Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Aralık '08

 
Kategori
Öykü
 

Ozon kokulu kadınlar

Ozon kokulu kadınlar
 

"RESİM:ALINTI"


Akşam üstü beş suları. Belediye otobüslerinden birindeyim. İlk bakışta dikkatimi çeken şey otobüsteki yolcuların hemen hepsinin kadın olması... Bir erkek benim yani… Hani çiçeklerin arasında bir böcek misali. Arka beşli boş lakin etrafı rahatlıkla kolaçan edebilmek için yan olarak konulmuş üçlü koltuğa ilişiyorum… Ne akıllı adamım böylece her tarafı kontrolüm altında tutabiliyorum. Buna ne gerek var diyenler olabilir aranızda..Gerek var, bilmediğiniz işlere burnunuzu sokmayınız lütfen.Siz benim kim olduğumu biliyor musunuz?... Bilmek zorunda değilsiniz, elbette. Kafanızı zorlamayın… Yok yok tanışmadık yani yazılarımı okumadıysanız beni hiç tanımıyorsunuz, benim de sizi tanımadığım gibi. Evet, bir yazarım ben… Etrafı kolaçan etmek ilk görevim… Kişilikleri beynimin bir köşesine yerleştirmek ve sonra biriktirdiklerimi öykülere dönüştürmek… Yoksa başka bir niyetim yok… Evet şimdi neden baktığımı, neden incelediğimi öğrendiniz…Çekilinde aradan işime bakayım ben gönül rahatlığıyla…

Yolcuların kadın oluşları çekmişti ilk bakışta dikkatimi ama gözlerimi hepsinin üzerinde gezdirdiğimde dikkatimi çeken başka bir şey daha oldu. Hepsi birbirine benziyordu bu kadınların… Hepsinde gün boyunca temizlik yaptıklarını belli eden ip uçları vardı… Elleri kızarmıştı ovmaktan, silmekten… Tahriş olmuştu belli ki irileşmiş elleri ozondan , ciften, ahşap temizleyicisinden, cam silden, kireç çözücüden, yağ çıkarıcıdan, tuz ruhundan, arap sabunundan, vimden… Elleri hatır hutur …Damarları fırlamış gibi derilerinin üzerlerinden… Kırmızı lekeler var parmaklarında… Tahriş olmuş belli ki deterjanlarla oynamaktan…Eciş bücüş parmaklar… Dokununca tene çizik çizik çizer alim Allah… Kaçının eli krem görmüştür acaba. Parfüm kullanırlar mı bu kadınlar yoksa tenlerine işler mi ozon kokuları…

Yanakları elma elma… Birkaçı dışında başları gelişi güzel kapatılmış yemenilerle, eşarplarla… Yüzlerini yıkamış olmalılar, saçlarını taramış, başlarında eşarplar olsa bile…İş kıyafetleri ellerindeki naylon poşetlerde olmalı… İçi neredeyse boş olan el çantaları… Kim bilir, hangi evin, hangi hanımı verdi kullanmadığı çantasını…Gün içinde oradan oraya koşuşturan bedenleri terlemiştir şüphesiz ki… Ter kokusuna karışmış ucuz deodorant kokusu burnuma gelen…

Oturuşları öne eğik bir kaçının, eziklikleri bedenlerine yansımış sanki… Birisi ayakkabısının arka topuğuna basmış… Diğeri pembe renkli patiğinin üzerine naylon bir terlik geçirmiş bu soğuk havada… Üzerlerinde manto yada pardösü olanlar olduğu gibi yelek ya da hırka olanlarda vardı. Diğer kadınlara göre daha yaşlıca duran kadının başı yana düşmüş, gözleri ha kapandı ha kapanacak. Ön sırada yüzü bana dönük oturan bir başka gündelikçi kadın… Gözleri ne kadar güzel. Yüzünde bir gram makyaj yok ama sürmeli sanki su yeşili gözleri… Nerede olduğu umurunda değil gibi… Başka bir alemde olduğu hülyalı bakışlarından belli. Genç bir kız bu ama yaşından büyük gösteriyor, yıpratmış onu ev işleri belli ki…Acaba evin oğluna aşıkta , Onu mu düşünüyor… Hemen yanında başka bir kadın daha var… Ağzında bir sakız cakkıdı cakkıdı çiğniyor arada bir balon yapıp ağzının içine alıveriyor gersin geriye… Sakızı her ezişte birinin başını eziyor gibi bir duyguya kapılıyorum oturduğum yerden.

Tekli koltukta oturan kadına takılıyor gözlerim… Hırkasının altında kadife kumaştan turkuaz mavisi bir etek var… Eteğin üzerine küçük pullar serpiştirilmiş ve parıldıyor gün ışığında… Etek ucundan sarkan jupda dört parmak kalınlığındaki dantel sarkıyor eğri büğrü bir şekilde. Ne kadar da eğreti duruyor bu etek bu kadının üzerinde. Belli ki çalıştığı evin hanımının artık modası geçti diye veriverdiği bir giysi bu… Kişiliğiyle bağdaşmayan bu eteği taşıyamıyor… Yakışmamış… O örtünmek için giydi belki de yakışıp yakışmaması umurunda bile değil… Belki de hanımı evde olmadığı zamanlar gardırobunun önünde dakikalarca dikilip hayran hayran seyrediyordu kadife, ipek, tafta, kaşmir kumaştan yapılmış kıyafetleri… Bu cicili bicili elbiselerin içinde düşlüyordu kendini…Şık mekanlarda yakışıklı beylerin gözlerini ondan alamadıklarını sonra…

Gözlerim arka sıralarda oturan başka bir kadına takılıyor. Otuzlu yaşlarını sürüyor olmalı… Esmer teni oldukça. Dudakları morumsu görünüyor... Gözlerinde farklı bir bakış var… Üzgün gibi…Bezgin gibi… Takılıp kalıyor gözlerim kadının düşünceleriyle değişen mimiklerine.

Evin küçük oğlu dolaşıyor Safure’nin ayak altında… Üç dört yaşlarında Tekin…

“Oraya girme… Yasak… Annemle babamın odası orası…”

“Temizleyeceğim çocuk…”

“Girme … Annemin altınları var hem orada…”

“Çattık valla “ diye düşünüyor Safure salona doğru ilerlerken.

“En iyisi salondan başlamak, çocuk uyuyunca da yatak odasını alıveririm.”diye geçiriyor aklından.

Çocuk yeniden bitiveriyor Safure’nin yanı başında mantar gibi…

“Senin adın (*)Kakılmış mı “ diyor gülerek ve işaret parmağı ile kendisini göstererek.

Esmer teni daha da siyahlaşıyor yeşile çalıyor, dudakları titriyor.

“Kakılmış’sın sen… Kakılmış…” diyor çocuk sırıtarak.

Gözlerini kin bürüyor Safure’nin karşısındakinin küçük bir çocuk olduğunu unutarak… Göz akları sarıya bürünüyor… Yarasına bilinçsizce parmak basan bu çocuk canını acıtıyor. Kaybediyor oracıkta kendini… Yer dönüyor, oda dönüyor, duvarlar üzerine üzerine geliyor… Unutuveriyor nerede olduğunu, kim olduğunu ve elini kaldırıveriyor havaya, Yaradan’a sığınıp da indiriverecek çocuğun neresine denk gelirse… O anda salona giriveriyor evin hanımı elinde bir bardak çayla..

“Soluklan Safure bak çay getir…”

Cümlesini tamamlayamıyor kadın, şaşkın… Elindeki bardak kayıveriyor parmaklarının arasından gümbürtüyle yere düşüyor, parçalanıyor… O an kendine geliyor Safure…

“Tekin’ e mi vuracaktın yoksa…Ha söylesene küçücük çocuğa …Vuracak mıydın?..”

Elinin havada asılı kaldığını fark ediyor Safure… Suçlu, biliyor… Söyleyecek cümlesi yok. Elini indiriyor yavaşça… Etrafa dağılan cam kırıklarını toplamaya çalışıyor titrek elleriyle, kırılan canına aldırmadan, sinesine çekerek…

“ Bırak … Bırak onları… Çabuk pılını pırtını topla … Ve bir daha gelme… Hemen… “

Hanımının gözlerine bakamıyor buğulu gözleri. Kalkıyor çömeldiği yerden, poşeti alarak banyona koşuyor…

“Yedir, içir, iş ver… Bir de hizmet et hanımefendiye… Kaşla göz arası hırpalasın çocuğunu…Olacak şey değil, olacak şey değil…”

Hanımın sözleri balyoz gibi iniyor Safure’nin kafasına, kafasına.

Suçlu suçlu aralıyor banyonun kapısını…

“Abla ben…”diye geveliyor…

“Ne günlere kaldık ..Ne günlere kaldık… Besle kargayı oysun gözünü…”

“Abla ben vurmayacaktım… Sadece…”

“Hadi Safure…Güle güle…”

Söyleyecek kelimesi, kendine savunacak cümlesi yoktu Safure’nin . Öylece çıkmıştı evden arkasına bakmadan… Şimdi ne yapacaktı?.. Eve gitse kocası neden bu saatte geldin demeyecek miydi?..Kazandığını vermesini istemeyecek miydi?.. Para yok deyince anlamayacak bir güzel dövmeyecek miydi?.. Ücretini de alamamıştı… Öyle de battım böyle de demişti kendi kendine öylece yürümüştü… Bir parkta oturmuştu havanın soğuğuna aldırmadan… Mağazaların önünde durmuş seyretmişti birbirinden güzel kıyafetleri… Kendine izin vermişti bugün… Parasız ne yapabilecekse onları yapmış bununla mutlu olmaya çalışmıştı ta ki akşam eve gitme saati gelinceye kadar… Otobüse atmıştı kendini dönüş saati geldiğinde yiyeceği dayağa hazırlanarak…

Merak ediyorum aklından neler geçtiğini dudakları mora çalan, esmer tenli kadının.

Bu kez patlatıveriyor sakız çiğneyen kadın, dudaklarını büzerek yaptığı balonu.

“Feraye… Kız Feraye… “ diye sesleniyor su yeşili gözlü güzel kıza.

Duymuyor kız.

Dürtüyor bu kez.

“Geldik… İneceğiz…”

“Tamam abla. Düğmeye bastın mı. Geçirmeyelim durağı.”

“Basılı basılı…Kalk hadi..”

“Demek Feraye imiş adı “ diye düşünüyorum otobüsten inerken bu iki kadın.

Benim durağıma da gelmek üzereyiz.Otobüs boşaldı neredeyse… Boş koltuklara göz ucu ile bakarak kalan birkaç kadını süzüyorum yeniden.Yorgun bedenlerinin sızlamasına karşın bu günde ekmek paralarını kazanmanın verdiği mutlulukla yuvalarına dönüyorlar işte… Temizledikleri lüks evlerde oturup sefasını süremiyorlar… Belki bir göz gecekondu belki de kapıcı dairesi başlarını sokacakları… Her birinin farklı bir yaşantısı var üç aşağı beş yukarı birbirine benzeyen ... Bir de ortak yazılmış meslekleri…

Bayram üzeri olmasından belki de bu otobüste bu kadınlarla iş dönüşü karşılaşmam… Bizim hanım temizlik yapacak birini aradı da, bulamadı bayram üzeri… Hepsinin de günleri dolu hatta hiç boş günleri yok… Sürekli gittikleri evler varmış… On beş günde hiç değilse ayda bir kez gelmelilermiş yoksa çok yoruluyorlarmış… Halı yıkama makinesi var mıymış…Sabah dokuzda gelir , akşam dörtte paydos ederlermiş… Miş, miş, miş… Arada bir olmazmış kısaca burunlarından kıl da aldırmıyorlar…. Paranla iş yaptıracak adam bulamıyorsun… İşsizlik vardı hani memlekette… Yetmiş bin liraymış yevmiyeleri, öğle yemeği, ikindi çayı, yol parası… Güzel valla… Vergisi falan da yok… Ya ben yirmi iki yıllık devlet memuruyum, üstelikte şube müdürüyüm, bu kadınların bir ayda kazandıkları ücreti alamıyorum…Üstelik yerel gazetede yayınlanan yazılarımdan gelen birkaç kuruş da var. Sonra dergilerde yayınlanan şiirlerim… Gerçi romanımı hala bitiremedim zaman darlığından ama… Okumamak lazımmış belki de… Kısa bir otobüs yolculuğu benim de yaramı depreştirdi durduk yere.

İki ekmek , biraz da helva alarak eve giden yokuşu tırmanıyorum hanımın bu akşam yemeği için yapacağı balığı düşleyerek.…

Gergin midemle televizyonun karşına uzandığımda gözlerimin önüne geliyor esmer tenli, mor dudaklı kadın… Gözlerindeki buğu… Yüzüne yerleşmiş hüzün… Ardından su yeşili gözlü kız yerleşiyor zihnime, hani adı Feraye olan…Mor eteğin dantelleri savruluyor, yüzüme dokunuyor… Arkasına basılmış ayakkabının içindeki nasırlı ayaklar takipte beni… Dönüyorum koşar adımlarla … O da ne sakızdan balon yüzümde patlayıveriyor… Tırtıklı eller bedenimde dolaşıyor… Ozon kokusu genzimi yakıyor…

“Kahven Bey “ diyor hanım…

Doğruluyorum… Fincanı alıyorum… Büyük bir yudumdan medet umuyorum kendime gelebilmek için… Acaba o kadınlar şimdi neler yapıyor…

Yastığının altındaki defteri çıkarmıştı Feraye, adeti olduğu üzere… Küçüklüğünden beri yazardı “Sevgili Günlük “diye başlayarak… Ama bu akşam kaderini esir almış temizliğin canına tak dediği bir yerlere takılıp kalmıştı işte…Su yeşili gözleri uzaklara daldı çıktı ve kaleminin mürekkebinden bambaşka bir şey döküldü satırlara, o yazdıklarının şiir olduğunu bilmese de…

YORGUNLUK DİZ BOYU

Ah şu halıların tozu

Ah bu duvarların isi

Camlarda yol bulan yağmur lekeleri

Deterjan, ozon, tuz ruhu

Nasıl bükülmesin ki belim...

Bulaşık, çamaşır, ütü, yemek

Eve gelince de, dinlenemedik

Alışveriş de cabası, akşama alınacak ekmek

Çalış Feraye çalış, ver emek

Nasıl ağrımasın ki bacak...

Ev işi nankör kediden beter

Eller çatlak patlak, fersiz dizler

Soluklan Feraye’m artık yeter

Bitmez bu işler, durmadan ürer

Hadi git yat, dinlen biraz.

Bir kadın hem hizmetçisi, hem de hanımı evin

Derler, derler de yalan söylerler

Hanımlığı kim kaybetmiş ki biz bulalım

Hizmetçilikten bir adım öne gitmedi adım

Yattığı yerden belli olurmuş aslan

Ekmek parasıymış kazanılan

Sen temizlemeye devam et var Feraye’m.

Kapattı defterini koydu yastığının altına…

“Birazdan fayda eder aldığım kas gevşetici ve ağrı kesici “diye düşünerek koydu başını yastığına…Göz kapakları ağırlaştı ve yorgun bedeni uykuya teslim oldu.

(08.12.2008)

…………………………………………………………………………………………….

(*)Kakılmış : Sevgili Yasemin Yalçın’ın temizlikçi tiplemesi

 
Toplam blog
: 755
: 776
Kayıt tarihi
: 13.06.07
 
 

Ankara'da doğdum. İlk, orta, lise ve üniversite eğitimimi Ankara'da tamamladım. AÜİF iş idaresi b..