Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Nisan '10

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Otostopçunun Kuzey İsrail Rehberi

Otostopçunun Kuzey İsrail Rehberi
 

Rosh Hanikra mağaraları ve mavi-yeşil Akdeniz...


Birinci Bölüm

Kocam birikmiş fazla mesaisini izine çevirip, hafta sonumuza Pazartesi’yi de ilave edince, kurtlu peynirler gibi kaynaşmaya başladık;

“Bir yerlere gidelim mi?”
“Gidelim.”
“Nereye?”
“Kuzeye.”
“Peki.”

İtiraf ediyorum, bütün evli çiftler gibi bizim de; “Çöpü kim çıkaracak?”, “Çayı kim koyacak?”, “Kimin annesi daha güzel?” gibi bazı hayati konularda anlaşamayıp, birbirimizi yiyerek bitirmeye çalıştığımız durumlar oluyor. Eh, pembe dizi kahramanı değiliz neticede. Ve fakat küçük koalisyonumuzun her zaman ve koşulsuz uyum içinde çalışabildiği bir alan var: Gezi hazırlıkları.

“Mariya-Konçita, haritayı buldun mu sevgilim?”
“Evet Luiz-Alberto, küçük sırt çantasına koydum hayatım.”
“Ne kadar mutluyuz değil mi bebeğim?”
“İçimden şarkı söylemek bile geliyor aşkım.”

Efendim, hazır bademler çiçek açar, Katyuşa’lar da uçmazken, uzun zamandır isteyip de bir türlü denk getiremediğimiz “Kuzey İsrail Turu”nu yapmaya karar verdik. Cumartesi sabahı, Akdeniz’i solumuza alıp, Hayfa yolunu takip ederek kuzeye, daha kuzeye, en kuzeye, Rosh Hanikra’ya kadar gittik. Hani “Tut! - masalardı", Lübnan’a geçiverecektik.

İsrail-Lübnan sınırındaki Rosh Hanikra, hem doğal yapısı, hem de tarihi özelliği nedeniyle ilginç bir yer. Burada dağ, denize dik iniyor. Deniz suyu, binlerce yıl boyunca dağın yüzünü aşındırarak, muhteşem mağaralar oluşturmuş. Bu mağaraları gezmek için, yaklaşık 60 metre yüksekliğindeki bir yardan aşağıya, deniz seviyesine inmek, onun için de teleferiğe binmek gerekiyor.

Biz de öyle yaptık.

Oyuncak görünümlü teleferiğe binip, başımıza bir iş gelmemesini ümit ederek, yaklaşık bir dakikada aşağıya indik. Hemen mağaralardan birine daldık. Zemin ıslak ve çok kaygan olduğundan, duvar kenarlarına tutunabileceğimiz metal çubuklar yerleştirilmişti. Çömleği kırmamak için dikkatli dikkatli yürüyerek, mağaranın içindeki ilk havuzcuğa ulaştık. Suyun mavi-yeşil rengi, Batı Akdeniz ve Ege koylarından tanıdığımız güzellikteydi. Çok hafif rüzgârlı, pırıl pırıl bir yaz gününde bile, dalgaların vahşi sesi mağaranın içinde yankılanıyordu.

“Vay canına, bunu bir de kışın fırtınalı havada görmek gerek.” dedim kocama.
“Çizme, yağmurluk falan giymek lazım o zaman.” dedi o da.

Gerçekten de içerilere doğru ilerledikçe, bazı geçitlerin zaman zaman su altında kaldığını gördük. O anda aklıma, aydınlatma için kullanılan elektrik hatlarının ne kadar güvenli olduğu sorusu düştü, ama sorumu dillendirmedim. İlginç açılarla kıvrılan yolu takip edip, pırıl pırıl havuzcuklarda yüzmenin nasıl bir duygu olacağını hayal ederek mağaradan dışarıya çıktık.

Biraz yürüyerek, iki insan yapısı tünelin tam ortasında, bir köprünün olması gereken noktaya vardık.

“Hoppala, ne köprüsü yahu?” dediğinizi duyar gibi oluyorum.

İngiliz Mandası yıllarında İngilizler, Fransız kontrolündeki Trablus’u, kendi kontrollerindeki Hayfa’ya bağlamak için Rosh Hanikra’daki kayanın içinden geçen bir demiryolu inşa etmişler. Her iki taraftaki tüneller, bir köprüyle birbirine bağlanmış ve bu hat 1943-1948 yılları arasında yoğun olarak kullanılmış. 1948 Mart’ında, Arap-İsrail Savaşı sırasında, İsrail’liler bölgeye Lübnan’dan asker ve silah sızmasını önlemek amacıyla köprüyü havaya uçurmuşlar. Bugün İsrail tarafındaki tünel açık, Lübnan tarafına doğru ilerleyen tünel ise, doğal olarak bir noktadan sonra kapalı. Burada Rosh Hanikra’nın tarihi ve doğası ile ilgili yaklaşık 15 dakikalık bir film gösteriliyor.

Filmi seyrettikten sonra, bütün turistler gibi biz de, kapalı olan sınır kapısının orada, üzerinde “Kudüs 205 - Beyrut 120” yazan bir duvarın önünde fotoğraflar çektirdik. Henüz gitme fırsatını bulamadığımız Beyrut’a bir-bir buçuk saat mesafede olduğumuzu düşünüp, homur homur homurdandım.

İşimiz bitince arabaya atlayıp, Montfort Kalesi’ne doğru yola çıktık. 1226’da Fransızlar tarafından inşa edilip, bilahare Alman Şövalyeleri’ne satılan ve 1271’de Memlukler tarafından zaptedilen kaleye ulaşmak için zorlu bir doğa yürüyüşü yapmamız gerekeceğini henüz bilmiyorduk.

Kalenin içinde bulunduğu Goren Milli Parkı’na vardığımızda, arabayı otoparka bırakıp, gölgelikte duran minibüs-büfeden içecek birşeyler aldık. Kocam, büfedeki genç adama;

“Kaleye nasıl ulaşabiliriz?” diye sordu. Genç adam;
“İleride, tepeden aşağıya doğru giden yolu takip edin, işaretler sizi oraya götürür.” dedi.

Teşekkür edip, gösterdiği istikamette yürümeye başladık. Patikadaki taşların boyutları gittikçe büyüyüp, spor ayakkabılarımızın altından ayaklarımıza batmaya başlayınca, sağlam yürüyüş ayakkabılarımızın arabanın bagajında kuzu kuzu yattığını hatırladık. Geri dönmek için çok geçti. Bileklerimizi burkup, bir sakatlık çıkarmamak için azami dikkati göstererek, zorlu parkurda atlaya zıplaya yolumuza devam ettik.

Kaleye ulaştığımızda, kan ter içinde ve nefes nefeseydik. Ve fakat geldiğimize değmişti, zira etrafımızdaki manzara tek kelimeyle muhteşemdi.

Montfort, ya da Almanların verdiği adıyla Starkenburg (*), Kziv vadisinden 180 metre yukarıda, aşağıdaki sık ormanın brokoli tarlası gibi göründüğü bir yükseklikte, bildiğimiz kartal yuvası. Kaleden geriye pek fazla birşey kalmamış olsa da, tepesinde dururken, “Gölgelerin gücü adına!” diye bağırasınız geliyor.

Dönüş yolunda karşılaştığımız bir ailenin genç kızı, kıpkırmızı suratlarımıza bakınca Kziv nehrine kadar indiğimizi düşünmüş olacaktı ki, nehirde su olup olmadığını sordu. Ben, nehre inmediğimizi söylerken, “Yok...” deyince, kızın annesi başını duymadığı ve haliyle yanlış anladığı konuşmaya dalarak;

“Suyunuz mu yok?” dedi, telaşla. “Buyurun lütfen, buradan alın...”

Kadına teşekkür edip, şişemizi göstererek suyumuz olduğunu da ispat ettikten sonra, gülerek vedalaştık. Biraz uzaklaştıktan sonra kocama;

“Fark ettin mi?” diye sordum, “Suyunuz yoksa, buradan buyurun.”
“Fark ettim tabii.” dedi kocam.
“Çok hoş, değil mi?”
“Evet.”

Otoparka vardığımızda, bacaklarımız titriyordu. Minibüs-büfeden soğuk birşeyler alıp, bulduğumuz ilk taşın üstüne tünedik. Biraz dinlendikten sonra, günün son durağı olan, otelimizin bulunduğu Kibbutz Hagoshrim’e doğru yola çıktık.

Lübnan sınırına paralel ilerlerken, bir yılan gibi kıvrılan, tırmanan, inen yolun iki yanındaki sık, ulu ve yemyeşil ağaçlar, Güney İsrail’in çorak görüntüsüne alışkın gözlerimiz için tam bir ziyafetti. Klimayı kapatıp, camları açarak, tertemiz havayı ciğerlerimize çektik.

“Ne güzelmiş buralar.” dedim kocama.
“İnanılmaz, sanki Thüringen’de bir orman yolundayız.” dedi kocam. “Bundan böyle Tel Aviv’den bunaldıkça buralara kaçarız.”
“Bana uyar.” dedim gülerek, “Yalnız o vakit her hafta sonu kaçmamız lazım.”

Tadını çıkara çıkara yaptığımız nefis bir yolculuktan sonra, Galile Gölü’nün kuzeyindeki en büyük yerleşim birimlerinden biri olan ve sık sık Lübnan’dan gönderilen roketlerle vurulan Kiryat Shmona’ya ulaştık.

“Kiryat Shmona.” diye mırıldandım kendi kendime.
“Ha?” dedi kocam.
“Bu ismi ne zaman duysam, beynimdeki pikapta “My Sharona” (**) çalmaya başlıyor.”
“Ne?”
“Hani şu şarkı var ya, “My-my-my, my Sharona...” diye giden.
“Ne alaka?”
“Ne bileyim. Kiryaaat Shmona...”
“Ahahaha...”

Kiryat Shmona’da hiç durmadan, doğrudan Hagoshrim yoluna saptık. Birkaç dakika sonra kibbutz içinde bulunan otelimize varmıştık.

Sanırım burada bir mola verip, kibbutz’un ne olduğunu anlatmam lazım. Efendim, kibbutz bir toplu yaşam birimi/biçimi. Geçmişi İsrail devletinin kurulmasından 40 sene kadar öncesine dayanıyor. O zamanlar çoğunlukla Doğu Avrupa’dan buralara göçen ilk gruplar, toprağı ekip biçmek ve ülkeyi yaşanır hale getirmek için kolları sıvamışlar. Herkes, elinden ne iş geliyorsa onu yapıp, karşılığını da eşit olarak paylaşmış. Anafikri işi ve aşı eşit paylaşmak olan sosyalist bir ideal kibbutz. Tüm üyeleri eşit haklara sahip ve dolayısıyla topluluğu ilgilendiren tüm kararlar ortak alınıyor. Bugün İsrail’de 270 civarında kibbutz var. Geçen zaman zarfında, tarımsal üretim yapmalarının yanısıra, bölgesel endüstriler kurmuş, yeni üretim alanları ve gelir kaynakları yaratmışlar. İşte bunlardan biri de turizm. Doğayla barışık, konforlu konaklama tesislerinde, kâğıt üstünde bol yıldızlı, gerçekte sefil şehir otellerinden kat kat daha iyi hizmet veriyorlar.

Yüzünde kocaman bir gülümsemeyle şipşak kaydımızı yapıp, daha önceden hazırladığı anahtarları elimize tutuşturan genç bir kızın görev yaptığı resepsiyondan ayrılıp, tertemiz, bakımlı, çiçekler ve heykellerle bezeli bahçeden geçerek, odamızın bulunduğu binaya girdik. Eşyalarımızı bırakıp, birşeyler yemek üzere dışarı çıktık. Otelin hemen dışında, ama yine kibbutz sınırları içinde bir lokanta bulduk. Bahçesinin orta yerinden incecik bir dere akan lokantada, biyoteknoloji öğrencisi olduğunu bilahare öğrendiğimiz genç garsonumuzla sohbet ederek, nefis bir yemek yedik.

Yemek bitip, arkamıza yaslandığımızda, ne kadar yorgun olduğumuzun farkına vardık. Kocamın da, benim de gözkapaklarımız düşüyordu.

Direnmenin anlamı yoktu.

Odamıza dönüp, yorgunluktan bayıldık.

(Devam edecek...)

(*) Fransızca bilmiyorum ama iki isim de sanırım üç aşağı beş yukarı aynı anlama geliyor.

(**) İşte bu şarkı: The Knack-My Sharona http://www.youtube.com/watch?v=g1T71PGd-J0

 
Toplam blog
: 81
: 1521
Kayıt tarihi
: 04.07.06
 
 

Kişinin kendini anlatması zor. Her şeyden birazım, her şeyim yarım.   ..