Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Aralık '07

 
Kategori
Öykü
 

Otobya-3

Otobya-3
 

(Önce "Otobya" ve "Muallakta" başlıklı yazıların okunması önerilir. Linkler aşağıda verilmiştir)
Adamla diyalogumuz kuru bir süngerin çevresindeki sıvıyı kendine çekip emmesi gibi diğer konuşanların seslerini bastırmış, kısa süreli bir sessizliğe yol açmıştı. Gözler üzerimize çevrilmiş, bu geçici sessizlikte ikimiz sahnedeki oyuncular gibi ilgi odağı haline gelmiştik ki, bu benim o anda en istemediğim şeydi. Çünkü durum hakkında ötekilerden farklı ve fazla en ufak bir fikrim, felakete sürüklenen bir topluluğa kılavuzluk ya da akıl hocalığı edecek benzer bir deneyimim yoktu. Sadece rüya görüp görmediğimi düşünüyor, kimseye fark ettirmeden bacağımı çimdikliyor, arada bir de gözlerimi kapayıp açıyordum. Bazen buna benzer, hatta bundan da tuhaf rüyalar görürdüm. Kırk yıl düşünsem aklıma gelmeyecek kişilerle, çeşitli maceralar yaşadığım, çok saçma ama aynı zamanda çok da komik rüyalar görürdüm. Bir keresinde eski Amerikan başkanlarından biriyle Anadolu’da bir köy kahvesinde kumar oynuyordum. Hep kaybediyordum; cebimdeki son parayı ortaya koyduğum oyunu da kaybetmek üzereydim. Oyunu kazanmak için hile yapıp kâğıt değiştirmeye çalışıyordum. Ancak etrafımızda oturmuş oyunumuzu seyreden köylüler meğerse başkanın ajanıymış. Bacaklarımın arasına sakladığım kâğıdı çıkarırken o ajanlar beni yakalıyorlar ve ceza olarak bir mekiğe bindirip uzaya yolluyorlar. Benimse o anda tek tepkim, görevlilere, “sistemleri iyi kontrol ettiniz mi, patlamasın bu” diye bağırmak! Neyse ki tam mekiğin ateşlendiği, benim korkumun da doruk noktasına çıktığı anda ter içinde uyandım!

Kalın bir sis tabakası, belki de bir bulut içinde asılı kalmış bir otobüste bulunuşumun da o türden bir rüya olması için bildiğim tek duayı birkaç defa içimden okudum. Etrafımı dikkatle tekrar tekrar gözden geçirdim. Sabahtan bu yana yaptıklarımı, öğlen yediğim yemeği, telefon konuşmalarımı hatırlamaya çalıştım. Nerdeyse bütün ayrıntılar aklımdaydı. Yanımda oturan gençlere baktım. Çevremdeki her şey yaşadıklarımızın bir rüya olmadığını, ancak rüyadan daha inanılmaz bir durum olduğuna işaret ediyordu.

Patavatsız adamla konuşmamız bitince içerdeki gürültü yeniden artmaya başladı. Ağlayan kadınların ilk andaki feryatları biraz azalmıştı. Öncekine göre biraz daha yavaş sesle ama hiç susmayacakmış gibi kararlılıkla gözyaşı dökmeyi sürdürüyorlardı. Aşağı düşenlerdan dolayı sayımız eksilmişti. Ayakta yolculuk edenler otobüsün taban döşemesi üzerinde kendilerine birer yer bulup oturmuşlardı. Kapı basamakları iyi bir oturma yeriydi ama sanki kapılar aniden kendiliğinden açılacak ve birkaç kişi daha aşağı uçacakmış gibi herkes oradan uzak duruyordu. Saatime baktım; neyse ki o çalışıyordu. Otobüse bindiğimiz anın üzerinden yaklaşık iki buçuk saat geçmişti.

Bu durum ne kadar sürecekti? Bizim için zaman durmuş gibiydi ama vücutlarımızdaki biyolojik süreçler devam edecekti. İçerdekilerin sayısını kabaca tespit etmeye çalıştım. Zaten hafiften sayma takıntım vardı. Banyo yaparken saçımı mutlaka iki defa şampuanlamaya, vücudumu en az iki defa sabunlamaya dikkat ederdim. Böyle yolculuk yaparken içerdeki yolcuları, yol kenarındaki binaları, binaların kat sayısını, pencereleri falan saptamaya çalışırdım. On beşi ayakta, otuzu da koltuklarda toplam kırk beş kişiydik. Ayrıca, bu kırk beş kişinin on sekizi kadın, yirmi yedisi de erkekti. Birazdan susayıp acıkacaktık. Yanı sıra çalışkan bağırsaklarımız ve böbreklerimiz işin kendilerine ait bölümünü beceriyle tamamlayıp vücuttan atılması gereken malzemeleri çıkış noktalarına doğru göndereceklerdi. Bu da epey büyük tuvalet sorunu anlamına geliyordu. Kızların en küçüğü bile büluğ çağını geçmişti. İçlerinde belki menapoz dönemine girmiş olabilecek birkaçını saymazsak geri kalanların en azından birkaçının o anda adet döneminde olması muhtemeldi. Onların pedlerini değiştirmeleri gerekecekti. İlaç kullananların ilaç alma saati gelecekti. Şekeri yüksek olanların, mide hastalarının öğünleri gecikmemeliydi.

Örneğin benim gereğinden fazla asit salgılamaya meraklı, bu yüzden de kendi kendini yakıp kavuran midem kazınmaya başlamıştı bile. Yanımda da küçük bir paket fıstıktan başka yiyecek adına hiçbir şey yoktu. Kucağımdaki sırt çantamda da güya o akşam evde içmeye hazırlandığım dört kutu yüksek alkollü bira vardı bir de... Kadınların çantalarında, bazı erkeklerin ellerindeki naylon torbalarda belki yiyecek bir şeyler bulunabilirdi. Şehir merkezindeki süpermarketlerin kampanyalı satışlarından yararlanmak için genellikle oralardan alışveriş yapardık çoğumuz. O yüzden çoğu yolcunun yanında gıda malzemesi bulunması şaşılacak bir şey sayılmazdı. Bunları paylaşarak geceyi geçirebilirdik. Mevsimin kış, havanın da epey soğuk olmasından dolayı susuzluğa da nispeten uzunca bir süre dayanabilirdik. En büyük sorunu bağırsaklar çıkaracak gibiydi. Büyük ihtiyaçlar bir yana, hareketsizlikten ve uzun süre tuvalete gidememekten dolayı bağırsaklarımız gaz yapacak, hepimiz güya ötekilere fark ettirmeden bu fazlalıklardan kurtulmanın yollarını arayacak ve yerimizde sağa sola döner gibi yapıp yavaşça koyvermeye başlayacaktık. Tabii yüzümüze o anda ciddi bir iş yapar gibi bir ifade yerleştirmeyi de ihmal etmeyecektik. Bu faaliyetlerimiz de şimdiden kötüleşmeye başlamış olan içerdeki havayı iyice bozacaktı. Kapıları açmaya korkuyorduk, zaten camların üzerindeki küçük pencerelerden içeri gelen hava da pek oksijen dolu sayılmazdı. Yapış yapış, soğuk, daha önce hiç karşılaşmadığımız tuhaf kokulu bir hava sızıyordu camlardan. Bir süre sonra otobüsün yakıtı bitecekti. Lambalar kararacak, kaloriferler sönecekti.

Sonrası? Sonrası bilinmezlikti... Önümüzdeki en geç bir-iki gün içinde bir mucize olup da etrafımızdaki sis çekilip kendimizi yeryüzünün herhangi bir yerinde, ama havada asılı değil karada bulmazsak -deniz üstünde olmaya bile razıydık elbette!- havasızlık, susuzluk ya da en iyi ihtimalle açlıktan ölecektik. Hatta belki hayatta kalmak için birbirimizi yemeyi bile göze alacaktık. Bu ihtimale karşı hem yamyam bir katil olmama hem de ölmemenin en uygun yolu aramızdan biri ya da birilerinin kalp krizinden ölmesi, geri kalanların da en azından bir süre onu eşit biçimde paylaşıp yemesi olacaktı. Tabii onu düzenli biçimde kesip biçmek gerekecekti. Kimsenin yanında çakı, bıçak gibi kesici bir alet yoksa çantamdaki alüminyum bira kutularının bu işe yarayabileceği geldi aklıma. İçerdekileri tek tek süzüp kalp krizi geçirmeye en yakın adayları saptamaya çalıştım. Elli yaşın üstünde, göbekli, kel ve boy-kitle endeksi bozuk erkeklerde bu olasılık daha fazlaydı. Ayrıca ailesinde kalp krizinden ölüm vakası olanlar da bu kapsama giriyordu ama şu anda insanlara bunu soramazdım tabii... Gözüme birkaç kişiyi kestirdim. Ama bu durumda pek leziz olmayan bir et olacaktı yediğimiz!

Aslında birazcık yaştan kurtarmasam ben de adaylar arasında sayılabilirdim. Kader arkadaşlarımın hem de kendim satın aldığım bira kutularıyla vücudumu parçalayıp yemelerini gözümün önüne getirdim. Sonra böyle kötü düşüncelerin zihnime üşüştüğü anlarda hep yaptığım gibi kafamı hızla sallayıp bunları aklımdan uzaklaştırmaya çalıştım. Büyük ihtimalle o zamana kadar kimse kalp krizi geçirmezdi. Biz de böyle bir şey yapmak zorunda kalırsak belki de kura çekerdik. En adaletlisi bu gibi görünüyordu, ama kuralarda da şansımın pek yaver gitmediği geldi aklıma bu defa... “Amaan ne olursa olsun” dedim, içimden. Barry Collins’in yazdığı tiyatro oyununu hatırladım. “Yargı” adlı oyunda İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarında Almanlar tutsak aldıkları yedi Sovyet askerini susuz yiyeceksiz çırılçıplak biçimde bir hücreye kapatır, Sovyet ordusunun yaklaşması üzerine de onları orada öylece bırakıp kaçarlar. Yedi asker orada unutulur. Sonunda susuzluk ve açlıktan tümünün öleceği kesindir. Aralarında kura çekip kaybedeni yemeye başlarlar. Kurtarıldıklarında sadece ikisi sağ kalmıştır.

Bizim sonumuz da onlar gibi mi olacaktı? Durumumuzun bütün vahametine rağmen otobüste tanışıp ilişkileri artık arkadaşlık düzeyini bile aşmış olan yanımdaki kızla oğlana yan gözle baktım. Oğlan biraz da felaket fırsatçılığı yapıp korkudan titreyen kıza iyice sarılmış, hatta sol kolunu beline dolayıp kızın bir memesini de avuçlamıştı. Anlaşılan o ki, kurtulursak burdan sevgili olarak çıkacaklardı. “İnşallah onları yemek zorunda kalmam” dedim içimden.

<ı>(Sürecek)
.................

Birinci bölüm için: http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=81631

İkinci bölüm için: ttp://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=82536

 
Toplam blog
: 431
: 3853
Kayıt tarihi
: 30.06.06
 
 

Anahtar kelimeler: Antep, İstanbul, Haziran, İkizler, Beşiktaş, MÜ İletişim Fakültesi, Gazetecilik. ..