Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Aralık '08

 
Kategori
Güncel
 

Özür dilemenin gâvurcası

“Ermeni sorunu” ile ilgili olarak bir gurup akademisyen, düşünür, yazar ve gazetecinin önayak olduğu “Özür diliyoruz” başlıklı bir kampanya anlaşılır bir şekilde büyük tartışmalara neden oldu. İnsanlar birbirlerini cahillik, vatana ihanet ve faşistlikle suçlamaya başladılar ve eminim ki bu tartışma ilerleyen zaman içinde daha da büyüyüp belki de dava konusu bile olacaktır. Çünkü “özür dilemek” olarak tanımladığımız olay hiç de sanıldığı gibi ağızdan kolaylıkla dökülebilecek soyut ve hamasi bir söylem değil aksine bir dolu ön koşulu, haliyle de sonuçları olan ve son derece ciddi bir beyandır. Bu nedenle de ön koşullar yerine gelmediğinde dilenen özrün hiçbir kıymeti ve anlamı olmayacağı gibi bir sürü tartışmalara ve çatışmalara da neden olması kaçınılmazdır. Osmanlı Ermenilerinden dilenen özrün de bunca tartışmaya neden olması bence söz konusu ön koşulların yerine getirilmemiş olması ile alakalıdır.

Özür dileme, özür dileyebilme becerisi aydınlanma dönemi sonrası başlayan “sorgulama” sürecinin insana kazandırdığı değerli bir niteliktir. İlkel insan kendisini sütten çıkmış ak kaşık olarak temiz ve masum görür ve sosyal yaşamda karşılaşılan her türlü sorunun sorumluluğunu başka insanlara yükler. Buna karşılık kişisel aydınlanma sürecini gerçekleştirmiş aydın insan sosyal yaşamda karşılaşılan sorunlarla ilgili olarak önce kendisini, kişisel fikir ve düşüncelerini, kültürünü sorgular ve sorunların nedenini başkalarında değil bunlarda arar. Kendisiyle ilgili olarak yaptığı iç hesaplaşma sonrasında da hiç bir komplekse kapılmadan ve tüm samimiyetiyle olası yanlışlarını, hatalarını, kusurlarını görür, kabullenir, sorumluğunu üstlenir.

Özür dilemenin ilk koşulu insanın gerçekleşen ve birilerinin üzülmesine, canının yanmasına neden olduğu bir eylemin sorumluluğunun bilinci ve kabulüdür. Bu açıdan bakıldığında her özür aynı zamanda bir hatanın, haksızlığın kabulü ve dolayısıyla da itiraftır. “Ben aslında masumum ama yine de özür diliyorum” şeklinde özür dilemenin en ufak bir samimiyeti ve hiçbir kıymeti yoktur. Bu daha çok bir riyakarlıktır ve bu tür durumlarda dilenen özür işlenen kabahatten bile daha büyük olabilir. Özür dileyebilmek için suçlu olmak ve bu suçun tüm sonuçlarıyla birlikte sorumluluğunu da kabul etmek gerekir. “Ben kendimi şu haksızlık nedeniyle suçlu hissediyorum, sorumluluğumu kabul ediyor ve özür diliyorum” demek özür dilemenin en basit kalıbıdır. Bu kalıbın içinin de açık, kesin ve net ifadelerle doldurulması dilenen özrün samimi bir özür olabilmesinin vazgeçilmez bir önkoşuludur. Yuvarlak veya her yöne çekilebilecek ifadelerle yapılan itiraf ve dilenen özür gayrı samimi ve hamasi bir itiraf ve özür olmaktan öteye gidemeyeceği muhakkaktır.

Özrün daima haksızlığa neden olan bir kusur ile alakalı olduğundan yola çıkıldığında her insanın ancak kendi eylemleri nedeniyle özür dileyebileceği ve başkası adına özür dileyemeyeceği kendiliğinden ortaya çıkar. Çünkü başkası adına dilenen bir özür aynı zamanda o kişiyi suçlu ilan edecektir. Oysa hiçbir insanın başkasını suçlu ilan etme yetkisi olamayacağı için böyle bir durumda başkası adına özür dileme yetkisinin de olamayacağı muhakkaktır. İnsan ancak kendi işlediği veya bir şekilde ortak olduğu suçları kabul ve itiraf edebilir, dolayısıyla da kendi kusurlarından ötürü özür dileyebilir. Başkalarının işlediği olası suçların sorgulaması ve yargısı ancak ve ancak yetkili mahkemeler veya kurumlar tarafından yapılabilir.

Son günlere damgasını vuran ve büyük tartışmalara neden olan özür metnine bakıldığında bu metinde birçok konunun açık ve net bir dille ifade edilmediği ve bu eksikliğin de her iki taraf için farklı algılamalara yol açabileceği, hatta suistimal edilebileceği görülecektir. İki cümlelik özür beyanının ilk cümlesinde “1915’te Osmanlı Ermenilerinin maruz kaldığı Büyük Felaket’e duyarsız kalınmasını ve bunun inkâr edilmesini vicdanım kabul etmiyor” şeklinde bir ifade kullanılmıştır. Son derece muğlâk bir kavram olan Büyük Felaket ile neyin kast edildiği belirsiz olduğu gibi buna kimin duyarsız kalıp, kimin tarafından, nasıl ve ne şekilde inkâr edildiği anlaşılamamaktadır. Bu nedenle de dilenen özrün “açık, net ve samimi” bir özür olduğunu ileri sürmek bence mümkün değildir. Kaldı ki metindeki ifadeye bakıldığında özür dileyenlerin kendilerini “büyük felaket, duyarsızlık ve inkâr” konularında hiçbir şekilde suçlamadıkları gibi peşinen masum ilan ettikleri ve bu nedenle de dilenen özrün çok da bir anlamı olamayacağı anlaşılmaktadır. Sen masumsan, büyük felakete neden olmadıysan, duyarsız kalmadıysan, inkâr etmediysen ne için, kimin adına ve hangi hakla, hangi yetkiyle özür diliyorsun? Dilediğin özrün sonuçlarını, örneğin arkasından gelebilecek tazminat taleplerini karşılayabilecek misin?

Ermeni sorununun özü 1915’te Türkler ile Ermeniler arasında üzücü bir takım olayların gerçekleşip gerçekleşmediği sorusu değildir. 1915'te her iki tarafında büyük kayıplar verdiği, büyük acılar yaşadığı tüm dünya tarafından bilinen bir gerçekliktir. Sorun Türkiye Cumhuriyeti Devletinin de inkâr etmeyip kabul ettiği bu üzücü olayların tanımlanması ve kapsamı ile ilgili hukuki bir sorundur. Metinde Büyük Felaket olarak tanımlanan üzücü olay Ermeni kesim tarafından “Soykırım” olarak nitelendirilirken Türk kesimi tarafından da “Tehcir” olarak tanımlanmaktadır. Hal böyle olduğu için özür kampanyasına katılanların ileri sürdükleri “inkâr” suçlaması her türlü inandırıcılığını kendiliğinden yitirmektedir. Çünkü Türkiye tehciri inkâr etmeyip kabul etmekte buna karşılık kendisine yönetilen ve kendisinden beklenilen soykırım suçlamasının kabul ve itirafını inkâr değil reddetmektedir. Hal böyle olduğu için de özür kampanyasına katılan “aydınların” bilinenin tekrarından başka bir şey olmayan tehcir olgusunu mu kabul edip özür diledikleri yoksa Osmanlı İmparatorluğunu, dolayısıyla da onun varisi olan Türkiye’yi soykırıma neden olup bunu inkâr etmekle mi suçladıkları anlaşılamamaktadır.

Soykırım uluslar arası hukuk tarafından kapsamı belirlenmiş ve ancak özel olarak yetkilendirilecek bir mahkeme tarafından ilan edilebilecek bir insanlık suçudur. Buna karşılık tehcir yine uluslararası hukukun savaş halindeki her ülkeye tanıdığı meşru bir haktır. Bir olayın hak mı yoksa suç mu olduğu sorusu ise her önüne gelenin cevaplayabileceği basit bir soru değildir.

1915’te yaşanan olayların soykırım mı yoksa tehcir mi kapsamına girdiği sorunu sadece Türk ve Ermeni yetkililerin tartıştığı bir sorun değil aynı zamanda birçok uluslar arası üne sahip tarihçinin de üzerinde henüz anlaşamadıkları bir sorundur. Bu konuda Türk ve Ermeni makamlar haricinde en yetkili makam sayılabilecek ve o yıllarda bölgede etkin bir güç olarak tüm yaşananları kendi gözleri ile takip eden İngiltere’nin yaşanan olayları soykırım olarak tanımlamayı reddetmesi Türk tezini güçlendiren çok önemli bir unsurdur. Diğer taraftan sorun ile ilgili olarak uluslar arası platformda son sözü söyleme yetkisine sahip yegane kurum olan Birleşmiş Milletler'in Ermeniler tarafından dile getirilen olayların soykırım olarak kabul edilmesi talebini genel kurulda tartışmaya dahi açmadan alt komisyonlarda reddetmesi bence hukuka saygılı her insanın ölçü olarak kabul etmesi gereken önemli bir parametredir. Bütün bu nedenlerle de Büyük Felaket olarak nitelendirilen olayları soykırım olarak tanımlamanın çok da fazla bir dayanağının olmadığı ortadadır. X veya Y ülkesinin parlementosunun bu konuda alacağı kararın hiç bir kıymeti olmadığını da bilenler bilir.

İnsanın tarihi Afrika ormanlarında başlamış ve her türlü vahşetin sergilendiği sayılamayacak kadar çok üzücü olayların yaşanmak zorunda kalındığı uzun bir tarihtir. Bu tarih din, dil ve ırk ayrımının yapılamayacağı evrensel bir tarihtir ve bir nebze olsun tarih bilgisi olan her insanın da bilmesi gerektiği gibi her sayfası kan ve gözyaşlarıyla yazılmış ama sonrasında da duyarsızca çarpıtılmış, yalanlarla dolanlarla kahramanlık destanlarına dönüştürülmüş utanılası ve yüz karası bir tarihtir. Benim insanlık ve uygarlık anlayışıma göre de yaşanan evrensel tarihin gurur duyulabilecek tek bir sayfası dahi bulunmamaktadır. İnsanlar birbirlerine binlerce yıl boyunca düşmanlaştırılmış ve savaş meydanlarında birbirlerinin üzerlerine salınmış, birbirlerine kırdırılmıştır. Hiçbir savaş kucaklaşılarak kazanılmamış, hiçbir kale zeytin dallarıyla fethedilmemiştir. Sadece 1915'te değil tüm tarih boyunca bir sürü Büyük Felaket yaşanmıştır. Her tarihi “zafer” sonrasında topraklar işgal edilmiş, ganimet olarak meşrulaştırılan mal ve mülk gasp edilmiş, ırzına geçmek üzere küçücük kız çocukları esir alınmış, yaşadıkları topraklardan, ailelerinden, yuvalarından koparılıp köleleştirilmiştir.

İnsanlığın tarihi evrensel bir tarihtir ve bu tarihte hiçbir ırkın, hiçbir milletin, hiçbir halkın diğerlerinden ne bir fazlası ne de bir eksiği yoktur. Afrika’nın ormanlarında başlayan uzun uygarlık yürüyüşünde her toplumun az veya çok ama mutlaka bir payı vardır. Bu gün şimdi durup dururken geriye dönüp tarihin herhangi bir döneminde yaşananları cımbızlayıp birilerini masum birilerini de suçlu ilan etmenin ne mümkünatı vardır ne de onca yıl boyunca haksızlıklara maruz kalmış milyarlarca insana en ufak bir yararı.

“Paylaşmak” kavramı tüm dillerin benimsediği, kullandığı bir hamaset ifadesi hatta riyakârlıktır. İnsanlar sadece ve sadece mallarını, mülklerini, paralarını, pullarını yani maddi değerleri paylaşabilirler ama bunu da yapacaklarına birbirlerini yok etmeyi bin kere tercih ederler. Duyguları, acıları paylaşmak ise ne yazık ki mümkün bile değildir ve hiçbir insan bir diğerinin çektiği acıyı paylaşarak azaltamaz. Acıların paylaşılması kolaylıkla dudaklardan dökülebilen ama gerçeklikte hiçbir işlevi olmayan hamasi bir söylemdir. Kim bu gün onlarca yıl önce acı çekerek ölen bir insanın çektiği acıları paylaşabilir ki? Onlarla ilgili olarak yapabileceğimiz tek şey onların kemiklerini sızlatmaktan ileri gidemez. Bence bari bunu yapmayalım ama ne yazık ki bizim yaptığımız da işte tam da budur. Çünkü eğer biz bu gün yaşanan tarihleri çekilen onca acıyı hiçe sayıp destanlaşıtırıyor, o tarihleri yazanları yüceltiyor ve ilahlaştırıyorsak, örneğin yüzlerce yıl önce fethedilmiş şehirlerin fetihlerini davullarla, zurnalarla halay çekerek utanılası bir çoşku içinde kutluyorsak hiç şüphesizki tarih boyunca acı çeken bütün insanların da kemiklerini sızlatıyoruz demektir.

Tarihte yaşanan yaşanmış, kırılan kırılmış, dökülende dökülmüştür. Biz bu gün kimsenin ne acısını ne de üzüntüsünü paylaşabiliriz. Gelin bari bu basit gerçekliğin bilincine varalım. Gelin bari bir an evvel kültürlerimizi sorgulamaya başlayalım ve bir an evvel tarihlerimizden gurur duyarak sergilediğimiz ilkelliklerimize son verelim. Boyunlarımızdaki milliyetçilik yularlarını çıkarıp birbirlerimize hiçbir üstünlük taslamadan eşitlik içinde yaşamayı öğrenelim. Yaşamın hemen her alanında sergilediğimiz her türlü ayrımcılığa karşı çıkalım. Çünkü bunları yaparak yaşanan acıları dindiremeyiz ama hiç değilse gelecekte yaşanabilecek acıları en azından asgariye indirebiliriz. Tarihte yapılmış, birçok kişinin mağduriyetine neden olmuş ayrımcılıklara karşı yapılabilecek özür dilemek de dahil hiçbir şey yoktur. Ama bence günümüzde yapılan ayrımcılıklara karşı yapılabilecek çok şey vardır. En azından Ermeni kardeşlerimizle karşılıklı olarak barış içinde yaşamayı öğrenebiliriz. Bunun içinde bizim Hırant, onlarında Mehmet olmasına hiç ama hiç gerek yoktur ve zaten istesek de olamayız ama eminim ki hepimiz birbirine karşı en ufak bir üstünlük taslamayan eşit haklara sahip insanlar olabiliriz. Yeter ki bize güç, değer, ayrıcalık veya mutluluk verdiğini sandığımız milliyetçilik yularlarını boynumuzdan çıkarıp kendi başımıza birbirlerine saygılı birey olarak sadece insan veya vatandaş üst kimliği ile yaşamayı göze alabilecek kadar cesaret gösterebilelim.

Sadece 1915'te değil tüm tarih boyunca yaşanan bütün haksızlıklar, çekilen tüm acılar için tüm samimiyetimle üzüntü duyduğumu özellikle belirtmeme sanırım hiç gerek yoktur. Ama yaşanan tarih için kimseye özür borcum olmadığını özellikle belirtmek istiyorum. Özür borcumun olmaması elbette ki kişisel olarak kimseye haksızlık yapmadığım, kimseyi üzmediğim, kimseyi kırmadığım anlamına gelmez. Özür borcum yoktur diyebiliyorum, çünkü haksızlık yaptığım, üzdüğüm ve kırdığım her insandan en ufak bir komplekse kapılmadan özür dilemek uzun zamandır adetimdir.

Mutlu Noeller

24 Aralık 2008

 
Toplam blog
: 23
: 33442
Kayıt tarihi
: 08.10.06
 
 

Bir 3 Mayıs sabahı leylek getirdi beni dünyaya. Adetmiş, hemen ismimi dualarla kulağıma fısıldası..