Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Ağustos '14

 
Kategori
Deneme
 

Otobüste giderken (üçüncü bölüm) devam edecek.

Otobüste giderken (üçüncü bölüm) devam edecek.
 

otobüste


Muavin epey uğraştıktan sonra dolaptan su şişesini çıkardı. Elindeki bardaklardan birini öne çıkardı ve bizimkinin sağındaki iki yolcudan itibaren su dağıtmaya başladı.

Bizimkinin bir elinde baston vardı. Öbür eliyle arabadaki direğe tutunmuştu ve avucunda da su şişesi vardı.

Sıra ona gelince muavin ona ‘su ister misin?’ diye sorunca gülümseyerek “sağol” dedi. Aslında susamıştı; ama öteki elinde baston vardı. Direğe tutunduğu elini bırakırsa dengesi bozulacaktı. Çünkü arabanın her sallanışında oturduğu yerden kaydığı için oraya tutunamaya çalışıyordu. Bu vaziyette muavinin uzattığı bardağı alamayacaktı.

Bu nedenle gözleriyle muavini izlemekle yetindi.

Çok yolculuk yapmıştı. Otobüsle, kamyonla; Yani ne bulduysa onunla yaptığı yolcuklar sırasında aklından kalan çok anı vardı. Her yolculukta bu anlar bir şekilde beyninde uçuşur.

Şimdi de öyle; muavini gözlerken aklından bin türlü yaşanmışlık adeta resmi geçit yapıyordu.

Geçmişte müşteriyi memnun etmek su, çay kahve dağıtma; hatta bazı otobüslerde hazır kek ve pasta dağıtıldığına şahit çokça şahit olmuştu.

Özellikle şehirlerarası çalışan büyük otobüs firmaları bu müşteri memnuniyeti için başlattıkları ikram ritüellerini adeta yarışa çevirmişti.

Bu ikramlardan daha önce otobüslerde kolonya dağıtma alışkanlığı vardı. Muavin bir elinde kolonya şişesi öbür eliyle şişenin altına ‘kolonya damlamasın diye’ tuttuğu peçete ile yolculara kolonya ikram ederlerdi.

Bazı yolcular iki avucunu açıp muavine “dök dök” diye ikaz eder, sonra avucuna doldurduğu kolonyayı yüzüne, başına, boynuna sürer temizleme ile serinleme arası ellerini oralarda oğuştururdu.

Daha eskilerden özellikle yazları kimi erkek yolcuların şişen ayaklarını rahatlatmak için ayakkabıdan çıkarınca ortaya saçılan efir efir ayak kokusu kolonya kokusuyla karışınca çok farklı bir koku arabanın içini kaplardı.

Sanırım o sıra yellenmesi gelenler kolonya dağıtımını fırsat bilip hafif yana eğilerek ‘gürültüsüz’ fısıl fısıl yellenmeye çalışırdı.

Bizimkinin özellikle gençliğindeki yolculuklarından bunlar hep aklında kalmıştı.

Hele Adanalı bir arkadaşından duyduğu fıkra gibi anekdotu hiç unutmazdı.

O arkadaşı anlattığına göre Hatay’a kadar giden Has turizmle Adana’ya gidiyormuş.

O sıra arabanın içine çok pis yellenme kokusu yayılmış. Bu kokuyu duyan yolculardan en önde olan biri arkaya doğru dönmüş ve “ya Hacı fıslatma şaklat şaklat” diye seslenmiş. Yolcunun bu seslenişine bütün yolcular kahkahayla karşılık vermiş.

Arkadaşı bu anekdotu anlattıktan sonra “fıslayan yellenme çok pis kokarmış. Ben ondan sonra dikkat ettim, gerçekten doğru” diye o yolcunun sözleri üzerine kendi gözlemiyle edindiği tecrübeyi aktarmıştı.

O yıllar bizim adamın da böyle durumlarda; yani bir yerde yellenme kokusu yayılırsa içinden “ya Hacı fıslatma, şaklat şaklat” demek geçermiş. Denk gelirse bazen de bu uyarıyı bulunduğu yerde yaparmış.

Muavin su dağıtırken aklından bunlar geçiyordu.

Şimdi teknik ilerlemiş her arabada havalandırma sistemi vardı. İster şaklat ister fıslat koku anında o sistem sayesinde dışarı atıldığından yellenme kokusu hiç duyulmaz olmuştu.

Aklında bunlar yolcuları süzmeye başladı.

İçinden “şu yolcu yellenmeye müsait, göbekli. Şu yolcu ince zayıf… O kesin fıslatır ve çok koku yapar” diye geçirirken gözü sağ yanında hemen önündeki koltuktaki şişman kadına takıldı. İçinden “valla bunun yellemesi de bir başlarsa hücum borusu gibi epey öter” diye geçirdi.

Nedense o kadına kafayı takmıştı.

Muavin de bu sırada su servisini bitirip gelmişti. Basamakta oturan ‘sanırım arabanın sahibi’ yaşlı dayı muavine “servis önden başlamıyor muydu? Sen buradan başladın?” diye sorunca muavin gülerek “öyle dayı da buradan daha münasip geldi” diye cevap verdiği sırada araba sağa yanaştı. Sanırım binecek yolcu vardı.

Muavin kapıyı açıp aşağı atladı.

Kapının önünde dört kişi belirdi. Muavine “yer var mı?” diye sordular. Muavin “Ayakta gitmek isterseniz yer var” dedi.

Son araba olduğu için yerdeki yolcular mecburen bindi. Muavin eşyalarını alıp bagaja yerleştirdi ve arabaya binerken “devam et” diye bağırdı.

Şoför zaten yürümüştü. O dört kişi araya sıralandılar.

Bizimki içinden ‘araba doldu. Her halde bir daha durmaz’ diye geçirdi. Yoldaki yerleşim yerlerinde kim inebilir diye bakınmaya başladı.

Aklı fikri bir yolcunun yolda inmesi, geçip onun yerine oturmaktaydı. Çünkü kıçı oturağa ilişik olduğundan; kaymayacağım diye ayaklarını gere gere bacaklarına ağrı girmişti.

Otobüs’te bu sıra Bağbaşını geçmiş ‘Şahin tepesine’ doğru ağmış, giderek yükseğe tırmandıkları için havalandırmadan gelen hava serinlemeye başlamıştı.

Bu şekilde otobüs tırmanırken bizimkinin aklına ‘Şahin tepesi’ takıldı. İçinden “burası Dallas’ın hatırası’ diye geçirdi.

Gerçekten burası Şahin Tepesi adını orada Denizli’ye kuşbakışı bakan içkili lokantadan almıştı. (Gerçi şimdi zamana uyan o lokanta da içki servisini geceye almış ve kapıda görünen yere ‘içkisiz aile yeri vardır’ diye tabela asmıştı.

(Buradan aklından ‘her halde burada içkili aile yeri de var. Bekarlar için de ayrı’ diye geçiyordu. Bunları düşünürken “ne günlere kaldık” diye mırıldandı.)

Sonradan bu ‘Şahin tepesi’ adı çok tutmuş (Denizli’nin nüfusu arttıkça) aşağıdan yukarıya sıra sıra ‘Aile için yerimiz vardı’ vb. tabelalarla donanmış çok yer açılmıştı.

Daha önceleri özellikle yazları şehrin hemen dışındaki Çamlıkta piknikle yetinen Denizlililer sanayi atak yaptıkça gelişen nüfus Çamlığa sığmayınca yazın sıcağından buralara kaçmaya aşlamıştı.

Özellikle yazları buralarda yol kenarlarında dolu araba vardı.

Otobüs yavaş yavaş tırmanırken adamın aklından bunlar geçiyordu. Arada bir yolun eski halini tahmin etmeye çalışıyordu. Ama aradan çok zaman geçmişti. Sadece biraz daha yukarı çıkınca aşağılarda eski yolun izini taşıyan kesik kesik asvalt yola benzeyen bir şeyler gözüküyordu.

Eski yoldan veya şimdiki bu yoldan başlayan tırmanma 400-450 m yüksekliğinden yaklaşık yirmi beş otuz kilometre sonra 1200 m. yüksekliğine ulaşırdı.

Haliyle bu ani yükseliş özellikle alışkın olmayanlarda bir baş dönmesi bulantı yaratırdı.

Eskiden ulaşım seyrek yukarı kasaba köylerden Denizli’ye iniş de çok seyrek olurdu. Çoğu yolcu denk düşerse bir iş için yılda veya iki yılda bir bu yükseklik farkını yaşadığı için inişte veya çıkışta çok istifra eden olur; o sıra arabanın içini istifra edenin yediklerinin ‘yediği her neyse’ kokusu yayılır bunun üzerine muavin hemen kolonya servisine başlardı.

O yıllar her otobüste küçük naylon torbalar olur; araba hareket edince isteyenlere önce naylon torba servisi yapılırdı. Utanıp veya gerek görmeyip sonra aniden istifra eden olursa muavin “kardeşim az önce torba dağıttık niye almadın?’ diye fırça atardı. Muavin bu fırça atmada haklıydı; çünkü yere dökülen pisliği o temizlemek zorundaydı.

Adam içinden ‘ulaşım artınca millet yolculuğa alıştı, ondan şimdi istifra eden yok’ diye geçirmişti ki; önden bir köylü kadın muavine ‘naylon torba var mı? Çocuk bozuldu da’ diye seslendi.

Muavin ‘teyze şimdi naylon torba mı kaldı?’ deyip ‘cık cık’ ederken telaşla su koyduğu dolabın yanındaki gözü açtı. Orada azalan peçete torbasını aldı. Peçeteleri çıkarıp kadına ‘al bunla idare et. Aman etraf pislenmesin’ dedi.

Kadın mahcup peçete kılıfı naylonu alırken muavin ‘ne günlere kaldık?’ der gibi elini sallarken bizim adamla göz göze geldi. Bizimki çokbilmişçesine “ne yapacaksın, her mesleğin katlanılası bir riski var. Senin risk de bu. Takma kafana” dedi. Muavin kafaya taksa ne olacaktı ki?

Neyse korkulan olmadı. Çocuk istifra edemedi.

Bu sırada otobüs tırmanışını sürdürüyordu.

Az sonra eskiden Çukur diye diye bilinen köyün yeni yapıları karşıdan gözükmüştü.

Yol önceleri Tekke köyünün üzerinden Çukur köyünün içinden geçer sonra Kazık beline doğru tırmanırdı.

O yıllar yollar çok virajlıydı… Çukur köyünün içinden bağçelerin arasından döne döne tırmanırdı araçlar. Aşağıdan viraja yaklaşan olursa yukarıdan gelen aşağıdan gelen aracın virajı alması için beklerdi.

O sırada yaptığı yolculuklar aklından geçiyordu...

Otobüs yukarıdan girip döne döne Çukur içinde inmeye başlayınca veya yukarı doğru ağınca bağların arasında hep sırtında ot çuvalı, henem yanına bir çocuk bağlamış bir köylü kadın veya önüne üç beş koyun kuzu katmış elinde çoban değneği bir adam belirirdi.

Aşağı köyün küçük meydanında hemen karşıda yanında yaşlı bir ağaç olan köy kahvesi gözükürdü.

Özellikle bahar vaya yazın kahvenin önünde bir iki tahta masanın sağına soluna sıralanmış tahta iskemlelerde köylüler oturur, yanlarında mutlaka yeni gelecek kişinin oturacağı tahta iskemleler olurdu. Önlerinde yeni gelmiş veya yarısı içilmiş veya boş çay bardaklarını görürdünüz.

Nedense o sıra kahvede oturanlar inen veya yukarı ağan otobüs veya kamyon gözden kayboluncaya kadar gözleriyle onu izlerdi.

O sıra sanki zaman durmuş gibi bir görüntü oluşurdu.

Değişik zamanlarda bu görüntülerin resmini çekseniz veya görüntüleri kayda alsanız; sanki hep aynı yüzlere rastlayacak gibi olurdunuz.

Erkleklerin veya kadınları yaşı o görüntülerden hiç belli olmazdı. Erkekler genelde esmer kavruk yüzlü, başlarında şapka olur ve hep yavaş hareket eder. kadınların da başında hep sarı bir örtü üzerinde 'ak dastar' denilen beyaz tülbent baş örtüsü olurdu. Sarı yörük işi örtüler bu yöre insanına özgüydü. Erkeklerin tarlaya kıra giderken bu sarı peçeyi şapkanın altına gölgelik olarak yerleştirirdi. Kadınların ayaklarında o yıllar meşhurlaşan sarı, yeşil, mavi lastik ayakkabılar olurdu. Erkekler de genelde kara lastik ayakkabı giyerdi.

Lastik ayakkabılar çok koku yapardı. Yani sizin anlayacağınız yollar, kadın erkek insanlar hep aynı görüntüyü verirdi.

Bu yollar ve virajlar eşeklerin yol mühendisliği yaptığı yıllarda yapılmıştı. Onun için böyle dönemeçli ve arazi yapısına tam uygun olurdu.

‘Eşeğin yol mühendisliği yaptığı yıllar’ sözcüğü gençlere yadırgadıcı gelebilir; ama gerçektir.

Özellikle DP iktidara geldikten sonra ‘Tren demir yolu komünist işi’ denip Marşal yardımıyla birlikte kamyon otobüs ithalatı hız kazanınca yol gereksinimi doğmuş ‘o yıllar mühendislik eğitimi sanırım tam cevap veremediğinden’ yol yapımında eski usule bağlı kalınmış; yani eşeklerin sırtına bir direk bağlayıp eşeğin özellikle engebeli arazide sırığa çizdirdiği çizgi yol güzergahı kabul edimişti.

Bizim adam eşeklerin yol mühendisliği yaptığını yetmişlerin başında Başkale’nin Heretis köyünde öğretmenlik yapan kardeşine ziyarete gittiği sırada ilk orada öğrenmişti.

O köyde Mahmut Ağa vardı. Ertuş Aşiretinin Türkiye’deki kalanlarının aşiret reisiymiş. Heretis köyü de o aşiretin başkenti gibi bir şeymiş.

O sıra öğrenmişti bizimki bunları. Kardeşiyle Mamut ağanın ziyaretine gittiğinde Mahmut Ağa anlatmıştı Menderes’e Van’da nasıl elini öptürdüğünü. “Bu geldiğiniz yolu o zamanlar ben açtırdım” demiş sonra gülerek “o zamanlar mühendiz mi var? Yolu eşeklere çizdirirlerdi. Mübarek hayvan nedense hep kuzeye bakan sırtta gitmiş. O yüzden bizim yollar kar yağdı mı kapanır” diye açıklamıştı.

O yıllarda asvalt yol yok gibi bir şeydi. Örneğin Erzurum’dan Van’a giden yol yer yer ‘şose’ denilen kara yoluydu. Van Hakkari arsı hepten ‘şoseydi’.

O yıllar böyle gidişli gelişli yol da yok gibi bir şeydi. Şimdi gittikleri yol da o yıllar ‘şoseydi’. Köylüler ‘şose’ diyemez ‘süse’ derdi. Ama o ‘şose’ yol da ancak büyük şehirler ve kasabalar arasında olurdu. Köy yolları 'keçi yolu' denen patika yoldu. O patika yolu olmayan çok köy vardı. Bu nedenle ‘şoseye çıktın mı?’ medeniyete kavuşmuş gibi olurdun.

Nereden nereye? Bin dokuz yüz yetmişlerin başında yaşadığı bir anekdot bizimkinin aklından neler geçiyordu neler.

Sanırım bu da insan beyninin gücünü kapasitesini gösteriyor. En mükemmel bilgisayarları yapıp en mükemmel programları yükle; ama onlar yine bazen basit bir insan beynin yanında pek ala aciz kalabilir.

Bizimki bir şey olunca “internete bak” diyen veya “bu projeyi bilgisayar çözdü” diye şişinen oldu mu?´oldu mu çok kızar insan beyninin mükemmelliğini savunur hep.

Şimdi de aklından benzeri düşünceler geçerken otobüs Çukur köyünün ‘şimdi adı Cankurtaran olmuş’ altından tırmanmaya devam ediyordu. (devam edecek)
 

 

 
Toplam blog
: 182
: 232
Kayıt tarihi
: 12.02.13
 
 

Sanat Enstitüsü yapı bölümünden 1967 yılında Denizli'den mezun oldum. Buca Mimar Mühendislik Özel..