Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Temmuz '08

 
Kategori
Anılar
 

Palu’da Ermeni hadiseleri üzerine sohbetler-2

Hadise 3.

Penbe Hanım:

Evlendiğim senelerdi (1896)...

Palu’da ortalık yine karışıktı. Bizim evlerin bulunduğu Zeve sakindi lâkin Ermeniler, Köprübaşı’ndan Çarşıbaşı’ndaki evlere her gece tüfek atıyorlardı. Hükümet başa çıkamıyordu. Hacı Ağa (Hacı Bekir) Halep’e gitmişti. Evde Hacı Tata (Hacı Mahmut Efendi), eltim Behiye Hanım, ben ve Şaban Ağa vardık. Rüştü, anasının kucağındaydı. Ben de yüklüydüm (hamileydim).

Şaban Ağa, akşamları evde durmazdı. Siyah esvaplarını giyinir, siyah poşusunu sarar, kuşanır evden çıkardı. Nereye, kime gittiğini söylemezdi. Sabah namazından önce sessizce eve dönerdi. Hacı Mahmut Efendi de, bir şey söylemezdi lâkin, Behiye Hanım; ‘Meraklanma. Hanın ve dükkânların etrafında nöbet tutuyor.’ Demişti.

Penbe Hanım’ın sözünü kesmiş ve “Ane! Kuşamı nelerdi?” diye sormuştum.

Pembe Hanım:

Bir palası, beline sardığı ucunda yumruk kadar taş olan örgenden bir topuzu, bir toplusu [tabanca] ve bir de hançeri vardı. Toplusunu uzun yola çıkarken yanına alırdı. Hançeri, yatana kadar kuşağında dururdu. Eve misafir geldiğinde bana uzatır, ben de odadaki üst pencereye kaldırırdım. Yatacağı zaman da baş ucuna koyardı.

Bir akşam eve geldiğinde çok asabiydi. Ters bir şeyler olduğu her halından belliydi. Bana; ‘Pembe Hanım, şerbet hazırla!’ Dedi. Hazırlayıp verdim, içti.

Yine sözünü kesip sormuştum: “Ane! Şerbeti neydi?”

Pembe Hanım:

Kendisi öğretmişti; iri bir üsgüresi [yuvarlak bakır tas] vardı. Erimiş tereyağı ile dut pekmezini yarı yarıya koyar, içine çiğden üç yumurta kırardım. İyice çırptıktan sonra kendisine verirdim. Üç nefeste içer, boş üsgüreyi bana uzatırdı. Soğuk ve serin zamanlarda kapıya çıkarken ağzına başka bir şey koymazdı.

O gece de siyahlarını giyindi, kuşandı ve kapıya çıktı. Korkuyordum lâkin kimseye bir şey diyemedim. İçim içimi yedi; ta ki sabaha karşı eve dönünceye kadar. Geldiğinde üstü başı çamur içindeydi. Hemen soyundu ve; ‘Yıka bunları; ocağın önüne koy, kurusun.’ Dedi. Kuşamını da uzattı; ‘Bunları da yıka, yağla, kaldır.’ Dedi. Dayanamadım:

‘Ağam! Neler oldu?’

Diye sordum.

Hiç ses etmedi; hemen yatıp uyudu. Merakımdan sabaha kadar tik [dik] oturdum. Çekişmişti; lâkin kiminle? Üstü başı çamurdu, lâkin yarası beresi yoktu şükür. Sabah namazına kaldırdım, sonra tekrar yattı. Birkaç saat sonra kalkıp esvaplarını giydi ve bana: “Ben dükkâna gidiyorum.” dedi, çıkıp gitti.

O gittikten sonra, selamlık tarafına geçtim. Hacı Tata[1] sabah yemeğindeydi. Beni fark edince yüzüme baktı, sonra:

_ Meraklanma Gelin! Şaban ne yaptığını bilir.

Demiş ve devam etmişti:

_ Üzülürsün diye sana söylemedik... Şaban’a kalsa, ölür de söylemez. Birkaç gün önce birileri, baban gilin eve tüfek atmış. Kapının önünde bağırmış çağırmışlar. Hepsi bu.

Ben de:

_ Şaban Ağa nerdeymiş?

_ Hanın üstünde nöbeteymiş; yetişememiş.

_ Babam gili sormak isterim.

_ Şimdi olmaz! Birkaç gün geçsin, Şaban seni gönderir.

Demişti.

Aynı gün öğlene kalmadı, havadisler gelmeye başladı...

Çarşıbaşı’nda tüfek atanlar, Ermeni Dellâl Kekô ve arkadaşlarıymış. Çayyukarı bahçelerinin dibinde lâşleri [cesetleri] bulunmuş. Yoldan Çay [Murat Nehri] önüne kadar kan izleri ve üç lâş varmış. Dellâl Kekô’nunki yolun hemen altında, birinin Çay’a sarî (taraf), öbürününki de Çay kenarındaymış. Kendini Çayın sularına verip kurtulmak istemiş lâkin başaramamış.

Akşam üzeri, babamın hizmetkârı geldi:

‘İki gün önce, Dellâl Kekô ve arkadaşları, Aşağı Mahallede yaptıkları yetmezmiş gibi, bu kere Çarşıbaşı’nda maraza çıkartıyorlardı. Bizim eve tüfek sıktılar. Hacı Paşa’ya sövdüler. Bundan bir gün önce de muğrub zamanı, Çayyukarı yolunda Mirel’den gelen köylülerin yine yolunu kesmişler: ‘Nerden geliyorsunuz, kime gidiyorsunuz?’ Diye sormuşlar. Köylüler: ‘Mirel’liyiz; Hacı Paşa’nın adamlarıyız’ diye cevap verince, Ermeni Kekô; ‘Hacı Paşa deyince korkacak mıyım sandın ulan?’ demiş ve köylülere tüfek dipçiği ile vurmuşlar. ‘Bir daha da, bu yolda sizi görmeyeceğim; görürsem ananızı avradınızı bilmem ne yapar hepinizi gebertirim!’ diye Kadınları ve uşakları [çocukları] tekmelemişler.

Yatsıyı geçe, köylüler eve geldiler; per-perişanlardı. Erkeklerin kafaları yarılmıştı. Kadınların ve uşakların sağında, solunda çürükler varmış. Tımar ettik, yedirdik ve yatırdık.

Hacı Paşa’nın ağzını bıçak açmıyordu. Gece yarısıydı seslendi, yanına gittim: ‘Kimse duymayacak; hele Şaban Ağa’ya... sakın ola kimse bir şey demeye. Herkese söyle.’ Dedi. Sonra; ‘Sabah ezanı ile birlikte Hacı Ağa’ya (Hacı Bekir) git, Venk’e erzak götüreceğim de; yeteri kadar at ile katır getir. Kuşluk vakti köylüleri alın, erzakları yükleyin, doğru, Venk’e Hüseyin Bey’e aparın; köylüleri yerleştirsin.’ Dedi.

Dediklerini aynen yaptım. Beni de bugün sana gönderdi. ‘Git Pembe Hanıma malûmat ver; haberi olsun.’ Dedi.

Hadise üzerine Hükümet, tahkikat açmış. Kaymakam, Ermeni Karabaşa; ‘Bu güne kadar Palu’da bir Ermeni öldürülmedi. Yapanları mutlaka bulup cezalandıracağız’ demiş lâkin kimseyi bulamadılar.

Hadise 4.

Rüştü Efendi:

Hacı Emi [Hacı Bekir] anlatmıştı.

Şaban yeni evliydi (1896); Hacı Tata ile beraber Palu’daydı. Ben, Halep’e gitmiş, dönüyordum; Antep’e gelmiştik. Alış-veriş yaptığımız bir Ermeni vardı... Halep’e verdiği siparişleri getirip teslim ettim; kendisinden de bir şeyler aldım; uşaklar hana götürdüler. Sabah erkenden Palu’ya hareket edecektik. Biz dükkânında hesap görüyorduk, akşam olmuştu. Kalkarken yemeğe davet etti. Önceki senelerde, Şaban Emin ile bir iki defa evine yemeğe gitmiştik. Bu sefer de olur dedim; birlikte adamın evine gittik.

Antep’in sokakları çok dardır; istediğin yere, damdan dama, duvardan duvara sıçrayıp gidebilirsin. Ermeni mahallesine geldiğimizde, akşam üstü olmasına rağmen sokaklar tenhaydı. Neyse...Eve geldik. Sokak kapısı geniş bir avluya açılıyordu. Taş merdivenlerle ahırın üstündeki öndama çıkılıyor, oradan misafir odasına geçiliyordu.

Biz yeni oturmuştuk ki, başka misafirler gelmeye başladı. Geldiler, geldiler, geldiler; oda dolmuştu. Bu nasıl bir yemekti? Hem gelenlerin bakışları da hoş değildi. Ev sahibinin de bakışları değişmişti. Bir pislik vardı ama... ne? Kapıya göz attım... Kapının eşiğinde, hırre pisige (uyuz kedi) benzer üç kişi vardı. Tam o sıra beni evine davet eden teres;

“Eeeee Haci Aga... de bakalım, Palu’da bizimkilere ne ettiniz?”

Der demez, ben kapıya doğru sıçradım. Hırreleri daha yerlerinden kalkmadan tepeledim ve kendimi öndama attım. Birisi, taş merdivenin tam başındaydı; göğsüne vurunca tepe taklak avluya yuvarlandı. Avluda da adamlar vardı. Ben de öndamdan, sokağın öbür tarafındaki dama sıçradım. Damdan dama, damdan dama... yalın ayak başı açık, doğru hana geldim. Bizimkilere; Tez toparlanın gidiyoruz; olanları yolda anlatırım. Dedim. Antep’ten apar-topar çıktık.

Beni bir merak, bir endişe sarmıştı. Palu’da neler olmuştu ki dost bildiğimiz bu teres, beni evinde hallettirecekti?

Osmaniye’ye [Ergani yakınlarında] yaklaşmıştık. İzbe bir yerde hayvanları daldaya çektik ve yıktık. Şehre, önden adam gönderdim: Git bak, anla dinle... nedir, neler olmuş. Orda, çevrede, yollarda durumlar nasıl? Yollardan gelen giden var mı, yok mu?Birkaç saat sonra adamım geri geldi. Buralarda ve yolda bir şey yokmuş. Yalnız, ‘Diyarbekir’den, Egil’den (Lice) uzak geçin! Oralarda, Palu’da, Genç’te, Muş’ta Ermeniler ayaklanmış; Müslümanlara vurmaya başlamışlar.’ Demişler.

Hepimiz huzursuzlanmıştık; bir an önce Palu’ya varmak istiyorduk. Yemeğimizi yer yemez toparlanıp gece yola düştük. Hayvanları zorladık ve şafak sökerken Dol yamaçlarına ulaştık. Dol’da dostlarımız vardı. Yine adam gönderdim. ‘Gelin geçin, buralarda bir şey yok.’ Demişler. Dol’dan Buban’a, oradan Nacaran’a indik. Uşaklara eğlenin dedim ve Halil Ağa[2] gile gittim. Sordum sual ettim. Halil Ağa bana: 'Etraf vilayetlerde Ermeniler isyana başlamışlar. Palu’da ise Ermenilerden beş on kişi maraza çıkartmışlar fakat bunlardan üçü ölü bulunmuş. Ermeniler ortalığı velveleye vermiş...' Dedi.

İki üç kişinin ölüm haberi, nasıl olur da kısa zamanda Antep’e ulaşır. Bula bula beni mi buldu şu teresler? Diye söylenmeye başladım. Fazla oyalanmadan, hayvanları sürüp Palu’ya geldik.

Olan biteni naklettiğimde Şaban Ağa;

‘Hacı! Desene... can havliyle sarığı da çarığı da orda bıraktın?’ deyince kahkahalarla gülmüştük. Aslında; ‘Kaçmasaydım, teresler beni tükürükle boğarlardı.’

Meğer Ermeni Karabaş, her zaman olduğu gibi, her yere tel çekip ortalığı velveleye veriyormuş.

.../...

Bekir Ali DEMİREL



[1] Pembe Hanım, büyük kayın biraderi Hacı Mahmut Efendi’ye bu şekilde hitap ediyormuş. “Tata”, “Ata” kelimesinin yerel ifade biçimidir.

[2] Sonraki yıllarda Hacı Bekir, Halil Ağa’nın kızını yeğenine gelin getirecektir.

 
Toplam blog
: 141
: 926
Kayıt tarihi
: 30.04.07
 
 

Türk san'at müziği dinlemeyi, okumayı, yazmayı ve paylaşmayı seviyorum. Kamudan emekli inşaat mühend..