Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Ekim '13

 
Kategori
Kitap
 

Özgen Ergin'in Fırdöndü adlı romanı.

“Gönüllü sürgünlük, içinde nasıl bir acıyı bandırır bilir misin?... Nasıl dönek bir acıyı, nasıl da fırdöndü bir ağrıyı?…”(s:251) Adının  geçtiği bu  tümceden de kolayca anlaşıldığı gibi kitabın eksen konusu, gönüllü de olsa “sürgünlük” ve “sürgünlük içinde sürgünlük” olarak da betimlenebilecek zorlu ve sorunlu bir yaşamın içsel devinimlerinin, psikolojik gel-gitlerinin, yabancılaşma olgusuyla buluştuğu noktadaki yakıcı özlemlerinin ürettiği duyguların  (günlük yaşamla  doğrudan bağları da olan) organik  bütünlüğüdür.

Sahte pasaportla yurtdışına çıkıp Fraknfurt’a giden kahramanımız, orada karanlık işlere karışır ve arkadaşı yüzünden cinayet  işler. Bir süre  Amstardam’da saklandıktan sonra ülkesine dönerek teslim olur ve  Samsun cezaevinde bol bol kitap okuyarak cezasını çeker. Bu olaylar zincirinden önce ve sonra hep yurtdışında yaşamak zorunda kaldığı için sürekli olarak çocuklarıyla yeteri kadar ilgilenememenin üzüntüsünü yaşar. “Son Sevgilim” dediği İstanbul’a olan özlemiyle yanıp kavrulurken “Oğluma Günlükler” adıyla üç defter dolusu yazı yazar, bütün bunları psikyatristine anlatır  ve ne yazık ki gurbet ellerdeki bir trafik kazasında(!?) yaşamını yitirir. İçten içe kanayan en büyük yarası bir yere ait olamamaktır. Bütün bu sorunların yarattığı  psikolojik açmazdan kurtulabilmek için denemediği kalmaz, ama çözüm de bulamaz. İçgüdüsel  telafi mekanizmalarına, duygularının çevresindeki herkes tarafından paylaşılmasına, sık sık karşılaştığımız ve lümpence harcanan para ve kadın bolluğuna karşın, “Şu benim yaşadığım kendi yaşamım, ama onu ben yaşamıyorum”(s:252) diyecek kadar kendine yabancılaştığı gibi; “Çevremdeki insanlar bilgisiz, görgüsüz, kurnaz, aptal, bilenler, bildiklerini sananlar, kendini bilmez, küstah, kıskanç, birbirlerine çok uzak(s:252) diyecek kadar içinde yaşadığı yabancı ülkelere ve oraların insanına  yabancılaşır. “…Frakfurt’ta büyük bir yalnızlık çekiyordum. İsteyerek ayrıldığım…, yurdumu çok özlesem bile, özlemle anmayı kendime yediremiyordum,”(s:56) diyecek kadar ülkesine ve “…yorgun ve bitkin yalnızlığımı nereye gidersem gideyim, nereye kaçarsam kaçayım, oraya da götürüp sürdüreceğimi biliyordum. Beni sevenlerin…bana uyguladıkları “sevgi faşizmi” beni çok yoruyor, bıktım artık… İnsan yorgunu oldum. Eşimle aynı televizyon kanallarını, ayrı odalarda izliyoruz,”(s:245) diyecek kadar da  yakın çevresine yabancılaşır. Denemeleri, sınamaları  bunca yabancılaşmasını  engelleyemez, psikolojik yaraların sağalmasına yetmez, bitip tükenmeyen, neredeyse  kişilik özelliği haline gelen arayışlarından alıkoyamaz. Bu yüzden  sürekli bir iç çatışma yaşar, ikircik ve yerine koyma eylemi içinde bocalayıp durur. Bu bağlamda tutulan notlar, yapılan yazışmalar, özellikle mektuplaşmalar kendi içinde ve  insani ilişkiler bağlamında  işlevsel görünse de kahramanımızın sorunlu iç dünyasına hiçbir olumlu etki yapamaz. Belki de bütün bunlardan sonra ve bu nedenlerle zaman zaman çocukluğuna dönmek ve oradaki yaşamsal tatlarla oyalanmak gereksinmesi duyar. Bunu da olağanüstü ayrıntıları bile anımsayarak oldukça başarıyla gerçekleştirir: “Çocukluğumun üç beş yılı Üsküdar’da geçti… Annemler bir firmadan jilet ve ambalaj kağıdı alırdı ve biz geç saatlere kadar bu jiletleri o ambalaj kağıtlarına sarardık….”(s:240) Bunun hemen ardından da ülkede yaşanan sosoyo-ekonomik duruma gönderme yaparak; “…hatırladığım bir şey de, demiryollarından kömür toplamaktı, kışı bu kömürlerle geçirirdik,”(s:240) der.

Kitaptaki izleklerden biri de “yalnızlık”tır. Bitip tükenmeyen, yaşamının hemen hemen her “an”ını dolduran haşin bir yalnızlığı yaşar kahramanımız: “…yaşadığım yalnızlık duygusunun bunca umarsız olduğunu, yıllardır aklıma bile getirmemiştim.”(s:243)

Kitabı okudukça görüyoruz ki, kahramanımızı rahatsız eden sorunlar yalnızca onun içsel bunalımlarından kaynaklanmamaktadır. Demokrasi kültüründen yoksun bir ülkenin insana duyarlı bireyi olarak ülkesinin, toplumunun sorunlarını da dert edinmekte; gezip gördüğü, yaşadığı ülkelerin, toplumların gerçekleriyle karşılaştırmaktadır. Yalnızca bu durum bile onda ciddi uyum sorunları yaratmakta ve içsel çelişkilerini çoğaltmaktadır. İşte bu noktada “…devlet terörünün kol gezdiği yurdumu…”(s:56) diyerek toplumcu bir anlayışla çok ciddi eleştiriler yapan, yaşama tanık, ama sorunların birkısmını içselleştirmiş kahramanımızın; “Yurdumdan yıllardır uzakta olmak –sık sık giderek yakınlaşmayı denesem bile- orada yerleşik olamamak, daha doğrusu oraya, yurduma ait olamamak, doğrusu: olmamak… Çocuklarımızı karı koca mutsuzluğu pahasına- buradaki sisteme uygunca yetiştirerek bu ülkeye armağan ettik. Çocuklar bir yana, bu kişilik parçalanmasından ben nasıl kurtulacağım?...”(s:253)   diyerek çok ciddi özeleştiriler yaptığını da görüyoruz.

Yaşamının büyük bir bölümünü Köln’de geçiren ve bu nedenle Alman kültürünü, toplumsal yapısını çok iyi tanıyan kahramanımız zaman zaman (“roman tekniği”nin de dışına çıkarak) ironik salvolarla bu yapılardaki olumsuzlukları da eleştirmekte ve böylece okuruna gerçekçi bir görüş açısı    vermektedir: “Köln’de iki günde bir kadınlar, ayda bir çocuklar tecavüze uğrar. Sık sık taksi şoförleri bir günlük -akşam işe çıkmışsa- belki de birkaç sa­atlik hasılat için direksiyon başında ölü bulunur.Benim bu bildiklerin ancak bulvar gazetelerinde yer alanlar”(s:18),”Haftada bir banka soygunu yaşayan bu huzurlu  ülkede, halkı rahatsız eden haberler basında ve televizyonlarda yer almaz, ya da birkaç satırla geçiştirilerek halk alıştırılır….Bütün bunlara ekleyeceğim: Almanların da Türkler gibi, tepki reflekslerinin milliyetçilik uğruna iğdiş edildiğidir.”(s:19)

Kahramanımız  anavatanı Türkiye’ye gelip umduğunu bulamadığında, ya da insan yaşamına ve haklarına aykırı şeylere tanık olduğunda da duygu ve düşüncelerini olduğu gibi ortaya koymaktadır: “Taksiden indikten sonra, nerede oturacağımıza bile karar veremeden Çankaya'nın tepesinden yürüyerek tekrar aşağı, zengin çocuklarının cumartesi günleri, en son model, pahalı arabalarıyla, arabasına yarıştıkları, şimdi Protokol Yolu denen dik yokuşlu geniş cadde bitince de Kuğulu Park'a girmiştik.” (s:77). “Yolu izi belirsiz dağ köylerinde oturan, oturamayıp yangın anığı köylerini terk etmek zorunda kalan insanları, yalın yapıldak çamur­lu yollarda yürüyen çocuklarını, ensesine kurşun sıkılarak kim vurdu­ya giden, faili meçhullarla kaybolan, kaybedilen yüzlerce insanı düşü­nüyor, bunca güzellikler karşısında bile sevinip gülemiyordum.”(s: 110)

Yazarın kişisel yaşantısından belirgin izler taşıdığını düşündüren kitap, anı, mektup, günce, deneme, film senaryosu ve hatta makalelerden oluşan eklektik bir yapı. Kendine özgü bir  kurgu ve örgü yapısı oluşturmuş. Bazı bölümlerin sonuna koyduğu efektlerle biçemini  ilginç hale getirmiş, hem de okuruna özgürce düşleyebilme, düşleme yeteneğini sınayabilme şansı da vermiştir: “İşte tam buraya şiddet, hırpalama, ya da önce zorbalıkla başlayan, sonra seyri geliştikçe, ikisini de gevşeten bir sevişme sahnesi eklenebilirdi.”(s:145)

Yazın yaşamımıza egemen olan edilgin sanat anlayışının geniş ve yaygın atmosferi içinde “Fırdöndü”; duyargaları gelişmiş, okurunun daygusal yanını depreştiren, okuyanın içini sarsan, etkili bir kitap olarak insana ve insanlığa dair işlevini, sanatsal yanını feda etmeksizin becerebiliyor. Bu bağlamda İsrail’in Lübnan saldırısında ayaklarını kaybeden genç askerin trajedisini, dünyanın en başarılı empatisine, eğik yazılmış metni de savaş karşıtlığının en yakıcı anlatımlarından biri diye örnek gösterebiliriz:

“Sarışın genç kadınla tekerlekli sandalyedeki genç askerin dansı, neredeyse yarım saat sürdü. Kadının yüzüne, dolgun göğüslerine bakarken, boynu yorulup başı göğsüne düşen genç asker, gözlerini tam karşıya diktiğinde, kadının titreyip binlerce kez kısacık devi­nimlerle sarsılan külotundan başka birey göremiyordu.

Sabahın üçü oldu.

Tekerlekli sandalyede oturan, ayaklan kopuk İsrail askerinin dans boyunca kurduğu hayal, sarışın kadının dans boyunca göster­diği yakınlığın, mutlu bir sonla doruğa ulaşmasıydı.

Kadın sürerdi tekerlekli sandalyeyi disko kapısındaki asansöre, çıkarlardı odasına. Genç askeri, sandalyesinden kucaklayarak kal­dırmasına bile gerek kalmadan, ince şeritli minicik külotunu tek parmağıyla çıkarıp genç erkeğin kucağına oturabilirdi.

Saydam etekli kadın, bu gözü pekliliği gösteremedi... Oysa, ne kadar iyi yürekli, ne kadar da iyilikseverdi..”(s:160)

"Güney Lübnan'daki sivil bölgeye yoğun saldırı emri verildiği anda,ne kadar sivili öldürmek zorunda olduğumuzu bilmiyorduk.

İlkyardım yardım arabasıyla kaçmaya çalışan sivillerin içinde, on yaşında, üç yaşında çocuklar, on bir aylık bebekler olduğunu bilmiyorduk.

Ama tüm ilkyardım arabalarını, tanksavarla havaya uçurma emri­ni aldığımızı biliyorduk.

İlkelerimiz arasında onları öldürmemek, onları bağışlayıp sağ olarak elimizden kaçırmak diye bir şey yoktu.

Dört yüz bin insana, sekiz saatlik bir süre içinde Güney Lübnan'daki  evlerini terk etme emrini verme yetkisini almıştık.

Cana'daki Birleşmiş Milletler Kampı'nda korunduklarını sanan her Arap barakasında, kaç çocuğun yaşadığını bilmiyorduk.

Cana Mülteci Kampı'nda yüzü aşkın insanı öldürmek yalnızca on iki dakika sürmüştü.

Arap kurbanlarımızın üstüne on iki dakikada, on altı bin top mermi­si yağdırmıştık.

On iki dakikada, kaç kez düşünebilirdik ki.

Onları, gururla, kahramanlıkla, kendini beğenmiş bir delilikle öldür­dük.

Makine tıkır tıkır işledi, her asker kayıtsız şartsız bu makinenin bir parçası oldu.

Kudüs'e döndükten üç gün sonra, ben de o korkunç patlamayı yaşa­dım. Hastanede uyandığımda, dizlerimin felç, ayaklarımın parça parça olduğunu söylediler. "(s:159).

Her öykünün, mektubun, güncenin altında derinden derine kendini belli eden çok özel bir anlam, çözülmesi güç bir şifre var sanki. Ya da konular, bölümler, parçalar arasındaki örgünün ve yer yer anlatımın dokusundaki zayıflığın bir tür dışavurumu. Belki de bu nedenle ortaya konan metni roman olarak değerlendirmeyecekler de olabilir.

Dokusunun zayıf olduğu bir başka ve önemli unsuru da dilidir kitabın. Bu yazının ilk alıntısındaki (…) noktalı yerde bulunan “barındırır içinde” sözcüklerin yinelenmesinde olduğu gibi;  “Kışı bu kömürlerle geçirirdik”(s:240), “benim kendi yaşamım”(s:252), “uygunca yetiştirerek”(s:253),”benim yazıp yazamayacağımı bilmeden”(s:252), “yangın yanığı”(s:110) v.b anlatım bozukluklarına ve özellikle “zamir” enflasyonuna rastlıyoruz. Bazen bazı sözcüklerin hem eskisinin, hem de yenisinin, ya da yabancısının  kullanıldığını da görüyoruz.”seyr”, “refleks”, “medya” gibi.

Romanın (bu kavramı kitabın üstünde öyle yazdığı için kullandım) benim açımdan en zayıf yanlarından biri dil ve anlatım, diğeri kurgu ve en önemli yanlışı da sevgiyle faşizmi yan yana  getirerek “sevgi faşizmi”(s:197, 254) gibisinden “sekter” bir anlayış sergilemesidir.  

 
Toplam blog
: 74
: 569
Kayıt tarihi
: 11.03.10
 
 

1954 yılında Kars’ın Arpaçay ilçesine bağlı Bardaklı köyünde doğdu. Türkiye’nin çeşitli yörel..