Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Ekim '14

 
Kategori
Deneme
 

Öykülerle yolculuk (Otuzuncu bölüm - devam edecek)

Öykülerle yolculuk  (Otuzuncu  bölüm - devam edecek)
 

Öykü demeti


Hastafendi bunları hatırlamıştı. O sıra dayıya “iyi dayı da biz de onlara çok eziyet etmişiz. Adamların dilini yasaklamışız. Adını yasaklamışız. Hep baskı altına almışız” dediğinde Ali dayı buna katılmadığını söylemiş “neleri esik. Her şe oluyola. Cumhurbaşkanı bile oluyola. Özal Kürt demiydi?” demişti.

Hastafendi ihtiyarın bu yaşta bu tepkilerine şaşırmış “ama dayı şimdi bir adamın ana dilini yasaklıyorsun. Sen Kürt değil Türksün diyorsun. Şimdi bize Amerika, Yunan gelse sen Türkçe konuşmayacaksın. Ben seni Amerikan, Yunan, Alman yapacağım dese; yani bize böyle dese olur mu?. Camiye gitmeyecek Kiliseye gideceksin dese olur mu? Adın Ali değil de Joni olcek, Hans olcek ne bileyim Yorgo olcek dese olur mu?” deyince dayı “olmaz tabi. İyi emme nasıl olcek. Onla biyana biz yana çekiyoz. Hep böle depişip birbirimizi mi öldürcez?” diye sormuştu. O da “yok dayı niye depişip, savaşacağız. Baya bir olacağız. Herkes neyse ol olacak. Kürtse Kürt Türkse Türk. Kardeş kardeş yaşayıp gideceğiz” deyince dayının yüzü aydınlanıvermiş “olur mu, nasıl olcek bu iş?” diye sormuştu.

Hastafendi de “Sen deminden beri ‘Amerika karıştırıyor’ deyip durdun. Bu işin arkasında da o var. Silah tüccarları, kaçakçılar var. Türkiye’nin hep içi karışsın biz de onu istediğimiz gibi kullanalım diyenler var. Burda bu oyuna gelen politikacılar var” demişti. Ali dayı “PKK nolcek? O orda hep başımıza bela mı olcek? “deyince Hastafendi “Olur mu? Dayı. Biz Kürtlerle barışırsak PKK’nın ne hükmü kalır. O zaman; yani Kürt ve Türk Halkı birbirini anlar barış içinde yaşamayı seçerse kim ne yapabilir ki?” demişti. Bunun üzerine Ali dayı “doğru” der gibi başını sallamış “peki bu dediklen olcek mi?” demişti. O da “olacak tabi. Önce bişeye inanacaksın, ondan sonra olsun diye uğraşacaksın” deyince Ali dayı ellerini açıp “işallah” demişti.

Onlar böyle konuşurken Ali dayının oğlu arada bir dışarı koridora çıkıp geliyordu. En son Kürt lafı ederken o da söze girmiş “abi sen babama bakma. Bu öyle der de Kürtlere çok sever. Bunun Kürt eşkiyası bile vardı” deyince ihtiyar anlamamış “ne diyor?” diye Hastafendiye bakmıştı. O sıra oğlu “Nasip diyorum, Nasip. Hani senin eşkıya varımış ya, onu diyorum” deyince İhtiyar gülmüş oğluna “zevzek sende; şindi bunun yeri mi bu?” derken, sanırım anlatmak zorunda kalmıştı.

Hastafendi bunları hatırladı…

Gerçekten Çoban Ali dayının hayatı çok ilginçti. İlerde yeri gelirse yazarım. Özellikle o (oğlunun babamın Kürt arkadaşı vardı dediği) Kürt arkadaşıyla yaşadıkları aynı film gibiydi. Bunlar aklına gelmişti.

Aklına trende ‘elinde tahta bavulu ve yolluk çıkısıyla taşı toprağı altın denen İstanbul’a doğru gelen’ Temur Efendi geldi.

Onun kompartımanda karşısında ‘çok bilmiş tavırla’ oturan adam, o sırada kompartımanda aynı Temur efendinin endişeleri ve umuduyla İstanbul’a giden insanlar, daha önce İstanbul’a gelmiş olan; söylediğine göre anasının cenazesine gelen ve kompartımandakilere ‘ballandıra ballandıra’ İstanbul’u, oradaki inşaatları, iş olanaklarını anlatan ‘kurnaz’ tipli adam aklına geldi. İçinden “herhalde o iki adam da dayının anlattığına göre işçi simsarıydı” diye geçirdi. Onu ‘ağızları açık’ dinleyen köylüleri düşündü.

Hepsi de tıpkı ‘Temur Efendi gibi, Kastamonulu dayı gibi veya Çoban Ali dayı gibi’ bir umutla iş ekmek yolculuğuna çıkmışlardı. Bu insanların hepsi gittikleri yerde başlarına ne geleceğini bilmeden, bunu umursamadan bir umut yolculuğuna çıkmışlardı. Bunların ‘kim bilir?’ ne öyküleri vardı?

Tıpkı altmışların başında başta Almanya olmak üzere yurt dışına çalışmaya gidenler gibi.

Onlar da her türlü zorluğu, hatta aşağılanmayı bile kabul edip çıkmışlardı gurbet yollarına.

Eskiden “kapının ardı” deyip bir köy öteye gelin verdikleri kızlarına hasret ağıtları düzen Anadolu insanı; şimdi bırakın ‘kapının ardını. Dağların ardını bile aşıp’ nice memleketlerin ötesine gurbet yollarına düşmüşlerdi.

Yanık yanık söylenen her gurbet türküsü aslında bir ayrılığın, bir kavuşmamanın dile gelmesiydi.

Bu gurbet yollarında karşılaştıklarını ‘aşağılanma’ diye tanımlamamı sakın abartma sanmayın.

Birçoğunuz unuttu belki; ama ne ben ne Hastafendi o yıllardaki yaşanmışlıkları hiç unutmamıştık. Bizim de aynı şeyleri yaşadığımız için değil tabi; bilmemiz, unutamadığımız içindir.

Hastafendiyi ve beni bu öykü yolculuğuna çıkaran; hiç yaşamayıp sadece duyduğumuz, okuduğumuz bu yaşanmışlıkların farkına varıp unutamayışımızdır.

Neyse konumuz o değil zaten; ‘Taşı toprağı altın’ deyip İstanbul yollarına düşen, ‘sırtından kepeneği atıp, kara sabanı bir köşeye dayadıktan sonra fersah fersah uzaklara; hiç bilmedikleri ülkelere umut yolculuğuna çıkanların yaşadıklarının destanı öyküleriydi bizim farkına vararak anlamaya çalıştığımız.

Çünkü o öyküler ‘adeta’ Anadolu’nun, Anadolu insanın destanıydı.

O öyküleri bilmeden, öğrenmeden, anlamadan insanımızı daha doğrusu içinde yaşadığımız toplum içinde kendimizi anlamamızın olanağı yoktur.

Ancak o öykülerin gizemli yolculuğunda gezinerek fark ederiz yaşamın gerçeklerini.

Bu kaygılarla bakınca göç yollarına; yurtdışı göçünde ilk fark edilen o yıllarda İstanbul’a kurulan modern köle pazarlarıdır.

Bu tanımı abartı sanmayın. Tıpkı çağlar öncesi siyah insanın, savaş sırasında esir edilenlerin satılmak için çıktıkları köle pazarlarında olduğu gibi; ekmek, iş umudu için yurt dışına gitmek için başvuranlar da her işlemi bitirdikten sonra onları götürmek için gelen işveren temsilcilerinin karşısına çıkarılıyordu.

Filmlerde gördüğümüz veya okuduğumuz kitaplarda eski köle tüccarlarının satılan veya satın alınan kölenin dişine, kollarına ve diğer organlarını kontrol edip en sağlıklılarını seçip satın aldığı gibi; yurtdışına götürülecek işçiler de aynı muayene ve kontrolden geçirilip; sonunda en sağlıklıları ‘götürülmek üzere’ seçiliyordu.

Ve on insanlar ‘Kürt Türk Arap fark etmez’ aynı kaderi paylaşarak gittikleri o gurbet ellerde en yakın birbirini görüp birbiriyle evleniyor akrabalıklar, iş ortaklıkları kuruyor veya aynı işyerlerinde aynı mekanlarda dost, arkadaş oluyorlardı.

Tıpkı az önce giden dayının anlattığı Laz Necati usta ile dadaş Muhittin’in, Kürt Ahmet’in ve Kürt Nizam’ın arasında oluşan samimiyet, Gümüşhaneli Necati Ustanın Giritli bir kızla evlenip kızını bir laza verirken küçük oğlunu Arnavut kızla evlendirmesi, Kastamonulu dayının Giritli bir kızla evlenmesi gibi.

Ve hepsinin gönlünde kafasında memleket hasreti; daha doğrusu doğup büyüdükleri çocukluğunun geçtiği, ana babasının hısım akrabasının yaşadığı, geçmişlerinin gömülü olduğu mezarlıklarda yatanlar vardı.

Bu öyle bir hasretti ki; insanı memleketinin mezarlıklarını bile özletirdi. Ve o insanların hemen hepsinin son dileği kendi toprağı olan mezarlara gömülmek olurdu.

Temur efendinin, dayının çocuklarına “beni köyüme gömün” isteği işte bu hasreti anlatır.

Ancak yıllar geçtikçe sonraki kuşaklara bakınca insanların köyüne, köyünün toprağına, hısım akrabasına, yıllar önceden kurulan dostluk ve arkadaşlıklara yabacılaşması başladı. Yabancılaşmanın ötesinde ayrışma düşmanlıklar başladı. Artık kimse kimseyi eskisi gibi görüp kabul etmiyor.

Ve o insanların; bir umutla bir yerlere göçen, oralarda birbiriyle arkadaşlık, hısımlık hatta iş ortaklığı kuran ve şimdilerde çoğu temelli göçüp gitmiş o insanların ne ölüsünün ne de dirisinin bugün yaşananları kavradığını, kavrayacağını veya anlayacağını hiç zannetmiyorum.

Eğer o insanlar bugün hala yaşıyor ve sözü dinleniyor olsaydı eğer; eminim bugün yaşadığımız düşmanlıkları hiç yaşamadan var olan sorunları konuşarak halledebilirdik.

Çünkü bana göre bugün yaşadığımız her ne varsa; hemen hepsi bizim kendimize kendi gerçekliğimize giderek yabacılaşmamız hemen her yerde hep ‘beni’ öne çıkarmamızdır. Yani ben öyle düşünüyorum.

Siz şimdi “öykü yolcuğunda bunların ne alemi var? Bunların yeri mi burası?” diye tepki göstereceksiniz. Ama bana göre insanı, yaşadığımız toplumu anlayabilmenin yolu insan öykülerinden gizlidir. Çünkü öyküler o insanların yaşamının her alanına dokunarak oluşur. En azından biz öykü anlatılarımızda bunu yapmaya çalışıyoruz.

Sadece bizim yazdıklarımıza değil; diğer yaşanmışlıklarda gezinen öykülere bakarsak; oralarda da insan ve toplumun özelliklerinin ustaca işlendiğini görürsünüz.

Örneğin Yaşar Kemal. Onun “Bir Bulut Kaynıyordu” başlıklı Anadolu’daki insanları anlatan röportajlar veya romanları var. Gezinirseniz o kitaplarda bu öykü yolculuğunda anlatılmaya çalışılanların çok daha özgün anlatımlarını görüp, okursunuz.

Ben bu gevezelikleri düşünürken Hastafendi yine dalıp gitti…

Yıllar önce hiç Türkçe bilmeyen Alevi bir Kürt kızına duyduğu büyük sevgi, anasının ‘sanırım onu çok sevdiği için’ o kızı gelin olarak kabul etmeye ‘evet’ demesi, kızın köyüne onunla evlenmek istediğini söylemeye gidişi; o sırada kızın ani ölümünü öğrenip yaşadığı büyük acı aklına geldi.

Yıllar ne acıları, ne sevgileri tüketip bir dozer gibi insanın ömrünü tüketip gidiyordu.

Onca yaşanmışlıklardan sonra sevmenin ötesinde bir ilgi duyduğu eşi, iki kızı onların sevgisi aklına gelince içinden “yaşam galiba böyle bir şey… Acısıyla mutluluğuyla kabullenme” diye geçirdi.

Bu sırada telefonu çaldı. ‘Arayan kim?’ diye bakınca eşinin aradığını görüp telefonu kapattı. Sonra kendi onu aradı. Hep böyle yapardı. Yalnız eşinin değil kızları arayınca (konturları yoktur veya azdır diye) onların da telefonu kapatıp o arardı. O sıra eşi telefonun öbür ucundan ‘geldiğini söylüyor’ onu nerede bulacağını soruyordu.

Bulunduğu yeri tarif edip kalktı. Çünkü eşi onu orada oturduğunu görünce kesin ‘ay burası çok pahalı. Yine pahalı yere oturmuşsun’ diye fırça atardı.

O eşinin bu tatlı ve iktisat içeren fırçalarına alışmıştı; ama yine de fırça yememek için dikkat ederdi. Şimdi de o düşünceyle çay paralarını ödeyip dışarı çıktı.

O sırada karşıdan eşi gözükmüştü. Elinde bir torba ve su şişesi vardı.

“Ay burada mı oturdun. Pahalıdır burası. Evde çay içmezsin, gelip böyle pahalı yerlerde içersin” diye söylenmeye başlamıştı. Onun bir şey demesine fırsat vermeden “gel ilerdeki banklara oturalım” dedi. Hastafendi de mecbur kabul etti tabi.

İçinden “kabullenme bu işte” deyip eşinin peşi sıra yürüdü…

Sabah dayı ile oturduğu bank boştu. Oraya oturdular. Eşi torbadan peçeteye sarılı bir şey çıkardı “sen simit yedim dedin, ama ben yine de sana tost yaptım. Hem de sevdiğin gibi kaşarlı. Çok ilaç içiyorsun. Dokunur sonra” derken Hastafendi eşinin kendine zaman zaman farklı gelen bu davranışlarına bakarken tostu aldı “çok sağ ol hayatım” deyip kaşarlı tostu ısırdı. (devam edecek)


 

 
Toplam blog
: 182
: 232
Kayıt tarihi
: 12.02.13
 
 

Sanat Enstitüsü yapı bölümünden 1967 yılında Denizli'den mezun oldum. Buca Mimar Mühendislik Özel..