Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Haziran '10

 
Kategori
Öykü
 

Öyle yazılmıştı kaderleri (III)

Öyle yazılmıştı kaderleri (III)
 

Onca ağırlığında gerçeğin !


 

Neredeyse kırk yıldır evliydiler ve karısına ilk kez yalan söylüyordu. İçinin sızladığını hissetti. Ama onu ve ailesinin geri kalanını korumak adına bu seyahate yalnız çıkmalıydı. Coventry'de yaşayan bir arkadaşının sağlık durumu iyi değildi, hastanedeydi ve Makis'i görmeyi arzuluyordu. Ağzında geveleyerek Judith'e söylediği masum yalan buydu. "Merak etme, varınca ararım; akşama da dönerim karıcığım." demişti. Emindi, bütün gün Gina ile onu çekiştireceklerdi. Bugüne dek yalnız çıktığı tek seyahat Selanik seyahatleriydi ve bunca yıldır arkadaşlarıyla tek paylaşımı da, yılda 1-2 kez gittiği Old Street'teki Bavarian Beerhouse'du. Hepsi Alman birasını çok severdi. Bu mütevazı sosyal yaşamını elbette Judith de biliyordu ve o nedenle, "ben Coventry'e gideceğim." dediğinde, yüzünde anlamsız ve şaşkın bir ifade oluşmuştu.

Victoria Line'ı hiç böyle kalabalık görmemişti. Gerçi hiç bu saatte de metroya binmemişti. Ayakta kaldı; ama gideceği yer zaten topu topu üç istasyondu. Euston'da inip, British Rail'le 07:43'de Birmingham'a hareket edecekti. Daha önce Birmingham'a hiç gitmemişti. İki gün önce biletini alırken sormuş ve yolculuğun 1.5 saat süreceğini öğrenmişti. Bileti evde saklamakta oldukça zorlanmıştı. Sonunda, Terry Goodkind'in Naked Empire adlı kitabının içine koymuştu. O kitabı Babalar Günü'nde Gina hediye etmişti. 17:30 treniyle de dönmeyi planlıyordu. Herhalde dönebilirdi.

Selanik'e yaptığı son seyahatten bu yana yedi ay geçmişti. Agape'nin anlattıklarının etkisinden günlerce kurtulamamıştı. Judith ve Gina onun için çok endişelenmişti. Hatta Chris bile, "dede neden hiç konuşmuyorsun?" demişti. Oysa sorun kendisinde değildi. Kendi ruhu rahatlamıştı. Harika bir anneye sahip olduğunu düşünüyor ve annesine hak da veriyordu. O'nu huzursuz eden, vicdanını sızlatan; Madge'in durumuydu. Son birkaç aydır gerçeği onun da bilmesi gerektiğine inanıyordu ve Madge'e gitmeye karar vermişti. Ama onu kolay bulabilecek miydi? Tek bildiği, Birmingham Üniversitesi'nde öğretim üyesi olduğuydu. Ve karşısına oturduğunda, anlatmaya nereden başlayacaktı? Hadi Madge ikna ve mutlu oldu, sonrasında bu durum Agape'ye nasıl anlatılacaktı? Cevapları yoktu. Avuçları ve şakakları terliyordu.

Tren tam zamanında kalktı. Vagon pek dolu değildi. Sağ ön tarafta iki genç oturuyordu. Aslında kendilerini görmüyordu; ama koltuğun üstünden görünen mavi-kırmızı saçlarından onların genç olduklarını tahmin ediyordu.

Trenden inince taksiye binecek ve doğruca üniversiteye gidecekti. Herhalde Madge'in ismini vermesi yeterli olurdu. Madge kim bilir ne kadar şaşıracaktı. Bir anlam da veremeyecekti. Söze nereden başlayacağına bir türlü karar veremiyordu. Madge bir şok yaşayabilirdi.

"Bayım!"

Dışarıda hızla kayan binaları, ağaçları takip etmeye çalışan gözlerini; yanında dikilen üniformalı gence ve servis arabasına çevirdi.

"Bayım, çay ya da kahve ve yiyecek ister misiniz?"

"Limonlu bir Earl Grey lütfen."

Daha ilk yudumda söze nasıl başlayacağına karar verdi.

"Madge, ne kadar eskirse eskisin; inandığın gerçekler gerçek olmayabilir." diyecekti.

09:10'da Birmingham New Street İstasyonu'na vardı. Heyecanı artmaya başlamıştı. Yedi ayda birçok şey değişmiş olabilirdi. Madge dünyanın herhangi bir yerinde konferansta olabilirdi, bugün okula gelmemiş olabilirdi, başka bir okula atanmış da olabilirdi. Karamsarlığından sıkıldı. Madge'i bulamasa bile şu andakinden daha çok bilgiye sahip olabileceği düşüncesiyle rahatladı. Hiç değilse telefonunu öğrenir ve bir dahaki sefer randevu alır gelirdi. Aslında derinlerinde büyük bir tedirginlik ve korku yaşıyordu. Babasını çok seven, annesi sandığı kadını da kötü bilen bir kadına bunun doğru olmadığını söyleyecekti!

Kuyruğun başındaki siyah Austin taksiye bindi. Elinde Madge'e hediye aldığı Leonidas Marzipan vardı. Nedense ona Gianduja almak istememişti.

"Üniversite ne kadar uzakta buradan?" diye sordu şoföre.

"Edgbaston Kampüs'e gidiyoruz, değil mi efendim? Sadece 10 dk."

Hemen varacak olmaları heyecanını artırdı. Üzerindeki korku bulutları gittikçe kalınlaşıyordu. Judith'i araması gerektiğini hatırladı. "Canım, Coventry'e vardım, şimdi taksideyim ve hastaneye gidiyorum." dedi. Taksi şoförü anlamaz gözlerle dikiz aynasından ona bakıyordu ve hızını düşürmüştü. Müşterisinin Coventry yerine yanlışlıkla Birmingham'a geldiğini ve hastane yerine de üniversiteye gittiğini düşünüyordu! "Siz bakmayın benim öyle konuşmama, üniversiteye gidiyoruz. Karıma, Birmingham'a güzel bir bayanı ziyarete gidiyorum diyemezdim." gibi garip bir espri yaparak heyecanını yatıştırmayı denedi. Şoför aynadan bir şaşkın bakış daha attı.

Kampüsün önünde taksiden indi. Verdiği bol bahşişi, emindi; sus payı olarak düşünmüştü şoför !

Binadan içeri girdi, danışma bankosunun önünde sırasını bekledi. Camdan dışarı baktı. Cıvıl cıvıl sesleri geliyordu çocukların. Kendi okul yıllarını hatırladı. Çok hareketli bir çocuk değildi. Arkadaşları da onunla vakit geçirmekten pek hoşlanmazdı.

"Buyrun efendim, nasıl yardımcı olabilirim size?" diyen görevli onu hatıralarından uzaklaştırdı.

"Şeyy! Ben bir öğretim üyesini arıyorum; ama sadece adını biliyorum. Adı Madge."

"Efendim, kampüsümüzde iki Madge var. Prof. Madge Cooper ve Dr. Madge Thompson."

"Benim aradığım bayan 60 yaşın biraz üzerinde ve beyaz saçlı."

"Tamam, Prof. Madge Cooper. Hukuk Fakültesi R1 Blok. Chancellor's Court'un önündeki bina, 2. kat."

Hava gittikçe soğuyordu. Noel'e de 1 ay kalmıştı. Madge'e anlatacakları tatlı ya da tatsız bir Noel armağanı olacaktı ! Aslında vazgeçmek için bahane arıyordu. Binaya vardı ve yavaş adımlarla ikinci kata çıktı. Karşıdan gelen bir çocuğa Madge'in odasını sordu. Kapısında Prof. Madge Cooper yazan odayı bulmakta zorlanmadı. Ürkerek iki defa çaldı kapıyı. Ses yoktu. Kapıyı açıp içeri bakmalı mıydı, yoksa beklemeli miydi; bilemedi. Yine terlemeye başlamıştı.

Yabancısı olmadığı bir ses onu kendine getirdi.

"Beni mi aramıştınız?"

Başını yavaşça sesin geldiği yöne çevirdi. Bembeyaz saçlar yine özenle taranmıştı. Yüzünde de tatlı bir tebessüm vardı Madge'in.

"Aa, ben sizi nerden tanıyorum? Şimdi çıkartacağım, 1 dakika! Evet evet, Atina'ya birlikte uçmuştuk, değil mi? Mares miydi adınız?"

"Hatırlamanıza sevindim Bayan Madge. Ben Makis."

"Sahi ya, Makis! Lütfen bana Madge de. İsmimi de unutmamışsın. Bu sürprizi neye borçluyum? Lütfen içeri gel." derken, hiç de yaşından beklenmedik bir çeviklikle açtı kapıyı.

"Kahve?"

"Lütfen, sade ve şekersiz. Size meyveli marzipan getirdim." derken, Leonidas kutusunu masanın kenarına koydu.

"İkimizin de pek ihtiyacı yok gerçi; ama teşekkürler, kahveyle yeriz. Üniversitede bir yakının filan mı var Makis? Nedir seni buralara getiren?"

Kaçamak bakışlarla odaya göz gezdiriyor, masadaki fotoğrafların kimlere ait olduğunu anlamaya çalışıyordu. Avuçları terden sırılsıklam olmuştu. Kalbi de yerinden çıkacak gibiydi. Gözlerini Madge'den ayıramıyordu. Bakıyordu; ama sanki görmüyordu!

"Makis, iyi misin? Neyin var, neden konuşmuyorsun?"

"Şu beyaz saçlı adam Harold mı?" diye sordu, hafifçe sararmış bir fotoğrafa bakarak.

"Evet, o babam. Diğerleri de eşim, oğullarım, gelinlerim ve torunlarım. Ama bir dakika, sen, sen nerden biliyorsun babamın adını? O gün uçaktaki sohbetimizde mi söyledim?"

"Yoo hayır, söylemedin."

"Sanırım otursam iyi olacak. Ne anlatmaya çalışıyorsun bana Makis? Meraklandırma beni."

"Aylardır buraya gelip gelmemek için kendimle mücadele ediyorum. Öyle zor bir karardı ki sana gelmek. Biliyorsun, Atina'ya indikten sonra ben Selanik'e devam edecektim ve seninle ayrıldık. Asansöre bindiğinde bana ne söylediğini hatırlıyor musun ?"

"Evet, annene sor bakalım benim cadıyı tanıyor muymuş, adı Agape gibi bir şeyler söylemiştim sanırım. E n'oldu, yoksa sordun mu; tanıyor muymuş, sağ mıymış?"

Cebinden çıkardığı mendille yüzündeki teri sildi. Titreyen eliyle kahve fincanını tutmakta zorlanıyordu. Yerinden kaldıramadı. Madge masasından kalkıp Makis'in karşısındaki koltuğa oturdu. Hiçbir şey söylemeden Makis'in yüzüne bakıyordu. Birkaç kez konuşmak için ağzını açtı Makis; ama sesi çıkmıyordu. Koltukta dikildi, bir kez daha sildi yüzünü; tüm gücünü topladı.

"Madge, ne kadar eskirse eskisin; inandığın gerçekler gerçek olmayabilir." dedi.

"Ne demek bu?"

"Madge! Agape benim annem."

Gözlerini kırpmıyordu kadın. Hiçbir tepki vermiyordu. Kahvesinden bir yudum aldı, "bu nasıl olabilir?" dedi çatallaşan bir sesle. Gözleri doldu, masanın üzerindeki kağıt mendil kutusundan bir öbek çekti.

"Yani sen, sen benim kardeşim misin Makis? Bu gerçek mi? Yok canım, nerden bilebilirsin ki? Tek Agape senin annen mi? Ama isimlerimiz! Baksana, ne kadar da uyumlu. Madge ile Makis! İnci ile melek! Tanrım!!"

"Anlatacağım Madge, hepsini anlatacağım. O nedenle buradayım. Lütfen sabret. Ben yedi ay sabrettim, lütfen sen de beni dinleyecek kadar sabırlı ol. Nispeten rahat dinleyebilmen için şunu baştan söyleyeyim ki; evet, annen bildiğin kadın, Harold'un eşi Agape benim annem. Ama senin annen değil. Çok şaşırdığını görebiliyorum; ama az sonra sen de anlayacaksın."

"Doğru mu duydum? Babamın eşi Agape senin annen ama benim annem değil ! Sen mi bunuyorsun, ben mi Makis?"

"Şu tanrının işine baksana Madge. O gün uçakta yanıma oturmasan ya da sohbet etmesek; asansörde, "benim annem Agape." demesen bugünü yaşamayacaktık. Ama itiraf edeyim: Sen asansörde "Agape." deyince şok oldum. Çünkü çok yaygın bir isim değildi. Babamla birlikte büyümüşlerdi ve birbirlerine deli gibi aşıktılar, sevgi dolu bir insandı annem ve asla minicik bebeğini terk edecek bir kadın olamazdı; yani senin annen Agape benim annem Agape olamazdı. Ayrıca annem hayatı boyunca İngiltere'ye hiç gitmemişti. Ama yine de endişelenmedim desem yalan olur. Çok yaşlanmıştı; ama aklı, hafızası yerindeydi. Konuşurken birden, anne sen hiç Girit'te bulundun mu dedim. O beni tanıyorsa, ben de onu tanıyordum. Bana bakışları değişti, heyecanlandı ve benden elli yıl boyunca saklanan sırrı yavaş yavaş anlattı. Ne hale geldiğime inanamazsın! Aslında anlatılanları unutmaya karar vermiştim; ama vicdanım rahat vermiyordu. Senin de gerçeği bilmeye hakkın vardı. Şimdi, annemin bana anlattıklarını ben de teker teker sana anlatacağım Madge."

Saatler boyu konuştular. Madge kâh ağladı, kâh gülümsedi. Odanın içinde turlar attı. Kapıyı açıp dışarı çıktı, sonra yine geri geldi. Telefonları açmadı. Merak edip gelenleri geri gönderdi. Derslerini kaçırdı. Odanın kapısını kilitledi, kapının önü kalabalıklaştı. Saat 2 olmak üzereydi. Son bir saattir her ikisi de ağlıyordu. Gözleri birleştiğinde birbirlerinden korktular! Gözleri ağlamaktan kıpkırmızı olmuştu. Önce Madge kalktı ayağa ve Makis'in yanına geldi. Sarıldılar. Dakikalarca sarılı kaldılar.

"Ma Makis, o benim annem ve sen de benim kardeşimsin. Canım o benim. Bunca yıl onu nasıl da kötü bildim? Meğer ne iyi bir insanmış. Hiç affetmeyeceğim kendimi. Nefret ediyorum babamdan. Tanrıya şükür ki yaşıyor. Hemen yarın Selanik'e gideceğim Makis. Ellerine, boynuna sarılacağım. Bir daha da hiç ayrılmayacağım ondan."

"Madge Madge! Sakin ol canım. O 90 yaşında bir insan. Evet, çok güçlü; ama bunca yıl sonra seni görmek onda beklenmedik bir etki yaratabilir. O'na birlikte gitmeliyiz. Ben şimdi Londra'ya dönüyorum. Akşam erken yatıyor; ama yarın onu arayacağım ve hafta sonu da birlikte gideriz, tamam mı?"

"Peki Makis. Haber bekliyorum senden."

Sarıldılar birbirlerine. Odadan birlikte çıktılar. Kapının önünde öğrenciler ve meslektaşları vardı. İki eliyle gözlerini sildi Madge ve "sizleri endişelendirdim; ama kardeşim Makis'i takdim edeyim sizlere. Çok uzun zamandır görmüyorduk birbirimizi." dedi. Herkes rahatladı.

Madge, okulun çıkış kapısına kadar eşlik etti Makis'e. Taksiye binmeden önce yine sarıldılar birbirlerine. "Madge, ben ailemin hiçbir ferdiyle henüz bu durumu paylaşmadım. Nasıl karşılayacaklarını bilmiyorum. Neyse, ben biletleri alır, sana haber veririm; Heathrow'da buluşuruz kardeşim." dedi. Farklı bir heyecan sardı dönüş yolunda. Yüzündeki tebessüm de hiç gitmiyordu. Eve vardığında saat 8'e geliyordu. Gülerek kapıyı açan Judith'e gülerek karşılık verdi ve sarılıp öptü. Bu da pek sık yaptığı bir şey değildi ve Judith yine şaşırdı.

"Anlaşılan, arkadaşının sağlığı da senin keyfin de yerinde."

"Evet canım, O çok iyi ve ben de mutlu oldum tabii ki."

Heyecanla girdi yatağa. Müthiş bir gün geçirmişti ve yarın annesini arayacağı için seviniyordu. Kim bilir hafta sonu ne kadar mutlu olacaktı. Peki, Judith'e ne zaman söyleyecekti? O'nunla konuşmayı Selanik dönüşüne bıraktı. "Cumartesi anneme gideceğim." dedi karısına, iyi geceler öpücüğü alırken. Gözleri kapandı yorgunluktan.

Judith, kocasını doktora mı götürmeli acaba'yı düşünmeye başlamıştı !

Sabah erkenden dükkana gitti Makis. Bugün Chris de gelecekti. O gelmeden annesini aramalıydı. Dün yaşadıklarını düşündü. Madge harika bir insandı ve kendisini kardeşi gibi görmek istiyordu. Bu düşünce onu mutlu etti.

Uzun uzun çaldı telefon. "Nerede bunlar?" diye merak etmeye başlamışken Maria'nın sesini duydu.

"Kali mera Maria."

"Kali mera Makis."

"Annem nasıl? Versene sesini duyayım."

"Uyuyor Makis. Uyanınca biz seni ararız, tamam mı?"

"Maria, Cumartesi oraya geliyorum; ama yalnız değil, bir de misafir getiriyorum. Eminim, annem çok mutlu olacak."

"Aa, yoksa Chris'i mi getiriyorsun? Yazın doyamadık zaten. Kim bilir ne kadar sevinecek annen."

"Bilmem artık, sürpriz."

Seyahat acentasını arayıp, yerlerini ayırttı. Sonra da Madge'i arayarak uçuş saatini söyledi. Heathrow'da buluşacaklardı. Çok mutluydu. Kasanın önüne gelen müşterilerle şakalaşıyor, gülümsüyordu. O'ndaki değişikliği tek fark eden Judith değildi. Az sonra gelen Gina da, "baba, neler oluyor, sana neler oluyor?" dedi.

"E, mutluyum kızım. Muhteşem bir ailem ve dünya tatlısı bir torunum var."

"Bu kadar yani !"

"Chris, bak şu sağdaki rafta duran çubuk şekerleri gördün mü?"

"Şu kıymızı olanlay mı dede?"

Çılgınca yağan yağmur dükkanın camlarına vuruyordu. Belli ki bu kış sert geçecekti. Artık Madge de var olduğuna göre acaba annesi İngiltere'ye gelmeyi kabul eder miydi? Varsın Madge'le Birmingham'da otursundu, her hafta annesini görmeye gidebilirdi. Hatta onlara da kalmaya gelirdi. Maria'yı da alırlardı. Bu düşünce onu çok sevindirdi. Keyifle kapadı dükkanı.

Judith artık devamlı gülümseyen bir Makis'le yaşaması gerektiği gerçeğine kendini inandırmaya başlamıştı.

"Çok acıktım hayatım." derken karısını öptü.

Judith, Makis'in tabağına musakkayı koyarken, "bugün annen aradı." dedi.

"Aa, sahi mi? Bak şu Agape'ye. Ben aradığımda uyuyordu ve uyanınca da beni değil, seni aramış!"

"Sürpriz bir misafir götürecekmişsin. O da benim ağzımdan laf almak istedi."

"Doğru ya, sana söylemeyi unuttum hayatım. Coventry'de bir ortak arkadaşımızla daha karşılaştım. Stavros. O da Selanikli ve annemi de çok iyi tanıyor. Az yemek yememiştir evimizde. O da bugünlerde Selanik'e gitmeyi düşündüğünü söyleyince, hadi beraber gidelim dedim. Annem de çok şaşıracaktır. Aman canım, Ana Kraliçe bir daha ararsa sakın ağzından kaçırayım deme."

Karısına yalan söylemekten nefret ediyordu. Bu duruma bir an önce son vermeliydi.

"Pilav da ister misin yanına?" dedi Judith, yüzünde kocasını anlamaktan vazgeçen bir ifadeyle.

Duş alıp, erkenden yattı. Düşünceleriyle kalmak hoşuna gidiyordu. Judith'in düşüncelerinden öyle uzaktı ki.

Günler geçmiyordu. Oysa bir an önce cumartesinin gelmesini istiyor, Madge'i ona götürmek için sabırsızlanıyordu. Annesinin Gianduja'sını da çoktan hazırlamıştı. Çalan telefonla düşüncelerinden uzaklaştı.

"Kali mera Makis."

"Günaydın Madge."

"Çok heyecanlıyım. Bir sürü hediye aldım anneme. Maria'yı da unutmadım tabii. Bundan sonra öyle uzakta yaşamasına izin vermeyeceğim, onu İngiltere'ye alacağım. Bu arada, bizimkiler de bana garip garip bakmaya başladılar. Çünkü olur olmaz yerde gülüyorum, aklım karışık, konuşulanları duymuyorum filan. Ve ben de onlara henüz bir şey anlatmadım. Döndükten sonra hepsini toplayıp konuşacağım. Bu arada, büyük gelinimin bana ne sorduğuna inanamazsın. Anne yoksa hayatında biri mi var dedi. Düşünebiliyor musun Makis, şimdi bizi havaalanında birlikte görseler; kimseye açıklayamayız bu durumu."

"Haklısın Madge. Kızım ve eşim de bir şey söylemiyorlar; ama onların da kafasında benzer şeyler olduğuna eminim. Neyse, umarım annemi İngiltere'ye gelmeye ikna edebilirsin. Ben bunu ne yazık ki başaramadım. Gerçi artık sır diye de bir şey kalmadığına göre ve sen de var olduğuna göre; gelmek isteyebilir. Chris'i de çok özlüyor zaten. Hem artık başka torunları da var."

Dükkanı sabah bir an önce açmak, akşam da bir an önce kapatmak istiyordu Makis. Yayaya kırmızı yandığını fark etmeyince az kaldı eziliyordu. Bundan Judith'e bahsetmeyecekti. Karısının onun için çok endişelendiğini ve kafasında onlarca soru işareti taşıdığını biliyordu; ama hele bir Selanik'e gidip gelsinlerdi, ona her şeyi anlatacaktı, Madge ile de tanıştıracaktı. Evde pek az konuşuyorlardı artık. Akşam yemeğinde avgolemono ve mantar sote vardı. Karısının yaptığı yemeklere serenadlar yapan bir adamdı Makis; ama karısının tanıdığı Makis'in yerinde yeller esiyordu artık!

"Bugün Gina senin için endişelendiği söyledi. Ben de endişeleniyorum. Çok garip davranıyorsun. Neyin var Makis? Coventry'den döndükten bu yana çok farklı bir Makis oldun. Chris bile anlıyor sendeki değişikliği."

"Canım, kafamda binbir düşünce var, haklısın. Annem çok yaşlandı. O'nu da düşünüyorum. E ben de yaşlandım. Böyle durmadan git-gel olmuyor. Bu düşünceler de bazen beni günlük yaşamdan koparıyor işte. Bana biraz anlayışlı olur musun bu günlerde? Söz veriyorum, yakında eski Makis olacağım."

Judith yerinden kalktı ve gelip kocasına sarıldı.

"Seni seviyorum Düşünen Adam. Rodin boşuna uğraşmış!" dedi ve çorbalı dudaklarından öptü.

Karısının masayı toplamasına yardım etti. Kahvelerini içtiler ve erkenden odalarına çekildiler. Karısına sarılarak ve boynunu koklayarak uyumayı severdi. İlerleyen yaşına rağmen hâlâ çok alımlı bir kadındı Judith. O yemyeşil gözlere vurulmuştu. Bir ömür o gözleri takip etmeye söz vermişti kendine. Gina da tıpkı annesine benziyordu ve damadı hep, çok şanslı olduğunu söylerdi. Hatta bazen Gina'ya, "annen senden daha güzel." diye takılırdı.

"Makis! Makis, kalk!"

"N'oluyor? N'oldu Judith, sabah mı oldu?"

"Yok, daha sabahın üçü! Telefon çalıyor!"

Yataktan gözleri kapalı çıktı Makis. Dizini şifonyerin kenarına vurdu, acısını içine gömdü. O şifonyerin oraya konmaması gerektiğini defalarca söylemişti karısına; ama kadınlara söz geçirmek her zaman mümkün olmazdı.

"Alo! Kimsiniz?"

Telefondan çığlıklar, ağlama sesleri geliyordu! Gözleri açıldı Makis'in.

"Ma Makis! Makiisssss...!"

Ağlamaktan konuşamıyordu telefondaki kadın. Bu sesi tanıyordu!

"Maria! Maria! N'oldu, anneme bir şey mi oldu? N'oldu Maria? Tanrım, konuşsana Maria."

Hıçkırıkları yürek deliyordu!

"Ahh Makissss! A Aga Agape öldüüüü!!"

 
Toplam blog
: 462
: 1159
Kayıt tarihi
: 07.03.09
 
 

Ne güzel bloglar yazdık, ne muhteşem dostluklar kurduk; onlar kaldı baki... ..