Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

21 Kasım '14

 
Kategori
Deneme
 

Öykülerle yolculuk (otuz üçüncü bölüm-devam edecek)

Öykülerle yolculuk (otuz üçüncü bölüm-devam edecek)
 

Öykü demeti


Hastafendi tren yolculuklarını çok severdi. Geçliğinde; olanak bulursa trene atlar, trenin gittiği yere gider ve aynı trenle geri dönerdi.

Bu tren yolculuklarında çok tanışı yoktu. Çünkü öyle sohbeti çok seven biri değildi. En büyük zevki etrafı gözlemekti.

Bir keresinde restoranda en kenardaki masaya bir şişe şarap açtırmış, gözü camdan dışarıda gördüğü manzaraları seyrediyordu.

En kenardaki masaya oturma nedeni başka gelen olursa boş olan diğer masalara oturur, o da zorunlu olarak biriyle sohbet etmeye mecbur kalmazdı. Çünkü biri yanına veya karşısına oturunca laf atacağını ve buna cevap vermek zorunda kalacağını biliyordu.

Halbuki o bu yolculukları kendi başına özgürce etrafı izlemek ve hayal kurmak için binerdi.

Siz şimdi “böyle yolcuklarda, trenlerde hayal mi kurulurmuş? O ne biçim zevkmiş?” deyip şaşırdınız tabi.

Ama Hastafendi bu. Onun böyle çok garip huyları vardı. Yolculuklarda camlardan dışarı gördüğü manzaralara bakarken adeta o sırada içinde bulunduğu tren veya otobüs her neyse hayalinde onlardan inip o gördüğü yerlerde dolaşır, evler varsa o evlerin içine girer orada yaşayanları tanır; ama onlar hiç bunu fark etmezdi tabi.

Yani böyle farklı biriydi. Yaşarken yaşadığı ‘gerçek mi? Yoksa düş mü?’ o bile bilemezdi.

O gün de gördüğü yerlerde tren ilerledikçe bir kaybolan, sonra yeniden beliren tepelere, ovalara dalıp gitmişti.

Mevsim sonbahardı. Ovadaki tarlalarda kadın mı erkek mi olduğu belli olmayan insanlar eğilip, kalkıp yerden bir şey topluyordu. Az ilerde tepede yayılan koyunlar vardı. Koyunların hemen yanında iki köpek görülüyordu. Oldukça uzaktılar, ama köpekleri kangal diye tahmin etmişti. Koyunların hemen ilerisinde bir ağacın dibinde çoban gözleniyordu.

Ve o hayalinde o koyunların yanından geçip tarlalarda eğilip kalkıp yerden bir şey toplayanların ne topladığını görmek için onların yanına gidiyordu. Ama bu görüntü arazinin engebesiyle bir görünüp bir kayboldukça hedefini kaybediyordu.

Bu sırada bir ses duyunca irkildi. “Ne güzel manzara değil mi?” diyen sesin olduğu yere baktı. Karşısında kır saçlı bir bey vardı. Başında siyah fotör şapka, üzerinde kırçıl kareli bir ceket vardı. Gömleği aşağı doğru siyah çizgili beyaz bir gömlekti. Gömleğine uygun siyah benekli kravatı vardı. Pos bıyıkları gür kaşlarının altında mavi gözleriyle babacan görünüşlü biriydi.

O da şarap içiyordu. Onun önünde de dolu bardağın yanında bir şişe şarap vardı. Hemen yanında da peynir tabağı vardı. Hastafendi o kadar dalmıştı ki adamın gelip karşısına oturmasını, şarap açtırmasını falan hiç fark etmemişti.

O şaşkınlıkla karşısındaki gülümseyen adama bakıp kalmıştı…

Adam “çok dalmışsınız. Ama haklısınız manzara gerçekten çok güzel” dedi…

Hastafendinin keyfi kaçmıştı. Biraz asık bir ifadeyle “doğru, dalmıştım” dedi.

Adam Hastafendinin yalnızlığı sevdiğini anlamış, o kadar boş masa varken sırf sohbet etmek için gelip onun karşısına oturduğuna sanki pişman olmuştu.

Adeta özür diler gibi “aslında restoran boş. Başka bir yere oturabilirdim. Ama sırf sohbet etmek için gelip karşınıza oturdum. Ama sanırım yanlış yaptım. Sizin böyle kenara oturmanızın yalnızlığı sevdiğinizden olduğunu anlayamadım” demiş ve öbür masaya gitmek için davranmıştı.

Hastafendi adamın, dost babacan görünüşü ve özür beyanından duygulanmış “yok beyefendi. Oturun. Doğru ben yolculuklarda ilgili ilgisiz çok geveze insan olduğunu ve can sıkıcı sohbete zorladıkları için yalnızlığı severim. Ama siz farklı birine benziyorsunuz, sanırım sizinle sohbet etmek zevk olur” deyince adam masadan kalkmaktan vazgeçmiş ve oradaki dostlukları sonraları da bir şekilde devam etmişti. (Belki ilerde o adamla da bu yolculukta tekrar karşılaşırız.)

Neyse; orada kalabalığın içinde yalnızlaştığı sırada bunlar aklına gelince Temur efendinin de karşısında ‘onun subay olmadığını anlayınca’ yayılmış oturan adamın laf atmalarına çok sıkıldığını düşündü.

Temur efendiyi sadece iki gün, o da yoğun bakımdan getirdikleri sıra görüp tanımıştı.

Ama onun çocuklarına ısrarla doktor çağırmalarını söylediği sırada onların çağırdığı doktor gelince 'onu duymak için’ kendine doğru eğilen doktora ‘adeta çocuklarını duyurmak istemez gibi’ fısıltıyla “çok ağrım var doktor bey. Lütfen yardımcı olun” derkenki asil davranışı, o sırada duyduğu ağır acısını çocuklarına duyurup onları üzmekten kaçınıp kendi başına yaşama gayretini görünce içinden “bu adama bana ne kadar benziyor?” diye geçirmişti.

Çünkü o da yaşadığı tüm acıları hep bir başına yaşama gayreti içinde olmuştu. Çünkü ne yaptıysa, ne yaşadıysa ve bunların sonucu 'neyse bunlar' onun hep kendi düşüncesinin, kendi seçtiği yaşama biçiminin sonucuydu.

Sonra ‘ne çektiğini kim ne bilecekti ki?’ Onun için ‘vara yoğa’ başkalarına özellikle acılarını veya sıkıntılarını açmayı, söylemeyi hiç sevmezdi. En yakınları bile onun bu ketumluğuna bakıp ‘sen ne acayipsin böyle?’ diye tepkilerini dile getirirdi.

Onlar onun hayatı. Yeri geldi değinip geçtik.

İşte Temur efendiye de bu düşüncelerle, yani kendiyle çok benzer yanlar görünce kafayı takmış, öykünün ana kahramanı yapmıştı. ‘Kim bilir? Belki anlattığı Temur Efendi değil kendisiydi’

O sıra kafasında İstanbul’a kendi hızında ‘oflaya puflaya’ giden kara trene o da binmiş ve o kompartımanında oturan Temur Efendinin karşısında yayılarak oturan adamın hemen yanın ilişmişti.

O sırada tren de Ankara’yı yeni geçmiş ve hava da kararmıştı.

Orada bulunan herkes yanlarında getirdikleri çıkınları açtı. Hepsi de anasının veya varsa eşlerinin hazırladığı yolluğu çıkardı. Birilerinin yanında su testileri vardı. O testileri de ortaya koymuşlardı.

Herkes ‘birbirine buyur etse de, kimse kimseye buyurmadığı için’ önünde ne varsa onu yemeye başladı.

Temur efendi öyle fazla yeme içme meraklısı değildi. Onun için ‘anası ne kadar ısrar etse de’ fazla bir şey koydurmamıştı.

‘Fazla bir şey’ deyince yanlış anlamayın. Herkesin evinde ne varsa onların evinde de o vardı. Anası erkenden kalkıp ona ot ekmeği ve katmer yapmıştı. Onların yörenin en beylik yiyeceği içinde bunlar vardı.

İşte anasına onlardan fazla koydurmamıştı. Ama anası yine de iki ot ekmeği dürümü ve kendi yaptığı peynirden bir küçük keseye koymuştu. Ayrıca dört yumurta kaynatmış, bir tane de katmer koymuştu.

Temur efendi de o çıkını açtıktan sonra oradakilere ‘buyur edip’ ot ekmeği dürümünü almış ve yemeye başladı.

Bu sırada yediği boğazına takılan herkes ortaya konan üç toprak testiden birini alıp içindeki suyla boğazına takılan lokmayı gideriyordu.

Bu şekilde herkes karnını doyurdu. Çıkınlar tekrar toplanıp yerlerine kondu. Yumurta soyanlar kabuklarını ve yemek sırasında oluşan çöpleri kapının yanında oturan gençten biri toplayıp, koridorda trenin penceresinden atıp geldi.

Herkes ‘iyi kötü’ karınlarını doyurmuştu. Şimdi de ‘ister zengin ol ister fukara, garın doyunca can ister cuğara’ deyip hemen hepsi de sigaralarını tellendirdi.

Bu sırada Hastafendi kompartımanı kaplayan sigara dumanını görünce ‘içmeyin, sonra hepiniz coah olursunuz’ dedi; ama onun orada o sıra cismi değil, sadece düşüncesi olduğu için kimse oralı olmadı.

Hastafendi Temur Efendiye bakıp ‘efendi akciğeri böyle böyle yemiş’ dediği sırada kendi aklına gelince ‘efendi sen nasıl yedin peki? Bu kadar biliyordun sen niye içtin?’ sorusunu kendine sorunca kendi kendine ‘orasını karıştırma’ dedi.

Onun kafa böyle gidip gelirken eşinin yanına geldiğini fark etmemişti. Eşi tam burnunun dibine gelip ‘efendi yine aklın nerelerde?’ deyince irkilip baktı.

Eşi hemen yanına oturmuştu.

Gülümseyerek ona baktı. “Hiç kendi kendimi gezdiriyordum” dedi.

Eşi onun bu hallerine alışık olduğu için ona “efendi yine aklın nerelerde” demişti. Hastafendi ona “pazar hevesini aldın mı?” dedi. Eşi “aldım almasına da orada güzel bir mont var. Tam san göre. Hadi del bak. Beğenirsen alalım. Çok da ucuz” dedi.

Hastafendi “olmaz, gerek yok! Bakmayacağım” dese de kurtulamayacağını bildiği için biraz da hayali bozulduğundan öfkeli “tamam tamam. Bakalım da senin gönlün olsun” deyip kalktı. Eşi onun bu ‘tafralarına’ alışkındı. Çünkü hemen geçeceğini biliyordu. O düşünceyle “hadi gir koluma” dedi. Birlikte mağazaya girdiler.

Onu onun için beğendiği montun yanına götürdü. “Giy bakalım” dedi. O da giydi. Az önce eşinin hayalini bozmasına duyduğu öfke geçmişti. ‘Soyun, giyin’ kabinine girip üzerindekini çıkardı, eşinin onun için beğendiği montu giyinip çıktı.

O sıra orada bulunan tezgahtar bayan “oo beyefendi çok yakıştı” deyince bizimki bulunduğu durumu unutup eşine “ne haber?” der gibi bakınca eşi usulca gülümsedi. Bu gülümseyişte sanki “şişinme efendi, seni onlar değil en iyi ben bilirim” der gibi bir ifade vardı. Eşi böyle düşünmese bile o öyle anlamış, bozulmuştu. “Ne gülüyorsun hanfendi? Sen beni gençliğimde görecektin” diye tepki gösterecekti, ama konuştukça batacağını fark edip somurttu.

Eşi onun durumunu fark edip üzüldüğünü görünce yanına sokuldu, “kız doğru söyledi gerçekten çok yakıştı” deyince somurtması geçti.

Her insan gibi onun da ‘yalan da olsa’ inanmak işine gelmişti sanırım…

“Eşi alıyoruz değil mi?” deyince o “sen münasip görmüşsün. Almazsam olmaz” dedi.

Eşi gülümseyerek “benim beğendiğimi beğendiğin için teşekkür ederim” dedim. Bu sırada onlara gülümseyerek bakan tezgahtar kıza eşi “bunu alıyoruz” dedi. Tezgahtar kız “amcayla ne güzel anlaşıyorsunuz” dedi ve montu bir naylon torbaya koyup “kasandan alırısınız” dedi.

Kasa önünde uzun kuyruk vardı… Eşi “istersen sen dışarıda bir yere otur, ben kuyruğa gireyim. Sen bana kartını ver” dedi.

Hastafendi “ne güzel parayı ben ödeyeceğim. Sen alıvermiş yapmış olacaksın” diyecekti; eşinin bir yerden geliri olmadığı aklına gelince lafını yuttu

“Peki ben dışarı çıkıyorum. Az önce oturduğum yerde bir yere oturup seni bekleyeyim” dedi ve dışarı çıktı. Baktı az önce kalktığı bankta iki kişi oturuyordu. Gitti, oturanlara selam verip oturdu. Oturanlar selamını almış; sanki laf atmak için ona bakıyorlardı. O böyle düşündüğü için onlara biraz sırtını dönüp yukarı doğru giden sokağa bakmaya başladı.

Sanki bayram arifesi gibi her yerde ‘mıh’ gibi insanlar habire kaynaşıyordu.

Onlara bakarken içinden “bu insanların hepsi ayrı bir yerlerden… Ama hepsi doğma büyüme buralı gibi alışkın adımlarla dolaşıyorlar” diye geçirdi.

İstanbul’da hemen herkesin biraz tanıştıktan sonra “aslen nerelisin?’ dediği aklına gelince gördüğü kalabalığın aslen bir yerlere bağlı olup, sonradan İstanbul’a geldiğine adeta ikna oldu.

İçinden “acaba içlerinde doğma büyüme insanlar var mı?” diye geçiriyor, etrafta kaynaşan insanlara bakarken ‘doğma büyüme İstanbullu olanları tahmin etmeye çalışıyordu.

Gözünün kuyruğuyla yandaki adama bakınca göz göze geldiler.

Kır saçlı, zayıf yüzü olan, renkli gözlü kendinden oldukça yaşlı bir beydi...

Gülümseyerek bakarken elindeki bastonu işaret edip, “ha bunu çok erken almışsın eline” dedi.

Hastafendi adamın bu sözüne bozulmuştu; ama belli etmeden “hu bunu almanın yaşı kaç beyefendi?” deyince kır saçlı adam gülümsemesini hafiften kahkahaya çevirdi “Ne kızaysun yeğenim?” dedi.

Adamın hoş hali, Karadeniz şivesi Hastafendinin hoşuna gitmişti.

Gülümseyerek “hastayım, ondan bastonsuz yapamıyorum beyefendi, anlatabildim mi?” dedi.

O öyle söyleyince adam birden durgunlaştı “kusura kalma yeğenim. Orda öyle dalmış bakaysun da, laf atayum dediydum. Hani konuşmak için da” dedi.

Bu şekilde sohbet başlamıştı…

Adam Sürmeneliymiş. Adı Sefermiş. Eskiden herkes ona Sefer usta dermiş. Hacıya gidip gelince olmuş ‘Hacı Sefer’ Artık herkes ona ‘Hacı Sefer’ demeye başlamış.

Bunu söyledikten sonra gülümsedi. “yani senin anlayacuğun kırk yıllık Sefer oldi Hacı Sefer” dedi.

İstanbul’a altmış iki yılında babasıyla birlikte ailecek gelmişler.

Yani ‘İstanbul’un taşı toprağı altın’ deyip buraya gelen herkes gibi aynı umutlarla gelmişler.

“Gelduk bu pok yiyen yer bakdık ki! Altun maltun yok. Çalışırsan doyaysın. Yoksa acundan kebersen kimse bakmayu” dedi.

Babası inşaat ustasıymış…

Bunlar dört oğlan üç kız kardeşmiş. Oğlanların hepsi baba mesleğini meslek seçmiş. Kız kardeşlerini de hayırlısıyla baş göz etmişler.

“Yani yegen boyle geldik bu pok yiyen yere. Geluş o geluş. Kazık çaktık buraya da” dedi.

O bunları anlatınca Hastafendi çıktığı İstanbul yolculuğunda yeni yol arkadaşı bulmanın sevinciyle “siz geldiğinizde İstanbul bu kadar değildi herhalde” diye kışkırtıcı bir laf attı. Aslında İstanbul’un yıl yıl nüfusunu, altmış iki de nüfusun kaç olduğunu biliyordu.

Ama kışkırtması işe yaramıştı. Hacı Sefer veya Sefer Usta o böyle deyince bir şeyler bilip söylemenin heyecanıyla “yok be yegen. İstanbul o zaman ha pu kadar” derken iki avucunu açıp göstermişti. “ne oldiyse çok sonra oldi. Biz geldiğimizde ha buralar yok idi. Hep bağ bahçeyidi buralar. Zengin evleri varidi. Biz geldik Üsgüdar’a. Orada babamun emice oğli varidi. O karşiladi bizi.

Üç beş gün onda kaldik. Ev eve üstünde olmayu. Babam gitti bir ev tutti. Oradan başladuk işte. Önce başkalarının inşaatlarında çalıştuk. Sonra yap sata girduk. Yani mutayit olduk senin anlayacağun. Oyle de kaldık” dedi.

Hastafendi “nerelerde inşaat yaptınız?” diye sordu. O “her yerde. İstanbul bom boş idi. Ankara yolunda fabrika inşaatları varidu. Oradan başladuk işe. Sonra Pendik civarında, floryada ha buralarda çok inşaat yaptuk. Benim bu gördiğin çok inşaatta imzam varidur. Yani İstanbul’i biz kurduk desek yalan olmaz da” dedi.

Zaten inşaat tayfasının çoğu Karadenizliymiş. “Bizim insanumuz gurbetçidir. Burada çok hamşerum var” dedi.

Hastafendi “ama İstanbul’da en çok Sivaslı varmış” deyince o gülümsedi “kim saymuş ki buni. Doğri bizden sonra o taraftan çok gelen oldi. Amma bana göre İstanbul Karadenizlilerden sorulmali. Çünkü biz kurdik bu şehri” dedi.

Babası ‘Hakkın rahmetine kavuşunca’ kardeşleri birbirinden ayrılmış. “Artıkın hepimiz eyi yüzüci olmuş idu. Deduk; ‘herkes kendi takasinin kaptanu olsun. Sadece dalgada hasar görene yardım edelum.’ Boylece herkes kendi işini kurdi. Hepsi mutayıt oldi.

Benim de üç oğlan oldi. İkisunu okuttim. Muyendis oldi. Oteki benim yanumda kaldi.

Sonra muyandıs olanlar gelince birlikte şirket kurdilar. Penu emeklu ettiler. Oyle oldi” dedi.

Oğlanlar işin başına geçince Sefer Usta ‘almış kariyi gitmiş haciya’

“Boylece Sefer Usta Oldi Hacı Sefer” dedi.

Hastafendi “Sefer amca onca yıldır İstanbul’dasın ama şiven hiç değişmemiş” deyince o yine hafif kahkaha attı. “Nasul değişsun yegen. Ana dilum da. İnsana anasından iki miras kalur. Biru ana süti, oteki de ana dilu” dedi. (devam edecek)

 

 

 

 
Toplam blog
: 182
: 232
Kayıt tarihi
: 12.02.13
 
 

Sanat Enstitüsü yapı bölümünden 1967 yılında Denizli'den mezun oldum. Buca Mimar Mühendislik Özel..