Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Ağustos '07

 
Kategori
Anılar
 

Özledim 2

Özledim 2
 

halam ve ben




Böyledir işte DENİZ. Ben ona ne kadar hasretsem, ne kadar yaklaşmak istesem…

Bir el sürer mavisini uzağa.
Uzaktan daha uzağa. Ardından
Yetişir sayısızlığım…*

O kadar küçüktüm ki… Söylediğim gibi tanışma anımızı anımsamıyorum bile. Ama eminim annem tanıştırmıştır bizi. Babam da olabilir mi? Yok… Çok küçük ihtimal… Annemdir mutlaka. O benden de çok sever çünkü. Her yaz İstanbul’a yada Tekirdağ’a giderken onu gördüğümüz ilk nokta, yani İzmit Körfez’i olmalı tanışma yerimiz.

Yıllar geçip kendi çocuklarım olunca anladım ne kadar acayip olduğunu. Uzun bir yola gidiyorsak, (üstelik de bu kendi aracımız içinde gerçekleşir çoklukla) çocukların uyuduğu zamanlarda tuvalet ihtiyacı için bile durmayız neredeyse. Onların uyuyarak geçirdikleri bu saatleri mutlaka yol alarak değerlendirmek isteriz. Arabanın içindeki yaramazlıklarını çekmektense, her şartta yol almak iyidir.

Annem öyle miydi ya? Artık kendisi ne kadar özlüyor, ne kadar çok seviyorsa; O saklayamadığı heyecanını bütün otobüse yada trendeysek bütün vagona dalga dalga yayar, Biz uslu uslu uyuyan iki kardeşi uyandırır, İzmit Körfezi’nin denizle karşılaştığımız o ilk noktasında;

- Bakın çocuklar denize geldik diye bağırırdı…

O sıkıntılı otobüs içlerinde, ya da tren vagonlarında, daha sonra onu ne kadar daraltıp sıkıntılandıracağımızı hiç düşünmeden, uslu uslu uyuyan iki çocuğu uyandırmaya nasıl cesaret ederdi?... Denizi neredeyse onun kadar seviyor olmama rağmen, hala akıl erdirebilmiş değilim.

Marmara Ereğlisi’nde yeni mezun genç bir öğretmen. Teyzem o benim. Annem, halam, diğer teyzem ve babam, bir okul lojmanı olmadığı için, bu gencecik kıza evini açan köyün iyi ailelerinden birinin çiftliğinde misafiriz. Küçük de olsa bir kira ödüyoruzdur muhtemelen ancak yine de misafir sayılırız.

Yıl 1963 olmalı. Annem 3 - 3, 5 yaşındaydın diyor çünkü. Hayalimdeki kareler kopuk kopuk. Masal kitaplarındaki resimler gibi, taştan örülmüş kocaman kemerli bir çiftlik kapısı, bahçede bir kuyu, teyzelerimin “bak nasıl aslan gibi ağzını açıp kapatıyor” diye koparıp koparıp burnuma dayadıkları rengarenk aslanağzı çiçekleri ve tabanı ahşap bir köy odası… karelerden bazıları. Bir de omuza alınan ve iki yanında kovalar sallanan bir sırık var.

Bizimkiler de benden deli galiba bu deniz konusunda. Yaz olunca denize girmek Allah’ın emri sanki. Kapmışlar 3 yaşında bir çocuğu, denizden çıkınca kuyudan su çekip yıkanmaya bile razı, bir küçük köy odasında misafirin misafiri konumunda tatil yapmaya uğraşıyorlar. Üstelik üç yıl her yaz bunu tekrarlayarak.

Gündüz cümbür cemaat denize gidiliyor. Daha mı dalgasızdır, yoksa kumsalı mı daha güzeldir, nedir? Uzak olmasına karşın arka denize gidiliyor hep. (Ereğli bir yarım ada. İki yanında iki koy var. Yerleşim merkezinin arkasında kalan koya arka deniz deniyor)

İlk kucaklaşmamız burada. Çok net bir kare hala. Babam nasıl kucaklaşmamız gerektiğini öğretiyor. Ağzıma su kaçar diye çekiniyorum. Kaçsın bir şey olmaz diyor annem. Çiftliğin küçük kızını gösteriyor. Bak diyor; ağzına kaçan suları nasıl puf puf diye püskürterek kurbağa gibi yüzüyor. Çok kısa sürede bu kucaklaşmanın ne kadar keyifli bir şey olduğunu keşfediveriyorum. Sonrasında beni onun koynundan çıkarmak için epey çaba sarf etmesi gerekiyor ev halkının.

Ulaşım aracımız acayip eğlenceli bir şey. Ev sahibimizin at arabası ile gidip, dönüyoruz arka denize. Eve dönüşlerden birinde ağlıyorum diye dizginleri elime tutuşturuyor ev sahibimiz. Nasıl beceriyorsam gemi azıya kaptırıyorum. Atlar fırtına gibi, büyükler çığlık çığlığa ama ben müthiş eğleniyorum. Bu kare ile ilgilendirdiğim en küçük bir korku hissi yok anılarımda. Nasıl olsa atlar evin yolunu biliyor.

Akşam eve dönüşler direk kuyu başına doğru. Tuzu kaldı tenlerimizde çünkü. Kova kova sular çekiliyor, taşınıyor, Hummalı bir telaş.
Babam; "Kani oldu mu yanii" tekerlemesi ile kuyu başındaki evin küçük oğlu Kani’ye takılıyor.

Önce erkekler ve çocuklar yıkanıyor ki ayak altından çekilsinler. Hemen ayak altından çekilmiş olmalıyız babamla. Tam kenarında bir kahvede oturuyoruz. Tipik bir tahta iskemledeyim.

- Neyi bekliyoruz?... diyorum babama.

- Birazdan batacak. Onu bekliyoruz… diyor babam. Gurup denir diye ekliyor.

Hatırla ma'ziyi mes'udu sen de ben gibi yan**
Tulûa bak beni yâd et guruba bak beni an

Yıllar sonra bu şarkıdan öğreniyorum, doğuşuna da tulû dendiğini.

(Sonrasında ayrılıklarımız kışlar boyu uzun sürdü hep. Ama aksatmadan, her yaz kavuştuk kısa da olsa. Baba evindeyken buluşma noktamız, ya annemin Tekirdağ’ında yada babamın çalıştığı kurumun Tuzla kampında, en çok da ikisinde birden gerçekleşirdi. Çocukluğumun bütün yazları bu iki sahilin mutlu serinliğinde geçti.)

Evde heyecanlı bir hazırlık başlar. Vallahi abartmıyorum, evde herkes ta Ankara’dan giyer mayoları içine. İlk fırsatta kucaklaşmak ilk ve en önemli şarttır çünkü. Otobüs yada trendeysek İzmit körfezinde selamlaşır, ilk sahile kadar sabredilir. (Sonraki yıllarda babam bir volkswagen uydurunca, hemen hemen ilk gördüğümüz noktada, bulduğumuz ilk plajda kucaklaşır olduk.)

Gemliğe doğru
Denizi göreceksin
Sakın şaşırma…

Demiş ya Orhan Veli. İşte öyle masmavi sürprizler yapar bazen bana. 15 yıl önce Behramkale’de Asos harabelerine tırmandığımızda, üç bin yıllık limanıyla ve o turkuaz büyüsü ile ayaklarımızın altına serildiğinde yaptığı gibi.

Ayrılıklarımız pek fenadır. Kopamayız bir türlü. O kucaklaşma anını son saniyeye kadar sürdürmek için yapmadığımız çılgınlık, göze almadığımız rezillik kalmaz. Bütün eşyalar toparlanır, bavullar yapılır. Bir naylon poşet kenara ayrılır. Yolculuk giysilerimiz yatağın üzerine hazırlanır. Ve direk gidip denize dalınır. Ama kulaklar kamp hoparlöründedir. Çünkü otobüsler anons edilmektedir.

-Şu numaralı otobüs kamp girişine yanaştı filan diye…

Otobüsü gelen vedalaşır. Ne kadar uzun kalınmış olsa yine de doyulmamıştır ama ayrılık vaktidir işte. Üst baş değiştirilir. Islaklar naylon poşete tıkılır. Koşarak otobüse atlanır. Cık cık şeklindeki nidalar duymamazlıktan gelinir.

Ayrılan belki döner belki de dönmez geri***
BİR DAHA SEYREDEYİM NE OLUR DURDA SENİ…

Son ayrılık noktasına, yani İzmit Körfez’ine kadar uyunmaz. Dönülür dönülür gözden kaybolana kadar, bir daha bir daha bakılır.

Ah hep süt limandır bu ayrılık anlarımızda. Bütün hırçınlıklarını, kaprislerini dalga dalga yayar buluşmamıza. Ne zaman ne yapacağı belirsizdir hep. Ama ayrılma zamanı geldimi asla sekmez süt liman duruşu. Kendini affettirmek gibi bir niyeti yoktur üstelik. Bütün derdi gözümü arkada bıraktırmak. Öyle işte.. Öyle mahzun, sakin… Öyle kıpırtısız… Uğurlar beni…

*Edip Cansever şiiri

**Münir Nurettin bestesi (Nette de aradım. Bendeki Münir Nurettin CD ine de baktım. Söz yazarına ulaşamadım. Bilen varsa ve yazarsa sevinirim)

***Güfte Mehmet Erbulan. Bir Muzaffer İlkar bestesi.

Resimlerim kendi albümümden..:)) Marmara Ereğlisi bizi 1963 den 1965 e, tam üç yaz ağırladı. Resimler son yıl çekilmiş. Arkalarında Ağustos 1965 yazıyor. Son resim Şarköy Mürefte'den. 1968 olmalı

 
Toplam blog
: 54
: 1158
Kayıt tarihi
: 22.06.07
 
 

7 Ocak 1960... Hayatın öğrettiği herşeyi okumak ve yazmak için buradayım.....