Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Aralık '07

 
Kategori
Öykü
 

Otobya

Otobya
 

Trafik her sabah ve her akşam olduğu gibi yine tıkanmıştı. İki yanı bitişik nizamda inşa edilmiş yüksek binalarla çevrili caddedeki her şey insana bir kapatılmışlık duygusu veriyordu. İlerlemeyen trafik, yürümeyi imkânsızlaştıran dar, kötü döşenmiş, çukurlu, yer yer taşları kalkmış, kalabalık kaldırımlar, gökyüzüne uzanan yüksek binalar, binaların cephe duvarlarını kaplamış reklam panoları, birbiri ardına sonsuz bir zincir halinde dizilmiş otomobiller, otobüsler... Araçların içindeki sürücü ve yolcular ve duraktakiler tehlikeli bir sabırla yolun açılmasını, öndeki aracın ilerlemesini, kendilerini evlerine ulaştıracak otobüslerin gelmesini bekliyorlardı. Yürüyerek bir yerlere ulaşmaya çalışanlar ise kalabalıktan birbirlerine çarpıyor, kaldırımdaki çukurlara düşüp sendeliyor, yerinden oynamış bir taşın üstüne basıp paçalarına çamur sıçratıyor, yolun ortasına bırakılmış bir tabelayla yüz yüze geliyor, bir seyyar satıcı tezgâhının etrafından dolaşmak, kaldırıma park edilmiş bir arabadan sıyrılmak için yolun ortasına inmek zorunda kalıyorlar, bütün bunlar da onları her adımda biraz daha gerilen bir yaya döndürüyordu.

Erken inen karanlık, akşamları daha da yoğunlaşan duman ve sisle birleşip gökyüzünü kapattığı zaman şehir, başı sonu, girişi ve çıkışı olmayan bir labirente dönüyordu. Sonsuz kıvrımlarla iç içe geçmiş kapalı bir borular sistemi... Akşamları sistemin kenarlarına doğru -evlerine- gidiyorlar sabahları ise tekrar merkeze -işyerlerine- dönüyorlardı. Bu gidiş-dönüş, burdaki hayatın temel bileşenlerinden biriydi. Bunun için yollar, katlı kavşaklar, alt-üst geçitler, eğim farkını yok etmek için tepeleri bir birine bağlayan viyadükler, tüneller, iki kıyı arasında devasa köprüler ve yeraltı yolları yapmışlar, bu yolları arabalarla, trenlerle doldurmuşlardı. Ama yollar ve yollardaki taşıtlar arttıkça bir yerden bir yere ulaşmak daha da güçleşmişti. İnsanlar kendilerine kendi elleriyle dev bir kafes inşa etmişlerdi.

Bir saattir otobüs bekliyordum. Sonu gelmeyen araç zinciri yerinden hiç kıpırdamıyor gibiydi. Motor homurtuları, egsoz gürültüleri, arada sabırsız sürücülerin hiçbir işe yaramayacağını bildikleri halde sırf sıkıntıdan bastıkları korna sesleri ve hastalara yetişemeyen ambulansların sirenleri birbirine karışıp korkunç bir uğultu halinde yükseliyordu. Hafiften kar atıştırmaya başlamıştı. Kar, görüş mesafesini iyice azaltmış böylece caddenin bildik kasvetini daha da arttırmıştı.

Her gün bindiğim eski model, motoru ağır ve yorgun bir gürültüyle çalışan, içinin aydınlatması yetersiz körüklü otobüsüm bir türlü gelmedi. Bir saati aşan bir bekleyişten sonra onun yerine yeni, pırıl pırıl bir otobüs yanaştı durağa. Bindik. Şoför ve biletçi yolcuları gülümseyerek karşılıyordu. Biz, o hattın müdavimi yolcular için pek alışıldık bir görüntü değildi bu. Normalde şoförlerimiz sabah evlerinden yüksek bir moralle çıkmış olsalar bile akşama kadar trafik çilesi ve anlayışsız yolcularla girdikleri tartışmalar yüzünden kederden simsiyah kesilmiş donuk bir suratla otururlardı direksiyon başında. Nihayet güler yüzlü bir sürücü görmek iyimserlikle doldurmuştu içimi. En arkaya geçip sağ tarafta cam kenarında bir koltuğa oturdum. Her günkünden de uzun bir yolculuk olacağı daha şimdiden belliydi. Ama otobüsün için sıcak ve aydınlıktı. Yanımda kitabım da vardı. Trafiği, gürültüyü, yolu unutup kitabımı okuyabilirdim. Kafka’nın fantastik öykülerinin toplandığı “Akbaba”sını açtım.

Otobüs ağır ağır ilerliyor, içerisi her durakta biraz daha kalabalıklaşıyordu. Kitaba dalıp gitmiştim. Yolun neresinde olduğumuzu anlamayayım diye etrafa hiç bakmıyordum. Böyle yaparsam sanki daha çabuk gidecekmişiz gibi gelirdi. Dışarı bakıp dakikalar geçtiği halde hâlâ yerimizde saydığımızı görmek istemiyordum. Kitaba iyice gömülüp dünyayla ilişkimi mümkün olduğunca azaltmaya çalıştım.

Epey bir süre geçmişti. Kitabı nerdeyse bitirmeye gelmiştim. Gözlerimi dinlendirmek için kitaptan kafamı biraz kaldırıp öteki yolcuları şöyle bir gözden geçirdim. En arkadaki koltuğum motor üstünde, öndekilerden biraz daha yüksekteydi. Böylece otobüsün içini rahatlıkla görebiliyordum. Hatta en öndeki şoförü ve biletçiyi bile. Yolcuların çoğu aşina yüzlerdi. Sekreter ya da muhasebeci kızlar, üniversite giriş sınavına hazırlanan dersane öğrencileri, zengin evlerine temizliğe giden başörtülü, elleri nasırlı, yorgun gündelikçi kadınlar, maaşları yetmediği için yeniden çalışmaya başlayan emekliler, özel güvenlik görevlileri, yüzlerine kesilen kumaşların tozu ve rengi sinmiş solgun tenli tekstil işçileri, merkezdeki büyük hastanelere tedaviye gelmiş hastalar... İsimlerimizi bilmesek de çoğuyla selamlaşır, hatta durakta beklerken bazen birkaç cümlelik ufak tefek sohbetler yapardık. “Korkunç bir trafik var”, “iki saatir bekliyorum hâlâ otobüs gelmedi”, “ne kadar soğuk” “bugün de ne kadar sıcak!”... Bakışlarımla içeriyi kolaçan ederken iri siyah gözlü, geniş ağızlı bir kızla göz göze geldik. Ağzı dikkatimi çekmesi için yeterliydi zaten.

Otobüsümüzün hareket etmesinin üzerinden yaklaşık iki saat geçmişti. Normalde yolum toplam bir buçuk saat kadar sürerdi ama bugün olağandışı bir yoğunluk vardı. Neyse ki artık trafiğin en yoğun olduğu merkezden biraz uzaklaşmış ve hızlanmaya başlamıştık. Dışarı baktım, kar şiddetini epey arttırmıştı. Gecikmiş bir telaşla yağan kar, aydınlatma direklerinin güçlü lambalarının ışığından geçerken daha da parlayıp beyazdan öte bir renge bürünüyordu. Manzara hoşuma gitti. Alnımı soğuk cama dayayıp bir süre dışarıyı seyrettim. Sonra tekrar kitabıma döndüm. Bir yandan da yanımda oturan genç kız ve oğlanın sohbetine kulak misafiri oluyordum istemeden. Anladığım kadarıyla önceden tanışmıyorlardı. Girişken oğlanın birkaç sorusuyla başlayan zoraki sohbet ilerlemiş, kız başlangıçta kısa, isteksiz cevaplar verirken ilerledikçe daha samimi biçimde katılmaya başlamıştı oğlana. Adım adım bir arkadaşlık, belki de bir aşk filizleniyordu yanımda.

“Akbaba”nın son sayfalarını çevirirken, öne eğilmekten ağrımaya başlayan boynumu dinlendirmek için dairevi hareketlerle sağa sola birkaç tur çevirdim. Bir sözü abartılı biçimde onaylar gibi kaldırıp indirdim. O bahaneyle biraz önce göz göze geldiğim kıza da şöyle bir bakayım dedim. Kız yüzünü başka yana çevirmişti. Ama bu defa dikkatimi başka bir şey çekti. Otobüsün şoförü ve biletçisi şeffaf bir hale gelmişlerdi. Sanki camdan yapılmış gerçek boyutlarda iki maket oturuyordu yerlerinde... Tüm gün ekrana, iki saattir de kitaba bakmaktan dolayı gözlerimin yorulduğunu, bunun da bir illüzyona neden olduğunu sandım. Gözlerimi sımsıkı kapatıp biraz da ovuşturdum. Gözlerimi açıp tekrar baktığımda her şey normale dönecekti. Kendimle bir oyun oynar gibi yavaşça açtım. Hatta önce dışarı bakayım da artık nerede olduğumuzu anlayayım dedim. Baktım ve hiçbir şey göremedim. Ne yol, ne aydınlatma direkleri, ne yerinde olması gereken binalar... Sadece bembeyaz bir “karanlık”. Bir an kör olduğumu sandım. Hemen kafamı otobüsün içine çevirdim. Neyse ki görme yetim yerindeydi; içimden Tanrıya şükrettim. Ama yerinde olmayan iki kişi vardı. Az önce camdan birer yontu gibi duran şoför ve biletçi bu defa tümden kaybolmuştu.

Ama otobüsümüzün motoru çalışıyor, ışıkları ve kaloriferleri yanıyor ve aynı düzenli hızla yol alıyordu. Daha doğrusu yol aldığını sanıyordum. Yanımda sohbeti epey ilerletmiş gençlere dönüp, “Şoförü ve biletçiyi görebiliyor musunuz?” diye sordum. Gençlerden, “evet" diye bir cevap alıp gözlerimin iki buçuk numara gözlükle bile iyi görmemesinden dolayı mahçup olmaya razıydım. Oğlan şoför mahalline bir süre dikkatle baktıktan sonra “hayır” deyip sohbetine döndü kayıtsızca. Daha ben gördüğüm şeyin bir illüzyon olmadığını anlayıp o "hayır"ın endişesine düşmeden oğlan ilk anda gayet normal bir şeymiş gibi söylediği lafın farkına varıp, “dur ya, ama nasıl olur!” dedi bu defa...

Soruma ve oğlanın cevabına kız da ilgiyle kulak kabartmıştı; o da ileriye doğru inanmaz gözlerle ve sanki daha iyi görmesini sağlayacakmış gibi gözlerini hızlı hızlı kırpıştırarak baktı ve olanca sesiyle bağırdı: “Ya, bu otobüsün şoförü nerde?” Birden herkesin gözü şoför koltuğuna yöneldi. Sonra da otobüsteki herkesin ağzından aynı kısa cümle döküldü “şoför yok, şoför yok!”

Şoförün ve biletçinin yokluğunun dışında otobüste her şey normal gibi görünüyordu. Ama nerede olduğumuzu öğrenmek isteyip dışarı bakan herkes benim gördüğüm beyaz karanlıkla karşılaşıyordu. Mizah yeteneği gelişmiş öğrencilerden biri “galiba öte dünyaya gidiyoruz” diye şaka yaptı arkadaşına. Kimse gülmedi. İçerde yavaştan, merak, şaşkınlık ve korku dolu fısıldaşmalardan oluşan bir uğultu yayılmaya başladı.

<ı>(Sürecek)

İkinci bölüm için: http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=82536


Foto: http://www.landscapedvd.com/desktops/images/snowdune1280x1024ls.jpg

 
Toplam blog
: 431
: 3853
Kayıt tarihi
: 30.06.06
 
 

Anahtar kelimeler: Antep, İstanbul, Haziran, İkizler, Beşiktaş, MÜ İletişim Fakültesi, Gazetecilik. ..