Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Eylül '10

 
Kategori
Kent Yaşamı
 

Özlemimden Kesitler

Özlemimden Kesitler
 

Gece lacisi gökyüzünde uçuşan sarı yıldızlı rüya cümbüşlerim atlı karınca müziği eşliğinde pek bir güzel olurdu.

Eskilerde kaldı o rüyalar, hemde çok eskilerde. Çocukluk günlerimin bitmeyen anıları haline dönüştü. Ve gençliğimin hüzünlü dönemleri başladı. Sabahın erken saatlerinde veya günün orta yerlerinde bir anda, çığlıkların kol gezdiği günlere doğru hızla ve sekmeden, sektirmeden ilerledik. Ruhumuzun derinliklerinde var olan o güzel rüyaların yarattığı insancıl olma halleri bir bir ve bütün bir hızla yerlerinden sökülüp atıldı. Ölümlere bezeli günleri, şiddete dayalı yaşamları, yaşamları acılara meze olmuş insanların halleri ruhumuzda kanıksanır oldu.

Evimizin bahçesindeki ceviz ağacını hatırlarım. Nede keyifli olurdu bu mevsimlerde. O cevizlerin büyümesini izlemek, kıvamına geldiğinde keyifle toplamak nede eğlenceli olurdu. Her bir yan meyve ağaçlarına bezeliydi. Erik, elma, vişne, ayva, nar ve daha nice nice meyve ağaçları ile bütün sokaklar kuşatılmıştı. Ve birde güneş vurdumu o sabahın erken saatlerinde, tiril tiril bir günün başlangıcına sahne olurdu yaşam. Çayırlarda top peşinde koşturmalar, en müthiş şarkılara taş çıkartırcasına ortalık yere saçılan çocuk çığlıkları hayatın güzelliklerinin ta kendisiydi.

Ya sonrası…

Gökyüzünü göremez olduk. O meyve ağaçlarının yok oluşunu hissedemedik bile. Oynayacak alanlarımız kalmadı. Top peşinde koşturacak tek bir çayırımız bile kalmamıştı. Rüyalarımıza çomak soktular. Sıkıntılı günler yaşamımızın parçası haline dönüştü. Mutluluk hallerinde kasıntı değişiklikler çıktı orta yere. Çayırların yerini bol fast food kafeli alış veriş merkezleri aldı. Zaman geçirmenin mekânları oldular. Ruhumuz, insancıl hallerimiz kayıp gitti bir bir. Belkide buna direnir halde görüyorum kendimi. Ve belkide bu yüzdendir diye düşünüyorum hafta sonu tatillerimde Antalya’nın dağlarına, ovalarına gitme isteğimin ağır bastığını. Bina yüzü görmemek, egzos kokusu solumamak adına vuruyorum kendimi sabahın o erken saatlerinde dağların yamaçlarına, akan su kenarlarına.

İlk gençlik günlerimin henüz hüzünlü dönemlerine yıkılmadığı zamanlarda, Bakırköy sahilindeki bira içişlerimi hatırlarımda, o dalga kıranların üzerine tüneyip, hafif tarafından mırıltılı müzik eşliğinde hafif hafif o birayı yudumlamak belkide en keyif aldığım anları oluştururdu yaşamımda. Bilmiyorum kaç zaman oldu sahilin kıyısına bağdaş kurup bira içmeyeli. Hayatın tadı çekilmezde olsa, yaşama sevincinin bir parçasını oluşturuyordu o basit yollu bira yudumlayışlar, ve o içten gelen melodi mırıldamaları.

Doğduğum toprakları hiç görmedim ama büyüdüğüm toprakları, büyüdüğüm mahallenin sokaklarını çok sevdim çocukluk zamanlarımda. Ama o hali ile sevmiştim çocukluğumun mahallesindeki sokakları. Bahçesi meyve ağaçları ile dolu evleri, bahar çiçeklerine bezeli boş arsaların üzerinde yuvarlanmayı o denli çok sevmiştimki, yaşım kırkı bir devirmiş olsada halen özlüyorum o anlarımı. Yırtık siyah ankara lastiği ayakkabı, yırtılmış bir siyah önlük ve kire bezeli beyaz yakalıkla pejmurde bir halde okula gidişlerimi özledim. Hele hale yaz tatillerinin sinemaya gidiş günlerindeki renk cümbüşünün tadı yaşamın hangi anlarında vardırki? Beş boyutlu sinemaların adı sanı bilinmezken, Brucce Lee filmlerini hissederek izlerdik.

Geçmiş zaman güzellikleri fazlası ile bitti. Bitirdiler. Hemde hiç gocunmadan, hiç sıkılmadan, hiçbir rahatsızlık duymadan. Bitmek tükenmek bilmeyen ölüm haberlerini dinlettiler bize. Zihnimize kazıdılar ölümü, ölmeyi, öldürmeyi. Neden yaşamı, yaşamayı, yaşatmayı kazımadılar zihnimizede, yaşamımın her zerre anı ölümün o soğuk haline tanıklık etti? İllede neden ölüm bu denli soğukken, bu toprakların her anının soğuk süsü oldu?

Hani barış egemen olacaktı bu topraklara? Hani ölüm bu toprakların soğuk süsü olmaktan çıkacaktı? Hani insanlar kör kurşunların hedefi olmayacaktı? Bunların hepsi yalandı. Ama biz güzellikleri istediğimizden, ruhumuzu insancıl olmaya adadığımızdan inandık bu yalanlara. Yalanlara inanacak ruh bile bırakmadılar. Gözümüzü açtığımızda ilk duyduğumuz “Mayın patladı, şu kadar köylü yaşamını yitirdi”. Kimin yaptığını pek tabiki biliyoruz. İnsanlığa, yaşama düşman olan kimlerse onlar yaptı bu katliamı. Geçtiğimiz hafta sonunun en can alıcı olayı değil miydi İkitelli’deki trafik kazası. Onüç insan yok yere, feci bir şekilde can vermişti. Bu toprakların lanetlileri ölüme kurban edilenler. Ya bir gecekondunun bir oda gözünde yaşıyorlardır, yada bir Anadolu kentinin su akmaz, elektrik yanmaz köyüne hapsolanlardır. Ve çok değil, bir zaman sonra unutulup giden canlar oluyor bu ülkenin lanetlileri. Kanıksattılar ölümleri.

Antalya’nın geçitlerine girmemeye özen gösteriyorum ama zaman zaman bu geçitler güzergâhım olmak zorunda kalıyor. Ne zaman bu iğreti geçitlerden geçsem istisnasız bir kazaya tanık oluyorum. Maalesef artık bu kazaları kanıksar hale geldi Antalyalılar. Daha dün akşam işten çıkmış, zorunlu olarak bu geçitlerden geçme durumunda kalmıştım. Güllük alt geçidinde yine bir kaza vardı ve sanırım dört araç bir birine girmişti. Her dem kazanın olduğu bu geçitlerde trafik akışı tez elden durdurulması gerekirken ve istisnasız bir şekilde bu geçitler kapatılması gerekirken, halen bu geçitlerin sözüm ona hizmette olması bir insanlık utancıdır. İlginç olan ise, bu geçitlerin mühendislik hataları ile dolu olduğu alenen ortadayken ve kazaların kökeninde mühendislik hataları varken, tek bir vatandaş bu duruma tepki göstermiyor.

Henüz daha ilkokul öğrencisi olduğum yıllardı. Bir nakliye kamyonumuz vardı ve abim kullanırdı bu kamyonu. Ve bir olaya tanık olmuştum o yıllarda. Abimle evimize doğru giderken Merter’de trafik durmuştu ve nedeni, İncirli’de vatandaşın yolu kapatmasıydı. İncirli’de o yıllarda şimdiki üst geçit yoktu ve düzensiz bir trafik akışı söz konusuydu. Kavşağın sorunu ancak bir üst geçit ile çözülebilirdi ve nedense ilgili ve yetkili kimseler bu konuya kulaklarını tıkamış, gözlerini kapatmışlardı. Nitekim vatandaş işe el koymuş, trafiği kapatmış ve gün boyu tek bir aracın dahi geçişine izin vermemişlerdi. Şu an İncirli’de yapılmış olan geçitin kısa tarihi bu eylemdir. Gün boyu Merter’de vatandaşın eylemini bitirmesini beklemiştik. Şu anda Antalya’da var olan alt geçitlerinde kapatılması yönünde böyle bir eyleme şiddetle ihtiyaç var. Ama baştada dediğim gibi, duyarlılığımızı yok eden öyle bir iğreti sistem zihnimize hakim durumdaki, bu denli yalın bir gerçek karşısında dahi kılımızı kıpırdatamaz hale geldik. İşte bütün mesele bu. Bu yüzden o eski günleri özler haldeyiz. Çarpık kent yapılaşmasının ruhumuzu ne hallere getirdiği ortada. Bize insan olduğumuzu unutturdular. Duyarsızlaştırdılar. İnsanlar bir birde değil, toplu halde ölürken biz sadece ölümün o korkunç yüzünü, o soğuk halini renkli camdan izler olduk. Sistemin bu konuda hakikaten başarılı olduğu bir gerçek. İnsanları duyarsız hale getirip, milliyetçiliğin kollarına attılar. Ve her milliyetçi zihniyet dünyası kendisini bey, paşa, efendi görmeye başladı. Kasıl kasıldı ve kasıntı halleri ile sadece topluma tepeden bakmaya başladı bu milliyetçi zihin dünyası.

Bize geçmişimizi özlettirdiler. Geçmişi özlemek…Acaba diyorum geçmişini özlemeyen tek bir insan var mıdır bu topraklarda? Çok iddialı bir soru olsada bence evet, geçmişin özlemeyen insanlar var. Ben İstanbul’un kenarlarında büyüdüm. Çocukluğum Güngören’de, Bağcılar’da, Bahçelievler’de, Şirinevler’de, Esenler’de geçti. Zeytinburnu’nda liseyi, Bahçelievler’de üniversiteyi okudum ve ilk ciddi çalışma hayatına Bayrampaşa’da başladım. 1980’e kadarki Güngören’in halini özlüyorum pek tabiki. Ama gördüğüm İstanbul’un bu kıyı semtleriydi. Köyümü hiç görmedimki. Benim özlemim bu saydığım yerler. Bir dolu anılarım vardır ve ben o anıları yeniden ve yeniden yaşamak istiyorum. Ama eminimki bu topraklarda yaşayıpta geçmişine lanet okuyan milyonlarca insan vardır. Geçmişinin tek bir anını dahi hatırlamak istemeyen milyonlarca insanın olduğuna eminim. Muşlu Cemal bunlardan birisiydi. Henüz daha ortaokula yeni başlamıştık ve doğru düzgün Türkçe konuşamayan Cemal isminde bir çocuk gelmişti okulun ikinci yarısında sınıfımıza. Abilerinden birisinin tutuklu olduğunu söylemişti. Fen Bilgisi öğretmenimiz Emine Bıçaklı, Cemal’e sormuştu neden İstanbul’a geldiklerini. Cemal ise konuşmaya başlamış ve bir abisinin yok yere tutuklandığını, bir diğer abisinin dağa çıktığını ve bir abisininde öldürüldüğünden bahsetmişti. Anlatırken hüngür hüngür ağladığını, o kendisine has şivesi ile ağıt kokan ses tonlamasını halen dün gibi hatırlarım. Henüz daha orta birinci sınıf öğrencisi olan bir çocuğun ağzından, yine orta birinci sınıf öğrencisi olan ben, bu ülkenin gerçeklerini dinlemiştim. Hakkını, hukukunu arayamamanın ne demek olduğunu Muşlu Cemal bize bir bir anlatmıştı. Cemal geçmişini hatırlamak ister mi? Cemal gibi milyonlar var bu ülkede ve bu milyonlar geçmişlerini hatırlamak istemiyorlar. Biz ülkenin batısında büyümüş olanlar, bu ülkenin bir bölgesinde yaşanan dramı, o büyük trajediyi sadece izledik ve dinledik. Öyleki, duyarsızlaştıkça, dinlediklerimiz bize çok olağan şeylermiş gibi geldi. Bu dramın parçası olanlar, bu trajediyi bire bir yaşayanların bu ülkenin her hangi bir devlet organına zerre olsun güveni kalır mı? Köylerinin yakıldığına şahit olanlar, yerlerinden yurtlarından zorla göçe tabi tutulanları bu saatten sonra kandırmak mümkün mü? Okuması, yazması olmasada bu ülkenin bir coğrafyasında yaşayan insanlar eğriyi doğruyu yaşayarak görmüşlerdir. Kimse onlara bu ülkede yargı üzerine fetva veremez. Yargının bağımsızlığı teranesine çok af buyurunuz kıçlarını dönerek ve büyük bir hüzünle, acı acı gülerek karşılık verirler.

Yaşamın en kötü tarafının duyarsızlaşma olduğunu düşünüyorum. Duyarsız olmak, gamsız bir hale bürünmek ve herkese, her şeye boş gözlerle bakmak bitik olmanın, insan ruhu taşımanın kaybedilmiş hali gibidir. Nazilerle ilgili yapılmış olan filmlerde en çok dikkatimi çeken bu yan olmuştu. Bu filmlerin gerçekliğini her zaman sorgulamışımdır ama gerçek olduğuna dairde kati bir inancım söz konusu. Gece sevgilisi ile sevişerek yatağa girip uyuyan bir Nazi subayının, sabah erkenden kalkıp, hafif esnedikten sonra cam kenarına gelip, toplama kampındaki esirlere bakışı ve eline aldığı bir tüfekle, bir esiri hedefe koyup öldürmesinin iğrençliği savaş haline bürünmüş toplumlarda duyarsız bir kimliğe dönüşmenin ne demek olduğunu bütün bir çıplaklığı ile gözlerimizin önüne seriyor. Nazilerin çok kısa bir zaman içerisinden nasıl duyarsız hale geldiklerini, önüne geleni nasıl kırıp geçirdiklerini ilgili dönemlere ait filmlerde fazlası gördük. Savaş hallerinin doğal sonucu olarak nitelemek mümkün bu durumu. En nihayetinde savaş bir insanlık utancı olsada, savaş sürecinin insanları nasıl bir cana kıyma hususunda duyarsızlaştırdığı ise bir gerçek. Geçtiğimiz günlerde, milliyetçilik aşkı ile yanıp tutuşan bir gencin askere gidiş öyküsünü okumuştum kendi ağzından. İllede doğuya asker olarak gitmek istiyor ve muradına eriyor bu gencecik çocuk. Ama gittiğinde gördükleri durum ile askerlik öncesi düşüncelerinde feci bir çelişme başlıyor. Hiçbir şeyin kıyıdan izlenerek kolay kolay anlaşılamayacağına dair vurgular yapıyor bu genç çocuk. Ruhsal dengesini kaybetmiş. Sadece kendisi değil ruhsal dengesini kaybeden, bölgede askerlik yapan herkesin dengesiz olduğunu, psikolojilerinin tümü ile bozulduğundan bahsediyor. Öldürülen bir PKK’lının otopsisi yapıldıktan sonra askerler odaya girip, o ceset üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunurmuş. Doktor odadan çıkarken “Ne yapacaksanız, ben çıktıktan sonra yapın” dermiş. Askerliğini anlatan bu çocukcağız “Orada bulunuyorsanız, yaşamak için öldüreceksiniz” diyor. “Her şeyi yasalara uygun bir şekilde yapmaya çalışıyorduk ilk gittiğimizde ama kısa bir zaman sonra öğrendikki, bölgede kural, kanun, nizam takan yok. Gülünç duruma düşmüştük” diyor. Her an ölümle içiçe olmaktan bahsediyor. Askerden döndükten sonra evden dışarı dahi çıkmıyor ve uyku uyuduğu odaya birisi girse, daha nefes alış verişinden ayağa fırlıyormuş. Halen psikolog desteği aldığını söylüyor ve iki kez evlilik yapmış, her iki evliliğide bitmiş. Ve “Birisini öldürmek benim için artık o kadar basitki” diyor. Gelinen nokta işte tamda burası. Ve düşünün bir kere, doğuda onbinlerce asker var ve bunlar bir şekilde toplum içerisindeler. Her sene binlerce asker doğuya gidiyor. Bunca asker çatışmalı bir bölgede ölüm kalım mücadelesi veriyor ve sonrasında toplum içerisine dönüyor. Dile kolay, otuz yıldır durum bu minvalde seyrediyor. Peki bu toplumun ruh sağlığının yerinde olduğundan bahsedebilir miyiz? Her şey bütün bir çıplaklığı ile orta yerde değil mi? Son yıllarda cinnet sebebi ile ne kadar katliam yaşandığına bakın ve ne demek istediğimizi daha iyi anlayın.

Bu kirli savaşın bizleri ne hale getirdiği ortadayken, bir toplumu içten içe kemirir bir hale getirmişken, halen bir takım kimselerin “Silahı bırakın, teslim olun, sonra konuşalım” söylemi ne denli ciddiye alınabilir? Kim silahı bırakacak? Otuz yıldır dağda bir devlete başkaldırmış olanlar mı silah bırakacak? Lütfen söyler misiniz neden silah bırakacaklarını? Bir aklı evvel anlatsında bilelim. Bu işin tarafını muhatap olarak görmedikten sonra bu kirli savaşın sonu gelmez ve her geçen gün ruhsal dengesini daha bir kaybetmiş toplum haline dönüşmeye devam ederiz. Bu işin tek bir çözümü vardır ve onunda ne olduğu bellidir. Bu işin tarafı olanı muhatap almaktır. Aksine dile getirilen her söylem bu kirli savaşın devamına hizmet eder.

Bu kirli savaş milyonlarca insanın hayallerini yıktı geçti.

Yaşım kırkı devireli bir oldu, son yirmialtı yıldır bu kirli savaşın tanığıyım. Bu ülkenin batısında yaşamış olan ben, 1984 yılından beri var olan bu savaşı bire bir her gün gazetelerden, televizyonlardan izleyerek tanıklık ettim. Ondan öncesi bir darbe tanıklığım var ve bu toplumun bütün bir ruhunu lağıma sokup çıkarmış bir darbeydi. Ve öncesinde, yine çatışmalı günler. Tek bir kez bile ölümün o soğukluğu gündelik yaşamımızın dışına çıkmamış. Evet, tanık olduk ama bire bir yaşamdık o ölüm soğukluğunu. O yılları özlüyorum. En azından her şey bu kadar vahşi hale gelmemişti. Bu kadar rahat ölümlerin yaşandğı bu coğrafya, western filmlerine taş çıkartır cinsten. Artık ömrümün diğer kalan yarısını, bu kire pasa bezenmiş itişmelere tanıklık yaparak geçirmek istemiyorum. Benim bu biricik isteğim acaba kimde yoktur. Kırlarda dolaşma isteği acaba kaç insanda yoktur. Hemde korkusuzca. Bakınız bu gün erkek çocuğu olan ailelerin dramına. Yarın askerlik günü geldiğinde ve hele birde çatışmalı bölgeye düşerse, varın siz anlayın o ailenin dramını. Çevremde erkek çocuğu olan ve henüz yaşları onbeşlerinde olan çocukların aileleri ciddi bir tedirginlik içerisinde. Bu öyle böyle bir tedirginlik değil. Kimin hakkı vardır bu toplumun bunca insanına bu denli feci bir tedirginliği yaşatmaya? Artık biz bu kirli savaşın bitmesini istiyoruz ve bitmesi içinde taraf olanın muhatap alınması gerektiğine inanıyoruz. Aksini düşünmek, insanlık adına artık bir suç halini almalıdır. Hamaset edebiyatı ile bu işin çözülmeyeceği ortada. Yüzlerce kez aptal olunmuştur bu konuda.

Neden daha güzel şeyleri konuşmuyoruz? Neden hep o çocukluk günlerimize özlem dolu duygularımızı dile getirir bir haldeyiz? Zenginleşmeyi, dolu dolu hayatı yaşamayı ve ölmek ve öldürmek için değil, yaşamak ve yaşatmak için savaşmayı neden ilke edinmiyoruz? Gelincik tarlalarında koşup oynamayı, dere kenarında balık tutmayı neden aramıyoruzda, illede ölmek ve ödürmek. Neden ve kim adına?

Ben o eski günlerimdeki gibi incir ağacına taş atmayı özlüyorum. Kocaman kocaman olmuş o incirleri koparmayı, koparabilmek için elime aldığım bir sopa ile o incirleri düşürme çabasına girişmeyi istiyorum. Ağustos ayı geldiğinde, vişne ağaçlarının tepesinde vişne toplamayı özlüyorum. Düşünmek istemediğim tek bir şey varsa, oda hayatımın tanıklık ettiği o kanlı, o vahşi, o karanlık günler.

Bizim, bu ülkenin gençlerine çok büyük bir borcumuz var. Biz bu gençleri yaşatamıyoruz. Bu gençlere daha güzel günler vaadedemiyoruz. Bizim gençlerimizin şöyle ağız tadı ile anlatabilecekleri doğru düzgün çocukluk anıları bile yok. Bu günün gençleri kirli bir savaşa tanıklık ederek büyüdüler. Doğru düzgün aşık bile olamadılar. Sevgilisi ile soğuk bir bira içmenin tadına varmadan o kirli savaşın bir parçası olup olmayacağına dair düşünmek zorunda kaldılar. Soru bu ya “Kimin için?”.

Yıllar önce Tom Cruuese’in başrolünü oynadığı “Doğum Günü 4 Temmuz” filmini izlemiştim. Vietnam’a savaşmaya gitmeyi arzu eden bir askerin, sevgilisini bırakıp orduya katılması ve Vietnamda gazi olmasından sonra ülkesine dönmesini anlatıyordu film. Ülkesine dönerken kahraman gibi karşılanmayı düşünen bu genç ama sakat asker, hiç kimsenin kendisini karşılamadığını görüğnce feci bir hayal kırıklığına kapılıyor. Hem ayaklarını kaybetmiş, hem tekerlekli sandalyeye mahkum. Kimsenin ilgi göstermediği bir psikopat halinde. Sorgulamaya başlıyor savaşı. Neden savaştığını? Kimin için savaştığını? Ve cevaplarını buluyor. Savaşın utancını taşıyor her dem ruhunda. İsteyerek savaşa katılmış olmanın ızdırabı var ruhunda. Sorularına cevap buldukça, bir savaş karşıtı haline geliyor ve savaşlara karşı en başta mücadele bir insan oluyor. İşte bizimde askerlerin böyle bir soruyu kendilerine sormaları gerekiyor. Sadece askerlerin değil pek tabiki. Bütün bir toplum kirli savaşı sorgulamak zorunda. Ve bence bu savaşı bitirecek olanlar, bu kirli savaşta gazi olanlardır. Bu savaşta çocuğunu kaybetmiş ailelerdir. Bu savaşı gerçekten bitirecek olanların bu kesim olduğuna dair kati bir inancım var. Bu ülkenin geleceğini, bu savaşta kendisini feda etmiş olanlar bu savaşa nokta koyarak kuracaklardır.

Nedendir bilmiyorum ama şu Cumartesi günü sabahlarını ve yine Cumartesi gününün akşamlarını çok sevmişimdir. Hayatım boyunca hep böyle olmuştur. Gerçi çocukluk günlerimde Cuma akşamlarınıda çok severdim ama yaş kemale doğru evirilince Cumartesi akşamlarını daha bir sever oldum. Aslında bundan bir süre öncesine kadar Cumartesi akşamları evimizde içki sofrası kurar, keyifli bir sohbet eşliğinde eşimle karşılıklı kadeh tokuştururduk. Son beş aydır ağzıma tek bir yudum dahi alkol koymuş değilim. Malumunuz, kiloyu bir hayli kaçırmıştım ve son iki aydır sıkı bir spor programı ile onüç kilo verdim. Anlayacağınız Cumartesi akşamları sofraları bizim evde tarih olmaya aday. Çocukluğumda o çok sevdiğim Cuma akşamlarının benim açımdan özel nedenleri vardı. Her şeyden önce o siyah beyaz televizyonda, açılır açılmaz “Heidi” isimli çizgi film oynuyordu. Koştur koştur okuldan gelir ve televizyonun karşısına kurularak “Heidi” yi izliyordum. Dedim ya, yaş kemale erince Cumartesi akşamlarının tadı daha bir başka oldu diye. Sıkı bir uyku sonrasında Pazar sabahı yine kendimizi salacağız Antalya’nın dağlarına, ovalarına. Ruh dinginliği adına. Hakikaten iyi geliyor kentin gürültüsünden uzak, sessiz ve sakin bir köy ortamında gün geçirmek. Şayet eşimi ve ufaklığı kandırabilirsem Korkuteli taraflarına doğru uzanmak niyetindeyim. Elma bahçeleri arasında yürümek ve ağaçların dalından elma toplamak hevesindeyim. Tavsiye ederim.

 
Toplam blog
: 1509
: 1145
Kayıt tarihi
: 07.08.07
 
 

Yazarım... Okurum... Öğrencilik yıllarımda çok yazdım... Kompozisyon derslerinde yazdım... Duvar ..