden vb. şeylerden de önde üzerinde taşıdığı geçmiş tarihin izleridir.
 
Çünkü Anadolu toprakları son buluntularla birlikte insanlık tarihinin MÖ sindeki binlerce yıl öncesine tanıklık etmektedir.
 
Burdur Hacılarda bulunan bir kafatasının otuz bin yaşında olduğu ve İngilizlerin atalarından olduğu bilinir. Ayrıca binlerce yıl öncesinin ismini taşıyan eski yerleşim yerleri Anadolu’nun her tarafından adeta fışkırır. Ama maalesef üzerinde yaşayan insanlar bu tarihin bırakıtlarının değerini yeterince kavrayamadığı için bu tarihi bırakıtlar tarihi eserler ‘özellikle yabancılar tarafından’ adeta talan edilmiş; yerleşim yerleri de adeta ‘Efes Harabeleri dendiği gibi’ harabeye dönüşmüştür.
 
İşte Afrodisias da MÖ önce Afrodit adına yapılan kentlerden en önemlilerinden ‘belki en önemlisi’ olduğu halde tesadüfen tanınmış fotoğraf sanatçısı Ara Güler tarafından bulunmuş onun gayretleri ve tüm kariyerini oraya bağlayan Kenan Kerim sayesinde gün yüzüne çıkmış.
 
Bizimkinin aklına bunlar; Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın ‘namı diğer Halikarnas Balıkçısının’ Anadolu’nun tarihi mirası üzerine yazdıkları geldi.
 
Son yıllarda artan yazlıkçılık nedeniyle akın akın Anadolu’nun dört bir tarafına giden yazlıkçıların büyük çoğunluğunun o yazlığa gittiği yerlerdeki tarihi hiç merak etmediği aklına gelince içi acıdı. ‘Yaşadığı yerlerinin tarihini, daha doğrusu geçmiş tarihini hiç merak etmeyen bir toplumun nasıl geleceği olurdu ki?’
 
İçinden “keşke yazlığa gidenler oralara gitmeden önce o yerlerin tarihini merak edip öğrense de tatile çıksa. Belki bu şekilde bilgilenmenin verdiği zevkle gezdiği yerlerde insanlar daha mutlu olunca bilgiye bilgilenmeye ilgisi artar. Belki bu şekilde toplumsal aydınlanma gelişir” diye geçiriyordu.
 
Bunlar aklındayken otobüs Tavas kavşağını geçiyordu. Bu sırada yolun sağında solunda tepeler artık kelleşmeye başlamıştı.
 
İçinden “Kazık Beline girdik” dedi…
 
Bilen bilir burası dağların arasında bir geçittir. Eskiden eşeklerin yol mühendisliğinin ürünü şose zamanı ve sonraki ip gibi asfaltlanmış zamanlarda da yol derenin kenarından kıvrılarak giderdi.
 
Çok eskilerden bu yol keçi yolu gibi patikaymış. Tabi ulaşım da at, eşek ve at arabasıyla olmadı yayan yapılırmış. O zamanlarda özellikle gece yamaçlara gizlenmiş eli silahlı kişiler yolcuları soyarmış. Ta o zamanlardan “Kazık beli eşkiyası” sözcüğü kalmış.
 
Bizimkinin hatırladığı yakın zamana kadar alış verilerde birileri birilerine alışverişte aldattı mı? Aldanan “yav bunla gazık beli eşkiyası olmuş” derdi. Yani bu Kazık Beli soygunları eski zamanlarda çok yaşanmış. O yıllarda yolcuların çoğu akşama kalınca bu bele girmeye çekinir Kızılhisar’ın Denizli çıkışında meşhur ‘Çaylının Hanı’ varmış. O handa eyleşir, Denizli tarafından gelenler de Cankurtaran’da veya eski Çukur köyünde köy konağında eyleşirmiş.
 
Tabi bunlara davar havya sürü sahipleri de dahil.
 
Yukarıda ‘Kızılhisar’ dedim. O yerin adı toprağının kızıllığından gelirdi. Ancak ‘kızıl’ sanırım komünizmi çağrıştırdığı için 1987 yılında ilçe olduğu sırada adı Serinhisar olarak değiştirilmiş.
 
Bizim adam bu yer isimlerinin değişikliğine öteden beri karşıdır. Bir yerin adının değişmesi ona göre o yerde oturanların geçmişe bağlı belleğine çok zarar verir.
 
Bunu da en iyi kırsal kesimde yaşayanlar bilir. Çünkü onların kendi yerlerinin adı dışında ‘yaşamlarında yer eden’ çevredeki her yerin kendi isimlendirdikleri adı vardır. Bunlar özellikle kırsal kesim insanları için çok önemlidir. O isimler, adlar onların yaşamında folklorik veya kültürel bir değer taşır.
 
Örneğin ‘Kızılhisar ırbığı’ diye bilinen ‘ümzüklü’ veya ‘ümzüksüz’ kırmızı su testisi yalnız Kızılhisar’da değil oradan belki Aydın- İzmir’e veya Burdur, Isparta, Antalya’ya kadar hatta ‘Kızılhisar insanı pazarcı olduğu için’ onun da ötesinde yörelerde de bilinir.
 
O testileri kullananlar bilir; özellikle buzdolabı olmadığı yıllarda balkonda veya pencerede veya tarlada ekin yığının veya oradaki ağacın gölgesine konmuş o kırmızı testinin buz gibi suyunu içmeye doyum olmaz. Testideki suyu bardağa koymadan olduğu gibi ağzından içmeye de “gavallama” denir.
 
Bizimkinin aklına Kızılhisar testisinin buz gibi suyu gelince susuzluğu daha artmıştı; kuruyan dudaklarını ıslatmak için ağzını şapırdattı.  (devam edecek)
 
 
Toplam blog
: 182
: 232
Kayıt tarihi
: 12.02.13
 
 

Sanat Enstitüsü yapı bölümünden 1967 yılında Denizli'den mezun oldum. Buca Mimar Mühendislik Özel..