Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Aralık '10

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Oy benim sevdiceğim

Oy benim sevdiceğim
 

Bak evindesin yine... Evde olmanın en güzel yanı insanı güvende hissettirmesi değil mi? Haber bültenlerinde izlediğin görüntüler ne kadar uzağında ve başka bir dünyadanmış gibi geliyor sana... Öğrencilerin yediği dayağı izlerken de tanıdık bir dört duvarın arasında kendini güvende hissediyorsun. Bir yanın öğrencilere karşı yapılan vahşi saldırıya karşı isyan ediyor, sorumlular cezalandırılsın istiyor; bir yanın da o öğrencilerin otoriteye başkaldıran anarşistler olduğunu, oraya zaten olay çıkartmak için gittiklerini düşünüyor. Karmaşık bir ruh halindesin. İnsan olan yanın sivil hayatta bir insanın bir insana, etkisiz hale getirmek için değil zarar vermek amacıyla ve böylesine bir nefret ile, fiziksel şiddet uygulamasına karşı isyan ediyor; birey olan yanın bir devletin kendi vatandaşına layık gördüğü böylesine vahşi bir müdahelenin hiçbir hak ve hukuka girmediğini haykırıyor, ümmet olan yanın ise devlet yetkililerinin yaptığı “konuyu kendi sistemimiz içinde tartışıyoruz” açıklamasından tatminkar, susuyor… Bir yanın düşünüyor, sorguluyor, isyan ediyor; bir yanın ise korkuyor, korktukça siniyor, sindikçe hissizleşiyor, hissizleştikçe boşveriyor. "Hayır" diyen yanın bir türlü gerekli çoğunluğu sağlayamıyor aklının genel seçimlerinde. Yıllarca özenle ve sistemli bir şekilde yoğrulan aklın ve ruhun seni başkalarının sunduğu sonuçlarla yetinen, nedenleri sorgulamayan birine dönüştürmüş. Doğduğun topraklara borçlu olduğun anlatılmış sana. Alacaklına karşı devamlı bir mahçubiyet duyman gerektiği aklına kazınmış. Bu sınırlar içinde dünyaya geldiğin için vatana can, TC kimliği taşıdığın için devlete vergi borcun var denmiş. Çok sonraları, eğer o kadar uzun sure hayatta kalabildiysen, kutsal olarak adledilen vergi borcunun yanı sıra vatana olan borcunun da parayla ödenebildiğini öğrenmişsin. Senden aldığı verginin karşılığında devletin sana verdiği hizmetin ne oranda olduğunu da bilmiyorsun. Yıllarca sigorta primi ödeyip hastane kapılarında sürünüyorsun, parasını senin ödediğin boğaz köprüsünü kendi mallarıymış gibi satışa çıkarıyorlar ses çıkaramıyorsun, sanki halen deprem oluyormuş gibi özel iletişim vergisi ödüyorsun, bir tane evinden emlak vergisi alan devletin pırlanta gibi bir lüks ihtiyaçtan neden vergi almadığını kendine bile sormuyorsun. Mahçubiyet içindesin, ne kadar haksızlığa uğrasan da eninde sonunda kendini hesap verir konumda buluyorsun. İktidar partisi lideri uluslararası bir platformda başka bir dine mensup insanların yaşadığı bir ülkenin başbakanına "katil" yakıştırması yaptığında gönül tellerin titriyor fakat aynı iktidar partisi lideri katil yakıştırması yaptığı kişileri korumaya yönelik füze kalkanı projesinin kendi topraklarında kurulmasına onay verdiğinde maneviyatın incinmiyor. Bastığın yerleri toprak diye geçme tanı, dendiğinde milliyetçi duyguların kabarıyor ama bastığın toprakların altında bir başka ülkeye ait çok sayıda nükleer bombanın saklı tutulduğunu Avustralyalı bir gazetecinin sayesinde öğreniyorsun.

Sana gerçekleri objektif şekilde aktarmakla yükümlü “özgür” Türk gazeteciler gerçekleri eğip bükme becerilerine göre duayen olarak lanse edilip okuduğun gazetenin sayfalarına ve izlediğin televizyonunun ekranına iliştiriliyor; gerçeği en saf haliyle aktarmaya çalışanlar ise hapise ya da toprağın altına kapatılıyor. Bak duayen olarak adlandırılan bir ana haber sunucusunun, muhalefet partisinde yaşanan önemli değişimden beri iyiden iyiye açıkça yaptığı, iktidar yanlısı yayınları izliyoruz birlikte ne zamandır. İktidar partisi lideri ile röportaj yaparken yüzünde gergin ve ciddi bir ifade ile sorular soran duayenin, ana muhalefet partisi lideri karşısında ne kadar gayrı ciddi bir tavır takındığını izlerken dilinden hiç düşürmediği tarafsız gazetecilik ilkesini nasıl çiğnediğini ibretle izliyoruz. Yine bu duayenin yanında yetişen bir başka yazar ve program yapımcısının, programında konuk ettiği İTÜ'lü bir öğretim üyesi Manisa'da polis tarafından işkence gören öğrencilerin amiri olan Hüseyin Çapkın'ın İstanbul Emniyet Müdürü olarak atanmasını eleştirip polisin bu vahşi tavrının nedenlerinin kökeninde bu atamanın yattığını irdelemeye kalktığında nasıl telaşlanıp konuyu kapatmaya çalıştığını görüyoruz. Programlarına konuk ettiği akil adamlar polislerin bu kontrolsüz ve vahşi tavırlarının sebebinin eğitim eksikliği ve ekonomik şartlar olduğunu öne sürerek sanki insancıl bir yaklaşım sergiliyormuş süsü verdikleri konuşmalarında devlet görevlilerinin sivillere uyguladığı şiddeti meşru gösteriyorlar. Verilen alt mesajlar hep devletin maskülen yapısına itaat edilmesi yönünde. Yıllardır her akşam izlediğimiz haber bültenlerinin yarısından fazlasında kaza ve ölüm haberi vermeleri de bir tesadüf değil. Hani 10 senedir dinliyorsun ya “hamdolsun" aşağı "hamdolsun" yukarı... İşte o hamdolsun kültürü her akşam sistemli bir şekilde haline şükretmeni sağlayan o haberler ile besleniyor. Her akşam başkalarının dövüldüğünü, acı çektiğini, yaralandığını, öldüğünü görüp devlete karşı mahçubiyet ile doğmuş bedeninin halen hayatta olduğuna seviniyorsun. Ölümü gösterip, sıtmaya razı etmek diye bir deyim vardır hani, işte o deyimde bile bile sıtma mikrobu enjekte edilen sen oluyorsun... Öyle bir ilüzyon ki bu kendini sanki bundan daha sağlıklı olamazmışsın gibi hissediyorsun. Görüş, muhakeme ve bilinç kaybı yaşıyorsun ve devletin başındakiler ellerinde bu hastalığı iyileştirmeye değil idame ettirmeye yarayan reçeteleri savuruyor sana meydanlarda kurulan kürsülerden. Derin bir hipnoz halindesin. Sana sunulan her reçeteyi sırf yukarıdan, o ulaşılmaz devlet erkanının kürsülerinden savruldu diye, sorgusuz sualsiz kabul ediyorsun. İktidar partisi lideri kürsüden çıkıp "Ellerinde taş, sopa olan öğrenciler ile biz konuşmayız diyor" ve sen polislerin tekmeleyip suratlarına biber gazı boca ettiği öğrencilerin ellerinde gerçekten taş ve sopa vardı zannediyorsun. Ellerinde taş ve sopa olan öğrenciyle konuşmam diyenlerin, elinde silah olan teröristlerin ayağına gidip konuşmaları hiç kafanı karıştırmıyor.

Düşünmek, sorgulamak emek ister çünkü. Sen ise yorgunsun hep… Vücudun, aklın, ruhun yorgun düşmüş ama sen yine de şükrediyorsun. En temel insani haklarından bile, her gün gözüne soktukları daha kötü durumlara düşmemek için, susarak ve tepki göstermeyerek feragat ediyorsun. Öyle bir feragat ki bu, bırak açık açık tepki göstermeyi, seçim zamanı kapalı bir zarfın içinde bile "Hayır" diyemiyorsun... Bak bugün cumhuriyet tarihimizin içinde bir utanç belgesi olarak dikili duran ve içinde devlet görevlilerinin kendi vatandaşlarına karşı gerçekleştirdiği en insanlık dışı işkencelerin ve tecavüzlerin yaşandığı Diyarbakır Cezaevinin tel örgülü duvarlarında asılı duran bez afişlerden birinde “İnsanların namusu kendi vicdanlarıdır” yazar. Evet biliyorum, herkesin yanına kar kaldı yaptıkları, halen kalıyor ve sen izin verdikçe kalmaya devam edecek. Her suçun cezası yok halen bu ülkede, birçok insanlık suçu ve suçu işleyenler kanun ile korunuyor. Sen izin verdikçe devam edecek. Oy benim sevdiceğim, oy… Seni borçlandırarak baskı altında tutanların değil, vicdanının sesini dinleyerek vereceğin bir oy temizleyecek yıllardır anti-demokratik yasalar ve yasaklarla, zorbalıkla, yalanlarla kirlenen namusumuzu...

 
Toplam blog
: 89
: 618
Kayıt tarihi
: 16.12.06
 
 

İlk kitabımı, 'Pal Sokağı Çocukları'nı okuduğumdan beri yazıyorum. Yazmak beni o çocuklar gibi öz..