Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Aralık '14

 
Kategori
Deneme
 

Öykülerle yolculuk (otuz dokuzuncu bölüm)

Öykülerle yolculuk  (otuz dokuzuncu bölüm)
 

Öykü demeti


Bu sırada oturduğu merdivenin son basamağından iskeleye yanaşıp kalkan kayıkları seyre koyuldu. Arada bir geriye garın görkemli binasına hayran hayran bakarken şaşkınlık içindeydi.
 
Gar binasının görkemli görünüşü, önünde ilk kez gördüğü deniz ve üzerinde gidip gelen kayıkları izledikçe içindeki şaşkınlık giderek gurbet duygusuyla birleşince trende İstanbul’a yaklaşırken duyduğu coşku, her şeyi yenmeye, her engeli aşmaya azmi kaybolup gitmişti.
 
Böyle karmaşık duygularla bakınırken kayık binmek için bekleşenler kalmamıştı. İlerden kayıkçının “hey hemşerim!  Sen kimi bekliyorsun. Eğer Kadıköy’e gideceksen acele et. Yoksa diğer tren gelene kadar kayık bulamazsın” diye bağırdığını duyunca irkilip ayağa kalktı. Ve tahta bavuluyla, torbasını alıp kendine seslenen kayıkçının kayığına doğru yürüdü.
 
Kayıkta üç yolcu vardı. Önde elinde kürekleri tutan biri vardı. Bir de kendine seslenen vardı.
 
Kayığa yaklaşınca “he Kadıköy’e gideceğim” dedi. Kayıkçı “uzat bavulunu hemşerim” dedi. Onun uzattığı bavulu alıp kayığa koydu. Torbayı uzattı. Kayıkçı onu da alıp kayığa koydu. Sonra ona “uzat elini” dedi. Temur efendi elini uzatınca, kayıkçı ona “bu tarafa sıçra” deyince kayıkçının dediği gibi sıçrayıp kayığa bindi. Kayıkçı ona “şuraya ortaya otur” dedikten sonra önde kürekleri elinde oturana “hadi vira. Gidiyoruz” dedikten sonra kendi de önündeki kürekleri alıp kürek çekmeye hazır hale geldi.
 
Bu sırada Temur efendi robot gibi olmuş; sadece kendine söylenenleri yapıyor, ama ne yaptığının farkında bile değildi. Ters oturduğu için kayıkçıyla göz göze gelmişti.
 
Kayıkçı onu hiç umursamadan küreğiyle kıyıya yaslanıp kayığın iskeleden ayrılmasını sağladıktan sonra kürek çekmeye başladı. Öndeki de kürek çekiyordu.
 
İçinden “iki kürekçi var” dedi. Kayıkçı hiç buraların insanına benzemiyordu. Kasketi, nasırlı elleri, kavruk yüzüyle kendi memleketinin insanlarına çok benziyordu.
 
Kayıkçı onun dikkatle kendini süzdüğünü fark etmişti. Gülümseyerek “nerelisin hemşerim?” dedi. O şaşkınlıkla “Sivaslıyım” deyince “neresinden?” diye sordu. Öğrenince “hemşeri sayılırız. Ben de Çankırı’lıyım” dedi. Temur efendi buna çok şaşırmıştı.
 
Öyle ya Çankırı’ya gitmemişti; ama orada deniz falan olmadığını biliyordu. Oradan birinin ‘ki köyünden olduğu her halinden belliydi’ böyle denizde kayıkçılık yapması çok normal değildi. Kayıkçı onun şaşırdığını görünce biraz övünerek “şaşırdın değil mi? Bura kayıkçıları hepimiz köyden Çankırı’nın Alpsarı köyündeniz” dedi. Sonra ne iş yapmak için geldiğini sordu. O şoför olduğunu, Üsküdar’da dolmuşçuluk yapan asker arkadaşı çağırdığı için geldiğini söyleyince kayıkçı “burada şoförlük geçerli meslek. Asker arkadaşın fırıldak biri değilse iyi iş bulursun” dedi.
 
Bu sırada kayık yavaş yavaş Kadıköy kıyısına yaklaşıyordu. Sonunda kayıklar için ayrılan iskeleye yanaştı. Öndeki kürekçi kıyıya atladı. Elindeki halatı orada kenardaki beton babaya sardı. Ve asılarak kayığın iskeleye yanaşmasını sağlamaya çalıştı.
 
Bu sırada Temur efendinin karşısındaki kürekçi küreğiyle yaptığı manevrayla kayığın tam kıyıya yanaşmasını sağladı ve yolcuların birer birer kıyıya çıkmasını yardım etti. Herkesin bavulunu torbasını uzattı. En son Temur efendinin bavul ve torbasını uzattı. Göz göze gelince “başarılar hemşerim. Gözünü aç. Şoför burada aç kalmaz. Arkadaşın madrabaz çıkarsa takma. Liman ambarlarına git. Orada Anadolu’ya mal taşıyan kamyonlarda kesin iş bulursun” dedi.
 
Temur efendi öteki yolcular gibi diğer kayıkçıya yirmi beş kuruş ücret ödedi. Eline bavulunu, torbasını aldı; kendini uyaran kayıkçıya “sağ ol hemşerim. Söylediklerini kulağıma küpe yaparım” dedikte sonra yürüdü.
 
Gözü vapur iskelesine kaydı. Orada kum gibi insan kaynıyordu. Biraz dikkatli bakınca bunların trende birlikte geldiği köylüler olduğunu fark edince çok şaşırdı. Asıl onların kendinden çabuk gelmesine şaşmıştı. Orada kenarda simit satan simitçiden beş kuruş verip bir simit aldı. Simitçiye “bunlarla aynı trende geldik. Ben kayıkla gelene kadar onlar buraya nerden geldi acaba?” deyince simitçi “onlar limanın depolarının arasından geçip gelmiştir. Onları getiren o yolu biliyordur” deyince Temur efendi her şeyi daha iyi anlıyordu.
 
Onları getirenlerden ikisi kendi kompartımanındaydı. Biraz dikkatli bakınca anasının cenazesi için köyüne geldiğini söyleyen adam, kompartımandaki köylülerle birlikte birçok köylüyü telaşla vapur iskelesi önünde sıraya sokmaya çalışıyordu. Yanında iki kişi daha vardı.
 
Diğer kalabalıklarda da aynı telaş vardı. Ancak bu kadar kişinin bir vapura nasıl sığacağını merak etmişti. Orada sıra gibi bir şeye oturdu ve onları seyre başladı. Epey bir süre izledi. Tahmin ettiği gibi iskeleye yanaşan vapur kalkmış, ama iskele önü hala çok kalabalıktı.
 
Onları izlerken yanına oturan hafif külhan görünüşlü biri “ne bakıyon bey abi? Bunlar yeni gelen köleler. Başlarında onları pazarlayacak kurbanlar. Çok yakında buraya geldiklerine bin pişman olacaklar” dedi. Adamın tavrı Temur efendinin hiç hoşuna gitmemişti. Görünüşü, arkasına bastığı ayakkabı elinde tespihle hiç güven vermiyordu. Onun “sen nerelisin hemşerim?” sorusunu duymazlığa gelip ayağa kalktı bavulunu ve torbasını alıp yürüdü. Adam bozulmuştu. “Ne o hemşerim beni beğenmedin galiba” deyince durdu ona ters bir bakış attı. Temur efendinin uzun boyu, kemikli yapısı, iri elleri adamı ürkütmüştü. Adam biraz ürküntüyle “bozulma hemşerim, öylesine sordum” dedi. Temur efendi bir şey söyleyecekti kafasını salladı ve yürüdü. Adam arkasından bakındı, bir şey söyleyecekti. Çekinip vazgeçti. Sadece mırıldanarak “senin de fiyakanı bozarlar nasıl olsa” deyip kalktı, iskele önünde kalabalığa doğru yürüdü. İşi yankesicilik dahil her türlü fırıldaklıktı. İskele önüne tek başına gelen bir köylü bulup, yol tarif bahanesiyle onu çarpma düşüncesiyle kalabalığın içine girdi.
 
Temur efendi durup adamın arkasından bakındı. Arkadaşı Birol’un ona İstanbul’a gelince çok dikkatli olması gerektiği şeklinde ikazı aklına geldi. İçinden ‘herhalde böyle tipler için uyardı. Adam çakal. Gözleri fırıl fırıl dönüyordu’ diye geçirdi. Bunları düşünüp gülümsedi. Herkes kişiliği neyse ona uygun davranıyordu.
 
Bu düşüncelerle ilerledi. Önce Üsküdar dolmuş durağının yerini öğrenmeyi düşündü. Vazgeçti. Ferhat’ın kahveye gidip orada Birol’u beklemeyi veya kahveciye onu sormayı düşündü. Çünkü Birol ona Ferhat’ın dayısının arkadaşı olduğunu. Kendisini sorarsa Ferhat’ın kesin ilgilenip onu bulması için yardımcı olacağını söylemişti.
 
Bu düşünceyle yürüyüp caddeyi geçti. Orada simit satan biri vardı. Adamı gözü tutmuştu. Onların oraların insanına benziyordu. Başındaki kasket Temur efendininkinin aynıydı. Ona yanaştı “gardaş Ferhat’ın kahve ne tarafa düşer?” dedi.  Adam baktı. O da Temur efendi için aynı şeyi düşünmüş kendine yakın hissetmişti. “Hemşerim orada kime gidiyorsun? Belli ki yeni gelmişsin” dedi. Temur efendi adamın bu sorusundan hiç gıcık almadan İstanbul’a niye geldiğini, nereli olduğunu uzunca anlattı. Aslında buna kendi de şaşmıştı. Çünkü böyle konuşkan biri değildi. Ama İstanbul’a gelmesi, gurbet duygusu simitçiyi kendi yöresinin insanı olduğu düşüncesiyle duyduğu yakınlık onu böyle geveze yapmıştı.
 
Simitçi onun böyle makara gibi sökülenmesi üzerine “aman hemşerim her sorana böyle ifade verir gibi sökülme. Burası İstanbul. Etrafta çok çakal var. Etrafına üşüşür ellerinden zor kurtulursun” dedi.
 
Adamın bu samimi konuşması Temur efendiyi daha duygulandırmıştı. “haklısın hemşerim. Kendime ben de şaştım. Herkes beni çok ketum bilir. İstanbul’a yeni gelmenin şaşkınlığıyla senin bizim oraların insanı olduğunu düşünüp dertleşir gibi uzattım. Asker arkadaşım da aynı ikazı yaptı” diye niye konuşkan olduğunu açıkladı.
 
Simitçi onun bu samimi açıklamasına gülümsedi. “Hepimiz aynı şeyi yaşadık. Tavuklar gibi yanına sokulacak birini aradık. Haklısın” dedikten sonra ona Ferhat’ı kahveyi tarif edip ‘gelip geçiş uğra da laflayalım. Ben de bir hemşeri gelse de iki laf etsek diye bekliyorum’ dedi. Temur efendi simitçiyle vedalaşıp onun tarif istikamete Ferhat’ın kahvenin bulunduğu yöne yürüdü.
 
Giderken gerçekten çok şaşkındı. Nasıl olmuştu da simitçiye öyle gevezelenmişti. ‘Bu İstanbul daha ilk günden çarptı beni. Dikkatli olmalıyım’ diye geçiriyordu.
 
Biraz ileri gidince geniş bahçe içinde masaların yanında oturan kalabalıkları ve bahçenin ortasında kahveye benzer binayı görünce içinden “Ferhat’ın kahve burası herhalde’ diye geçirdi.
 
Aylardan Nisan’dı. Hava da oldukça güzeldi. Bu nedenle kahvenin bahçesinde masaların etrafındaki sandalyelere oturan kalabalığın çoğunun tren yolcusu olduğunu ve onları getiren ve kendi aralarında tartışan insanların yanında kurbanlık koyun gibi bekleştiğini görüp onlara canı acıdı.
 
Yanlarından geçip kahveye girdi. Kahve ocağına baktı. Oraya doğru yürüdü. Önünden geçen garsona ‘Ferhat beyi’ sordu. Garson onun ‘Ferhat bey’ demesine şaşırmıştı. Çünkü kahvede yaşlılar Ferhat’ı ‘çavuş’ diye daha genç olanlar da ‘çavuş dayı’ diye seslenirdi. Garsonun aklından bunlar geçti biraz alaylı “Ferhat bey şu ileride nargile içen bey” dedi.
 
Temur efendi garsonun niye öyle alaylı davrandığını anlamamış içinden ‘bu İstanbul’da herkes bir alem’ diye geçirip onun tarif ettiği adama yürüdü. Yanına varıp “Ferhat bey siz misiniz?” dedi. Ferhat onun böyle sorusuna şaşırmış “beyini bilmem ama Ferhat çavuş benim” diye cevapladı.
 
Temur efendi kendini tanıttı. Üsküdar hattında dolmuşları olan Birol’un asker arkadaşı olduğunu, onun çağırmasıyla İstanbul’la geldiğini söyledi.
 
Ferhat onun bu açıklamaları üzerine samimi bir şekilde “tamam yeğen. Birol senden ve geleceğinden bahsetti. İki gündür gelip sana bakıyordu. Sabahleyin yine uğradı. Gelirsen seni burada bekletmemi ve kendilerine haber göndermelerini söyledi. Dayısı benim asker arkadaşımdır. Çok samimiyiz. Sen hele bavulu, torbayı ocağa bırakıp gel. Meraklanma kaybolmaz” dedi.
 
Temur efendi bunun üzerine bavulu ve torbayı ocağa koyup Ferhat’ın yanına bir sandalye çekip oturdu. Ferhat pala bıyıklı kasketi yana kayık biriydi. Gözleri çakır, saçları ve bıyıkları hafif kırlaşmış; oturduğu yerden hafif göbekli olduğu belliydi. Ama oldukça iriydi.
 
Temur efendi uzun boyu, iri kemikli elleri, kemerli burnu geniş omuzları, çakır gözüyle oldukça etkiliydi. Kasketi de ona çok yakışmıştı. Ferhat içinden “artis gibi valla. Tam benim gençliğim” diye geçiriyordu.
 
Temur efendiye “nasıl yolculuk iyi geçti mi?” diye sordu. Temur efendi bu soruya “iyi geçti” deyip sustu. Az önce simitçinin yanında gevezelenen halinden eser yoktu. Simitçinin uyarısı da aklına gelince böyle davranmıştı.
 
Ferhat onun “iyi geçti” deyip susmasına bozulmuştu; ama belli etmedi. “Ne zaman yola çıktın?” dedi. O “Evvelki gün sabah” dedi. “Çok geç kalmışsınız” deyince de “yolda üç dört defa tren durdu. Epey bekledik ondan geciktik” diye cevap verince Ferhat “delikanlı senin muhabbetine doyum olmuyor. Neyse istersen sen Birol gelene kadar iskeleye in dolaş etrafı tanı biraz” dedi.
 
Bunu söylerken içinden ‘Birol bunu çok övdü. Eğer hep böyleyse dayısı hiç sevmez bunu. Birol’un işi zor” diye geçirdi. Bir an önce yanından gitsin istedi. Çünkü Ferhat çok neşeli dert babası biriydi. Akşamcıydı. Herkes onu ‘çavuş’ veya ‘çavuş dayı, çavuş abi’ çok sever, sohbetine katılmayı çok severdi.
 
Temur efendinin bu şekilde bir iki kelimelik cevaplarından dolayı onu hiç sevmemiş, bir an önce gitsin istemişti.
 
Temur efendi onun suskunluğundan rahatsız olduğunu anlamıştı. Ama yol yorgunluğu, hedefine varmanın dinginliği bir araya gelince böyle suskunlaşmış, canı bir an önce dışarı çıkmak için ayağa kalkmıştı.
 
Bu sırada ilerde kapıdan Birol’un girdiğini gördü. Ondan önce Ferhat da Birol’ü görmüş el sallamıştı.
 
Birol onları görünce hızla yanlarına geldi. Ferhat efendiyle birbirlerine sarıldılar. ‘Hoş geldin’ faslı bitince Birol Ferhat’a dönüp “işte çavuş dayı. Bahsettiğim asker arkadaşı Temur bu” diye onu tanıtıyordu. (devam edecek)
 
Toplam blog
: 182
: 232
Kayıt tarihi
: 12.02.13
 
 

Sanat Enstitüsü yapı bölümünden 1967 yılında Denizli'den mezun oldum. Buca Mimar Mühendislik Özel..