Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

07 Nisan '14

 
Kategori
Kitap
 

Öykü Sanatı ve Adil Okay’ın “Yolcu” su

Bir  roman, bir öykü; ya da başka bir sanat yapıtı varoluşunu neye borçludur: İnsana, doğaya ve yaşama mı? Doğanın insanın ve yaşamın organik bütünlüğünün estetiksel varoluşuna mı?... Hepsine...

Yaşamı yeniden üretmek, üretirken güzelleşmesine katkı yapmak, katılımcısına  keyif vermek gibi çok yönlü, çok boyutlu “yaşamsal” varlık gerekçesi ve işlevi olan  sanatın son zamanlarda insandan köşe bucak kaçma telaşı, aslında bir biçimde yaşamdan, hatta yaşamın geleceğinden elini eteğini çekmesi anlamına da geliyor. Bireysel, hatta ulusal istencin ötesinde kotarılan evrensel sanat dünyasına pompalanan (ulusal sanat atmosferlerinin de nasiplendiği) bu sonucu; gerçeğin dışındaki kimi savlarla açıklamaya çalışmak da ayrıca hem yaşamın, hem de sanatın teorik ve estetik düzeyde içselleştirilemediğinin kanıtı gibi duran bir başka biçemidir.

Güzelleşmesin diye dünyamız; çirkinleştirerek, yoksullaştırarak, afyonlayıp uyuşturarak, mumyalayıp uyutarak sömürmenin “sanat dışı” biçemi. Nesnel olanın özneldeki görüngüleri de doğal olarak bu denli sevimsiz olacaktır. Yalan söyleyerek, saklayarak, yadsıyarak, ikili oynayarak yazın-sanat dünyasında var olma, varlığını sürdürme telaşı gibi “sanatçı”(!)nın… Örneğin şiiri öyle, söyleşisi böyle olan şairler, öykücüler, romancılar, ressamlar, müzisyenler… Bu “olgu”daki  öznelliğe dikkat çekmek sorumluluğunu duyumsayınca insan kınanır mı acaba? Kınayan bilir. Çünkü böyle giderse  kendi içsel  dinamiklerinden üretemediği için nicel ve nitel vantuzlarını geliştiremeyen yazın ve sanat ürünlerinin zamana ve yaşama tutunabilmesi daha da güçleşecek, yarınlara kalma, klasikleşme şansı olmayacak

Soyutun daha soyutuna soyunmak metafizikten davet istemektir kanımca. Davet alınınca gidilecek yer de bellidir.

Bunu şunun için söyledim: Yazın anlayışları yelpazesinin geniş olması kabul edilebilir bir varsıllığı imler. Ama hepsi bu kadar! Çünkü damıtma işlemi birçok koşulu gereksinir. Soyut, bu koşullardan yalnızca biri olabilir. Bunun böyle olabileceğinin bir nedeni de soyutun belli dönemlere damgasını vuracak kadar yükselen yazın değeri niteliği kazanması ve o süreçlerin yaşama tutunabilme deneyiminden çıkardığı dersler yüzünden   yazın dünyasına yaptığı somut katkılar ve sunduğu değerli bildirilerdir.  Ayrıca sanat yalnızca kendisi için bile olsa bir yanıyla araç, bir yanıyla da amaçtır. Amaç içindeki araç da  estetikle ilgiliyse başka söze gerek yok. Nasılsa güzelliğin nicel birikimi niteliğe dönüşerek daha da güzelleştirecektir kendini (güzelin de güzeli var, öyle ya!) ve dünyamızı...

Adil Okay’ın YOLCU’sunu okuduktan sonra öykücülüğümüzün son yıllarda yitirdiği bazı becerilerini yeniden kazanmaya durduğu gibisinden bir sanrıya kapıldım. Neredeyse güme gidiyordu her şey. Adil Okay’ı abartacağım sanılmasın, onun bu yapıtı öncelikle böyle bir çağrışıma yolladı beni. Bu nedenle  önemsedim.

Öte yandan belli bir estetik düzey tutturmaya çalıştığı öyküler toplamında ve örneğin “Tuhaf Bir Buluşma” başlıklı, tümüyle söyleşiye dayalı, bu bağlamda iyi bir örnek sayılabilecek uzun soluklu öyküsünde aralıklı olarak ve benzer biçimde iki kez yinelenen bu konuşma öykünün estetikle bağını koparmadan, onu ihmal etmeden  yaşamla ve ülkemizin  “yaşam-sanat karşıtı” gerçekleriyle bağını kurarken hiç de kaba toplumcu bir çizgiye düşmediği gibi; sanatsallığın içini doldurarak sanatı(öyküyü) yüceltiyor:

“…düşünüyorum… Neden “O Kadın” sen olmayasın… Aradığım…

- Ne zamandır arıyorsun?

- Üç vakittir…

- Üç darbe mi demek istiyorsun?

- Üç on yıldır…

- Kaç yaşındasın?...”(s.78)

Sevindim de doğrusu. Sebahattin Ali damarı haklı yerine yeniden oturacak gibi. Şiirde nazım, Romanda Yaşar Kemal damarı da... Yadsımanın gizemli görkemi, ne postun, ne de modernizmin yeni fildişi kulelerini kurtaramadı, kurtaramaz da. Çünkü insan neredeyse yaşam orada, yaşam neredeyse sanat oradadır. Korku en fazla cesaret kadar, hile en fazla dürüstlük kadar, kaçış da en fazla geliş kadar olmalıdır yaşamda, bunların fazlası göz çıkarır.

Dilin önemsenmesi birincil malzeme olduğu için yazında amenna, ama nereye kadar dil (beslendiği) bildirinin kaynağından uzak tutulabilir, bu durumda kimle, ne kadarlığına iletişim kurulabilir ki? Sonunda bir gün süreçlerin yüz kızartıcı işlevine de yakalanmak olası. Ama o gün çok geç kalınmış olabilir, son pişmanlık gibi... Dört yanı tutuşturulmuş (sanat-yazın erbabı) bir akrebin “ateşsiz” sanat yapabileceği düşünülebilir mi? Öyle olsa bile sonuçta akrebin ateşle dans şöleni onun kendini zehirlemesiyle sonlanacaktır. Koşulların belirleyiciliğinden habersiz olmak: tutuşanı, tutuşturanı, ya da onların gizli arka planını v.b görmezden gelmek sonucu değiştirmediği gibi, diğer akreplerin yazgısının değişmesine de yaramaz.

Kaynağı yadsımanın alemi yok. Tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer bellidir. Bu bağlamda “öykü öldü, bitti” gibisinden varsayımların nerelerden kaynaklandığına ve yaşamın neresine oturduğuna bakmalıyız. Bunun için de son dönemlerde yazın gündemine düşmeye başlayan “1980, ya da toplumcu yazın” tartışmalarını da hep görüş açımızın içinde tutmalıyız. Kendi adıma, son yıllarda özellikle öykü okumalarımdan zevk alamama sıkıntısı yaşadığımı söylemeliyim. Neredeyse bir “süreç” anlayışı içinde verili koşullardan soyutlanan, o koşulların yaşamını yadsıyan, tam da bu nedenlerle insanın da, doğanın da doğasına ters düşmek pahasına  kimsenin kendini içinde  bulamadığı, bu yüzden olacak hep birbirine benzeyen ve birbirini yineleyen öyküler yazılıyor çünkü. Yaşamda bunalım ve eften püften ayrıntılar da var elbet, ama öyküyü salt bu boğuntularla kurmak, hem yıldırıcı, hem zevksiz, hem de (özellikle yaşamın ve sanatın karşısında) yalınkat... Bu bağlamda  o sav determinik olarak haklı çıkıyor; damağımda öykü tadı kalmayınca, doğrusu öykü benim için de ölmüş olur. Oysa çeşitlenen, çeşitlendikçe ayrıntısı çoğalan, bu yüzden  insana çok daha fazla sayıda oyalayıcılar sunan hız çağının, zaman bilinci ve işlevinin bir getirisi olarak uzun metinler yerine daha kısaları  kabul görmektedir, görmeye de devam edecektir. Belki bu savı roman için söylemek bu bağlamda daha akılcı. Öykü öldü, kavramının içi, ideolojik bir yaklaşımla doldurulmak  istendiğinde (ki bunu savlayanların ieolojiyi sanata sindirerek inceltmek, ya da sanat dünyasındaki gelişmeleri ideolojik ölçütlerle açıklamaya çalışmak gibi bir kaygısının olduğunu sanmıyorum), hani Marx’ın “meta fetişizmi” kavramına yaslanılarak bir açıklama yapılacaksa eğer, pazar ekonomisi koşullarında insanın ve insani duyguların parçalanarak, ufalanarak yok olmasına koşut olarak “yok edilme”nin hedefinde öncelikle şiir olmalı, şiir var. ABD ve Avrupa gibi kapitalist, emperyalist dünyadan şiirin elinin eteğinin hızla çekildiğini biliyoruz.

Hamburg’da üç katlı, bizdeki süpermarketler benzeri büyük bir kitabevinde şiiri sorduktan sonra  “orada, üçüncü katta, üçüncü direğin çevresinde” diye aldığım yanıt üzerine o direği bulduğumda şiirlerle birlikte benim de içim cızz etti. Çünkü hepsi  1x1 çapına oturmuş direğin dört yüzünde, tavana kadar yükselen raflardakiler kadardı. Bu böyle, evet, ama daha öyküye sıra gelmedi. Ne ki yazın ve sanatın içinin boşaltılması, yalnızca sanatsallığa(?) sığınılması, medyacı sermayenin renkli posterlerinin büyüsüne kapılıp  onun  buyruğuna verilmesi, elbette ki değil yalnızca yazgısı zaten az üretilmek olan öykünün, bütün yazın ve sanat alanlarının da ölmesini hızlandıracaktır.

Tam da bu noktada, bilimsel ve sanatsal dayanaktan yoksun “ölüm fermanları” imzalayanların öznel korkusu mu yoksa içgüdüsel söylemlerinde  açığa çıkan bilinçsizlikleri mi, diye düşünesi geliyor insanın. Çünkü “popüler kitle kültürü”yle kolayca buluşabileceği kansı üzerine birçok yapay nesnelliklere, zorlama kanallara, pazar ekonomisinin kurallarına yaslanılarak anında metalaştırılan üretimlerin somut bir sonuç olarak geleceğe kalma olasılığı üzerinde uzun uzun düşünülmesi gerekir. Bu biçemde kitaplaşan üretimlerin kaçta kaçı geleceğe kalacak acaba? Bırakalım elli, yüz yılı, kaçı on yıl sonraya kalacak?

Para olmak, gazete, ya da dergi olmak başkadır, bir sanatsal üretimse eğer kitap olmak çok daha başkadır.

Herneyse... YOLCU, sanat dilini oluşturma yolundaki bir yazıncının, anlatımı güzel, iyi bir öykü kitabı. Ayrıntıları değerlendirebilmiş, öyküye sindirebilmiş.

Daha önce “Yeşillerini Giyin de Gel”, “Hençerini Ay Işığına Çalan Adam”, “Kaç Kişi Kaldık”, “Ah Çocuk” adlı şiir ve “Mültecinin Bunalımı” adlı öykü kitapları yayınlamış  Adil Okay, insan için bütünsel bir yaklaşımla yaşamı, yaşam için sevgiyi ve iletişimi öne çıkaran bir yazıncı. Kitabında on öykü yer alıyor. Yetişmiş, ya da yetişmemiş; her ikisi de ülkemizin en değerli zenginlik kaynağı; insanımız, bir biçimde ve ciddi toplumsal sorunlar yüzünden akıp dışarılara gidiyorsa, en kaba  söylemle “elin malı” oluyorsa, yeri geldiğinde (yazıldığında, çizildiğinde, konuşulduğunda, fotoğraflandığında) bu “olgu”nun sorumluluğu duyulmalı; derin, yoğun, katmerli bir ulusal acıdan söz edilmeli. Tam da böylesi bir somutluğun acıklı öyküsünü yaşamına yatırmış bir yazıncının  yaşamı ve sanatı savunan çığlığı gibidir YOLCU. Çünkü “deve kuşu” olmaklığın ne yaşama ne de sanata yararı var.

“Önünde önce canlı duran, sonra saniyeden de az bir zaman dilimi içinde, duvardan süzülen, et ve kemik parçası haline gelen insanlarla karşılaşmamış ki beni anlasın. Ellerim, ellerim nerede diye parmaksız kollarıyla sarılmamış ona arkadaşı. Soğuk hücrede ayakkabısının üstüne oturup uyumayı denememiş. S…ne elektrik kablosu bağlanmamış. Bu herif anlamıyor beni, hasta sanıyor….”(s.90)

YOLCU’yu çok fazla da irdelemeyeceğim, Adil Okay’a ve YOLCU’suna teşekkür etmek istememin nedeni, uzunca bir süreden sonra beni yeniden kitap tanıtımı yazısı yazmaya itmesi ve bunu yaparken, başlangıç olarak elime sağlıklı bir umut kasesi tutuşturmasıdır. Çünkü sonuçta bir öykü yapıtını değerlendirmek, köküne kıran girmiş, ya da yalnızca öznelliklere  koşullanmış öykü eleştirmenlerinin işidir.

 

*ADİL OKAY, YOLCU, ÖYKÜ, ÜTOPYA YAYINLARI, 2005, 110 SAYFA.

 
Toplam blog
: 74
: 569
Kayıt tarihi
: 11.03.10
 
 

1954 yılında Kars’ın Arpaçay ilçesine bağlı Bardaklı köyünde doğdu. Türkiye’nin çeşitli yörel..