Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Haziran '07

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Özgür olsam...

Özgür olsam...
 

Hani öyle sırtıma çantamı, altıma bisikletimi çekip dağ taş gezsem… Durup bir çeşme kenarında buz gibi çağlayan sudan içsem. Gitsem gitsem… Dümdüz bir yaylada durup gelincikler arasına uzanıp, elimi uzatsam tutabileceğim bembeyaz bulutlara sırtımı dayasam, masmavi gökyüzüne düşlerimle umutlarımla, resim yapsam 'burası hiç olmamış, renkler çok mu canlı' diyen siyah bir sesin olmayışını, ruhumda ki rahatlılığı, hissedip gözlerimi öğlen uykusunu kapasam…

Saatler çalmadan uyku tüm vücudumu dinlendirmiş, hatta biraz depolanmış bir şekilde kalkıp, dümdüz bir dünyanın tam ortasında, inişin çıkışın ufacık bir engebenin olmadığını görsem, hissetsem…

Zoraki merhabaların, anlamsız tebessümlerin, kin dolu bakışların, ifadesiz yüzlerin yerini, hiç bir şey söylemeyen, perdesiz yüzlerindeki mimiklerden anlasam, vücut dilini şifresiz kullanan elma yanaklı, kiraz dudaklı çocuklar, mavi çemberli genç kızlar, kır saçlı amcalar, nasırlı ellerinin ayasını tombul yüzlerine dayayıp geçmişlerine uzun uzun dalan nineler tanısam…

Teknolojinin ne demek olduğunu bilmemin rahatlığıyla kapsama alanın çoookk dışında olsam…

Televizyon ve Radyo gibi makine arkasına sıkıştırılmış seslerden ziyade oturup önümdeki yemyeşil çimenlere, masmavi gökyüzüne bakarak, kuşların vokâl olduğu, su sesi ve türlü böcek seslerinin enstrüman olduğu, ılık bir meltemin yapraklarla dans ettiğini izleyip onlara solist olsam…

Yine bisikletime atlasam…Her yerde mola verip yabancılarla birer kahve eşliğinde muhabbet etsem, Lüzumlu lüzumsuz her şeyden konuşsak, onların meşhur etli, sebzeli, baharatlı, acılı yemeklerinden yesem, şehirlerinin hikayesini dinlesem, kahramanlarından uzun uzun konuşsak, ‘akşam ne yapacağım nerde konaklayacağım’ kaygısını gütmeden, konunun nereye nasıl vardığını anlamadan, hazırda var olduğunu düşündüğüm, misafir odasındaki sabun kokulu yer yatağında sabahlasam…

Uykumun en can alıcı saatinde kendi kendime kalksam. Zaman kavramının olmadığını bir dünyaya neşe, huzur ile günaydın desem… Pencereye uzansam, camı açıp ayazı içeri alsam sonra o karanlıkla aydınlık arasındaki ince çizgiyi yaşamak için kendimi sokağa atsam. Derin nefesler alıp ruhumu şımartsam…‘Günaydın abla’ diyen küçücük, siyah saçlı, zıpır bir çocuk sesiyle renklerden renklere geçiş yaşasam. Kucağıma alıp yol boyunca yeni doğan kuzusunun isminden, renginden bahsederek heyecanına beni de ortak etse ve ben coşkuyla dinleyen kişi olsam…

Sonra ‘ben artık gideyim’ desem, onlarda 'ne işin var buralarda tek başına, üstelik bisikletle' diye kinayeli sorular sormadan, ‘kalsaydın be kızım akşam daha sazlı sözlü eğlence yapacaktık senin için’ deseler. Ben içimdeki sesleri dinlemeyip ‘belki yolum yine size düşer o zaman yaparız eğlencemizi’ deyip davetlerini belki ile başlayan bir sözle kabul etmesem. ‘Daha çok şehir var benim görmemi bekleyen, zamanımın ne vakit biteceğini bilmiyorum, yetişmem gerek o şehirlere, hadi eyvallah' diyerek yol alsam…

(18.05.2007)

 
Toplam blog
: 26
: 906
Kayıt tarihi
: 31.01.07
 
 

Hayata yayılarak yaşamayı düşlerken, zamana sıkıştığımı fark ettim, tek sebebini çalışma şartları..