Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

07 Haziran '07

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Oynamak Gerek!

Oynamak Gerek!
 

Sevgili Nazan Köseoğlu’nun 04/06/2007 tarihinde yazmış olduğu "Oynayalım" başlıklı blogunu okurken, şimdiki çocukların bireysel oyunları ve paylaşımdan uzak yaşam tarzlarıyla, bizim çocukluğumuzun arasında ne kadar fark olduğunu bir kez daha düşündüm. “Draculacılık” ya da “Dedektifçilik” gibi, belli bir kurgusu olan, aynı zamanda da tiyatral yeteneklerin, makyaj , kostüm vb. gibi unsurların farkında olmadan ön plana çıkartıldığı oyunlar oynarmış Nazan ve arkadaşları. Tabii onları okuyunca , kendi oyunlarım aklıma geldi ister istemez… Nazan’ın da iznini alarak, onun yazısının devamı niteliğinde, kendi oyunlarımı paylaşmak istedim sizlerle.

Çok çocuklu ailelerde , oda sorunu her zaman olur , tahmin edilebileceği üzere… Bizimkiler de bu sorunu ranza ile çözmüşlerdi o yıllarda.Ranzanın kenarlarını, bir çarşaf ya da battaniye ile kapatırdık. Ayak ucu tarafına, ranzaya yakın olarak iki tane sandalye koyardık. Sandalyeler atımız, ranza da arabamız olurdu ! Sandalyelere bağladığımız ipler gem görevi görürdü. Ranza ve sandalyelerle yarattığımız at arabamız buram buram “Küçük Ev” kokardı…Belki de babamın o zamanlar sıklıkla izlediği Western filmlerin etkisinde kalmıştık, bilemiyorum… Mutfakta ne kadar tabak çanak varsa hepsini doldururduk arabamızın içine. Hatta erzak dolabından pirinç, şeker, bulgur da koyardık Ne de olsa uzun yola çıkacağız, yolda açlıktan ölmek de istemeyiz haliyle… Giysi dolabımızdan, iç çamaşırı, pantolon, kazak ve çoraplardan oluşan minik bir bohça hazırlardık her birimiz. Ranzanın ucuna ablam ve ben oturur, elimizdeki iplerle atlarımızı (!) yönlendirirdik “Dehhhh”, “Hoooo oğlum!” çığlıklarıyla… Bazen birimiz dinlenmek için arabaya girer ve biraz kestiriyormuş gibi yapardı. Diğeri ise büyük bir ciddiyetle atları sürmeye devam ederdi. Bu oyun, annemin odamıza gelerek “Yine mi mutfağı ayağa kaldırdınız!” şeklindeki fırçasıyla biterdi…Aynı malzemenin sandalyesiz olanıyla da, güya bir savaş anında sığınakta geçirdiğimiz zamanı hayal edip, oynardık. Nükleer tehditin taa o zamanlardan farkındaymışız sanırım…

1975 yılında evimize ilk defa televizyon gelmesinden sonraki zamanlarda, en gözde oyunumuz “Spikercilik”ti… Büyük bir mukavvayı TV şeklinde kesmiş, kenarına bir takım düğmeler ve iki yanına hoparlörler çizmiştik. Birimiz oturur, seyirci rolünde olurdu. Diğeri de o mukavvadan yapılı televizyonun içine girer , ev halkıyla ilgili haberleri sunmaya başladı: “İyi akşamlar sayın seyirciler! Bugün Yeşim , evdeki vazoyu bir ayak darbesiyle kırdı. Bunu duyan annesi doğruyu söylemesi nedeniyle çok fazla kızmadı!” ya da “İyi akşamlar sayın seyirciler. Bu akşam babam bizi Kaptan Kirk’e benzeyen amcanın olduğu lahmacuncuya götürecek” türünden, güncel haberler verirdi. Ara sıra sesini açıp kapar gibi yapardık Senkronizasyonu tutturamadığımızda deliler gibi gülmeye başlardık. Hatta ilerleyen zamanlarda gene mukavvadan kamera bile yaparak, minik bir TV stüdyosu kurma başarısını da göstermiştik. Ne yazık ki izlenme oranlarımız oldukça düşüktü; battık…

Kardeşimin biraz büyüdüğü, ama artık benim cin fikir olduğum yaşlarda, onunla “Doktorculuk” oynardık. Tabii siz benim o zaman da doktor rolünü seçtiğimi sandınız, ama yanıldınız. Ben hep hasta rolünü tercih ediyordum. Çünkü bu oyunda doktor, hastasına bir dizi estetik ameliyat yapıyordu. Ben de çocukluğumdan beri, saçımla , ellerimle ya da yüzümle uğraşılmasından çok hoşlandığım ve bu hoşlanmadan dolayı ensemde bir karıncalanma hissettiğim için , her seferinde hasta rolüne bürünüyordum. Kardeşim ameliyata başladığında , uykudan kapanmak üzere olan gözlerimi hafifçe aralayıp “Yavaş ve dikkatli yap!” , “Saçlarımı beğenmedim , bir daha!”, “Burnum olmadı!” gibi bahaneler bularak, ameliyat süresini elimden geldiğince uzun tutmaya çalışırdım. “Yaa abla sıkıldım artık ben!” diye sızlanmaya başladığında da, “Hadi bakayım devam et” diye direktifler yağdırmaya devam ederdim. Daha sonraları, yaptığım numaraların farkına vardı ve bu oyun da o dönem için bitti. ( Sonra aynı numarayı büyük ablamın oğlu Barış’a da uyguladım. Şimdi de aynı oyunu hayata geçirmek için, İdil’in biraz daha büyümesini sabırla bekliyorum.)Kardeşimle bu oyunu tükettikten sonra, artık çaresiz bir şekilde, harçlıklarımdan biriktirdiğim paraların bir kısmını vererek kendimi ameliyat ettirmeye başladım. Eee ne de olsa, o da büyüyor ve akıllanıyordu! Böylece , sağlıkta özelleştirmenin ne demek olduğunu küçük yaşta öğrenmiş olduk.

Babamın Almanya’dan getirdiği o harika bebeklerin saçlarını denek olarak kullandığımız “Kuaförcülük” oyunumuzdan , gene aynı zamanda kardeşime gelen trenle -kardeşim hariç- hepimizin büyük bir hevesle , tüneller falan kurarak oynamalarımızdan bahsetmeyeceğim. Evde kendi kendime çıkarttığım gazetem ile ilk ve son “Gazetecilik” deneyimimi eski bloglarımdan birinde anlatmıştım. İyi ki de o zamanlarda biz çocukmuşuz. Tadına varıncaya kadar oynamışız. Sokaktaki oyunlarım ise evlere şenlik. Onlar için yeni bir blog gerekecek sanırım. Şimdi ben gidiyorum…Sokakta görüşürüz…Beni fazla bekletmeyin:)

Nazan’ın bahsettiğim blogunu okumak isteyenler için

http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=44503

Gazetecilik deneyimimi merak edenlere

http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=9225

 
Toplam blog
: 78
: 1658
Kayıt tarihi
: 04.10.06
 
 

30 yıldır Antalya'da yaşıyorum. Akdeniz Üniv. Tıp Fakültesi mezunuyum. "Tıbbiyeden her şey çıkar, ar..