Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Mart '13

 
Kategori
Öykü
 

Pardi

Pardi
 

-Bak uşağum, dedi nenem,

-Ha bu deduklerumi sakin yabana atmayasun. Bu kaybana hayvan tekin değildur. Üç ağız bağirdi mi üç güne kalmaz birisinin kara haberi gelir. Hele yedi ağız bağirdiysa ben çok korkarum.

Nenem ciddi beni ikna etmeye çalışıyordu ama ben çocukluğumdan kalan izlere rağmen işin dalgasındaydım:
-Yahu nene ! İyi söylersin, hoş söylersin de, nasıl bir hayvandır bu pardi ? Biraz tarif etsene bana.
Nenem ‘’ seni..seni.. ‘’ diye gülerek başını salladı:
- Ne bileyim uşağum? Benim görmüşlüğüm yoktur ama görenler sirtlana benzetirler. Kimisi de çakalun erkeğidur der. Bana göre bunların heç biri değildur. O bambaşka bir hayvandur. Nasil bir şey olduğuni çok az kişi görmiştür. Bağirirken arka ayaklarınun üzerine kalkarmiş. Pardi böyle acayip bir hayvandur işte.
Vakit bir hayli geç olduğundan daha fazla üstelemedim. Ta İstanbul’ dan Rize’ye, tam on dört saat direksiyon sallamış ve bir hayli yorulmuştum. Zaten ikide bir esnediğimi gören nenem:
- Uşağum, yukarida yatağun hazir. Hemen çık yat.
dedi bana. Kadıncağızı başımla tasdik edip üst kata yürüdüm.
-Haydi Allah rahatlık versin nene. Erken uyandır beni ha. Güneşin doğuşunu kaçırmak istemiyorum.
-Sen merak etme. Ben zaten erkenden namaza kalkayirum.
Zavallı nenem… İlerlemiş yaşına, bir hayli sıkıntı veren romatizmalarına rağmen kendi evinin işini gördüğü gibi, böyle ara sıra uğrayan torunlarına da ikramda kusur etmezdi. Dedem yani ‘’ sevgili kocamanı ‘’ iki sene önce vefat etmiş, şu koca dünyada tek başına kala kalmıştı. Gerçi amcamlar ‘’ gel bizde kal ‘’ diye çok ısrar etmişlerdi ama o şu koca evde hatıralarıyla birlikte yaşamayı tercih etmişti.
Yatmadan önce pencereyi açıp içime bol bol oksijen pompaladım. Havada gece vardiyalarından yayılan nefis bir kavrulmuş çay kokusu vardı. Çocukluğumda derin izler bırakan bu kokuyu yaşadığım her yere taşımayı ne kadar isterdim. Hiç olmazsa gece boyu içime dolsun diye pencereyi açık bırakıp yatağa girdim. Başımı yastığa koyar koymaz da uyumuşum. Gece bir ara garip bir ses duyar gibi olmuştum. Çok uzaklardan geldiği için tam anlayamadım ama galiba şu bizim meşhur pardi hoş geldin demişti bana.
Sabah ninem omzumdan sarsıp uyandırdığında gün henüz yeni doğuyordu. Büyük şehrin alışkanlığıyla yataktan kalkmak için zorlandığımda ninem kabahat işlemiş gibi:
-Sen dedun da erken kaldur diye, a oğlum,
dedi gülerek .
-İstersen yat uyu, biraz daha ha.
Yorganı bir çırpıda üzerimden atarak ayağa fırladım:
-Hayır nenem, sağ olasın. Güneşin doğuşunu kaçırır miyim hiç.
Alelacele üzerimi giyip geniş balkona çıktım. Manzara gerçekten çok güzeldi. Karşı yatan kara dağların, görkemli tepelerin üzerinden doğan güneş; ‘’ alın size istediğiniz kadar ışık ‘’ dercesine ortalığı ışığa boğmaya başlamıştı. Tabiat bu ışığı bir gençlik iksiri gibi yudum yudum içiyor ve yavaş yavaş canlanıyordu. Bu arada ben manzarayla meşgulken ninem çoktan sofrayı hazırlamıştı bile. Birazdan karşı karşıya geçecek ve ‘’ koletili ,mincili ‘’çok özel bir kahvaltı yapacaktık. Sac üzerinde pişirilen koleti pideyle lavaş arasında bir ekmekti. Sac üzerinden yeni indirilmesine doyum olmaz, içine tereyağı konularak kemalı afiyetle yenirdi. Karadeniz çökeleği olan minciyi tarife gerek var mı ? Ninem bu minciyi tereyağıyla karıştırmış, koleti arasında dürüm gibi yaparak elime tutuşturmuştu. Yavaş yavaş yükselen güneş altında bir başka güzelleşen dağları tepeleri seyrederek kahvaltıyı bitirdim. Son keyif çayını da yudumlayınca ninem közde kahve pişirmek istedi. Yavaşça ayağa kalkarken:
-Nenem sağol, dedim
-Akşama alacağım olsun. Şimdi çarşıya bir ineyim de biraz nostalji takılayım.
Ninem ‘’ Kim bu nostalji ? ‘’ diye soracak oldu ama hecelemeyi beceremeyeceği için vazgeçti.
Bir zamanlar çay sepetiyle kan ter içinde yürüdüğüm yolları otomobille birkaç dakikada aşarak tepe üstüne vardım. Artık sıcak eni- konu arttığı için klimayı açmış, çok aşağılarda, Karadeniz’in kıyısında bir rüya gibi uzanan Rize’ye doğru inmeye başlamıştım. Adeta her adımda, her dönülen dönemeçte ayrı bir güzelliğe bürünen şehri kaçamak bakışlarla seyrede seyrede ‘’ çarşıya ‘’ vardım.
Akşam aynı yoldan eve dönerken, ara sıra yıldız yıldız parlayan şehir ışıklarına bakıyor, ancak pür dikkat, yolu kaçırmamaya çalışıyordum. Günüm ne kadar da güzel geçmişti. Arabayı uygun bir yerde park ettikten sonra, ilk iş olarak mezun olduğum liseye gitmiş, eski sınıflarıma girerek artık çok eskilerde kalan okul anılarımı yaşamaya çalışmıştım. Sıralarında son bir kez daha otururken eski bir yürek yangınını hatırlamış, göz pınarlarımın ıslanmasını engelleyememiştim. Sonrada hala uğultusu kulaklarımda, Atatürk stadına uğramış; ikinci ligi kasıp kavuran zamanın Rizespor’unu görür gibi olmuş ; ardından da sahile kordona giderek, dalgaların boğuk uğultusunda geçmişten izler aramıştım.
Akşam yemeğinde ninem ne çıkaracak diye düşünürken
-Akşam yemeğine amcana davetliyiz,
dedi.
-Haydi gel, yavaş yavaş gidelim.
-Olur nenem. Ben de amcama gitmeyi düşünüyordum. Arabayı kapı önüne getireyim..
-Ne arabasi oğlum?
dedi ninem sitem eder gibi.
-Amcanın evi bir adımlık yol. Arabayi ne edecesun ? Haydi geç önüme , yürü…
Neticede ninem arkada, ben önde, ayın on dördü bir ay ışığının yıkadığı patikada yürümeye başladık. Bir adımlık demişti ya ninem, eve tam yarım saat süren sıkı bir yürüyüşten sonra varabilmiştik.
Amcam uzaktan gelişimizi görmüş, avluda bizi bekliyordu. Sarılıp kucaklaşırken :
-Ula hayırsız, dedi kızar gibi yaparak.
-İki gündür buralardasun da şimdi mi teşrif ediyorsun? Ne yapayim ben seni şimdi?
Çaresiz ellerine sarılarak ihtiyarı yumuşattıktan sonra yengenin de ellerinden öpüp, evin dere tarafına bakan verandaya geçip oturduk. Ön tarafında üzüm asmaları bulunan bu üstü açık verandanın nefis bir manzarası vardı. Yukarıya bakınca doyumsuz mehtabı ve kuzeyden güneye uzanan yıldız denizi Samanyolu’nu, aşağıya bakınca da yıldız yıldız fabrika ışıklarını ve dereyi görüyorduk. Böyle bir ortamda akşam yemeği nasıl geçer ? Peynir ekmek bile olsa ziyafet yerine geçmez mi ? Ancak yengem öylesine özenmişti ki bu yemeği yıllarca unutmayacağıma emin olabilirsiniz.
Yemekten sonra gelsin demli çaylar…Öyle bildiğimiz çaylardan değil. Fabrkaya gelen hatırlı misafirlere verilen ‘’ elek altı ‘’ tabir edilenden. Bir de demlemesini iyi bildiniz mi emin olun dünyanın en güzel çayı olur. Seylan- meylan çayı yanında halt eder. Haşlanmış ayrık otundan öteye geçemez.
Terasın ucunda, kokulu siyah üzüm dolu asmaların altında oturmuş çaylarımızı yudumluyorduk. Mehtap gittikçe güzelleşiyor, aşağılarda deremiz insanın ruhunu okşayan bir şırıltıyla akıp duruyordu. Ay ışıkları dere sularında oynaşıyor, ağaçlıkları yalıyor, çaylıkları enikonu aydınlatıyordu. Hemen başımın üzerindeki asmadan baygın, nefis bir üzüm kokusu yayılmıştı. Yeni doldurduğum bardağımı tam ağzıma götürüyordum ki, çok yakından gelen bir sesle irkildik. Dünkü sesti bu. Ancak çok güçlü ve ürküntü vericiydi. Bizim pardi birden bire ortaya çıkmış, üstelik burnumuzun dibine kadar sokularak bana kendisini bir iyice tanıtmıştı. Ben tam ‘’ neler oluyor? ‘’ demeye hazırlanırken ninem ‘’ sus ‘’ işareti yaptı bana. Derken o uğursuz ses bir daha gürledi ve ardından aman vermeyerek bir daha…Ben merak ve dehşetle dördüncüyü bekliyordum ki hiçbir şey olmadı. Gecenin sessizliği tekrar geri gelmişti. Ninem endişeyle karanlıkları tarayarak:
- Hayırdır inşallah, diye dua etti.
- Tam üç ağız bağırdı mendebur ! Çok yakından geldi ses. Allah’ım sen bizi koru.
Bu sırada amcam beklenmedik bir şey yaptı. Hemen ayağa kalkarak içeri gitti ve dışarı çıktığında elinde kocaman bir çifteli vardı. Ne olur, ne olmaz diye aşağılarda, sesin geldiği yere değil, havaya peş peşe iki el ateş etti. Hiç kimse çaylıkların kuşkulu gölgeliklerinde karanlığa koşan hışırtılar beklemiyordu ama gecenin sessizliğini bozan başka bir şey olmadı.
Pardinin yaptığı bu azizliğin gece keyfimizi sona erdireceğini ve çok geçneden yatmaya gideceğimizi sanıyordum ama galiba tam tersi oldu. Beni iyice meraklandıran bir sürü pardi, cin, peri hikayesi anlatıldı. Gece yarısına doğru esnemekten bir hal olup yatmaya giderken dinlediğim bunca şeyden sonra evde yalnız kalamıyacağımı düşünüyordum.
Ertesi gün çevre gezilerine devam ettim. ‘’ Çayeli’nden Öteye Yali Gidelim Yali ‘’ türküsüne uyarak Hopa’ya kadar gidip geldim.
Akşam yine geç vakit nineme döndüğümde kadıncağızı bir tuhaf buldum. Sanki matem tutuyor gibiydi.
-Hayırdır nene ? Hasta mısın ?
diye sorduğumda üzüntülü bir sesle :
-Neler oldu neler… Daha cenazeden yeni geldum. Yazuk oldu adama.
-Kim öldü ? Yakınımız falan mı yoksa ?
-Komşudan yakın olur mi uşağum ? Amcanların kapı komşusu. Sabah yatağinda ölü bulundu.
-Ya, Allah rahmet etsin. Nesi vardı, kalp hastası falan mıydı?
Buralarda herkes birbirini çok iyi bilirdi ya, ninem de kendisinden çok emindi:
-Hiçbir şeyi yoktu. Aniden gitti zavalli. O kaybana pardi üç ağız bağirdi ya, dedim ben bir şey olacak..
-Yapma be nine !
diye isyan ettim.
-Yabanı hayvanın biri nereden bilecek kimin öleceğini? Sadece tesadüf bu. Dün akşam köpekler de çok havladı. Onların da haberi mi vardı?
Ninem romatizmalı bacaklarından beklenmeyen bir çeviklikle ayağa kalkarken:
-Sen inanma bakayim İstanbul çocuğu…
diye gürledi.
-Bu bir değil iki değil. Her bağirişta birilerini alur gider bu mendebur…
Akşamın bu ilerlemiş vaktinde karnım açlıktan zil çalarken bu tatsız konuyu uzatmak anlamsız olurdu :
-Neyse nenem, diye kestirip attım.
-Ölenle ölünmez derler. Allah geride kalanlarına sabır versin. Sen bu akşam ne pişirdin bakalım, ondan haber ver.

* * *

Memlekete geleli bir hafta olmuştu. İstanbul’a dönüş vakti gelip de geçiyordu bile. Amcamın şiddetli ısrarlarına rağmen son gecemi ninemde geçirmeye karar vermiştim. Onun hiç bitmeyen yalnızlığını bir defa daha paylaşmalıydım. Neticede yeğen gelmeyince amca gelmiş ve yengemin de katkılarıyla avluda, yıldızların altında güzel bir sofra daha donanmıştı.
Hasılı kelam, yedik içtik, geç saatlere kadar oturarak eskilerden konuştuk. Bu arada ninem yatsı namazını kılıp, fena bastıran uykusuna daha fazla dayanamamış, beni erkenden uyandıracağına söz verip yatmaya gitmişti.
Yarı geceye doğru amcamlar eve dönmek üzere kalktılar. İlle de biz gideriz diye tutturdular ama bırakır mıyım? Eve kadar arabayla götürüp bıraktım. Bu sayede ıssız çaylıklar gerçek bir far ışığı gördü.
Ninemi uyandırmamaya çalışarak üst kata yatmaya giderken içimde tuhaf bir tedirginlik vardı. Sanki bu gece de bağıracak ve hepimizin asabı yeniden yerinden oynayacaktı.
Nitekim saat kaçtı bilmiyorum ama çok yakından gelen bir sesle silkinip uyandım. Ne oluyor demeye kalmadan, o çirkin ses yine gürledi. Evet, pardiydi bu. Aman vermeden bağırmasına devam ediyordu. Alt katta ninem de uyanmış hayvana verip veriştiriyordu. Gariptir, önceden ciddiye almadığım bu hayvanı şimdi dehşetle izliyor, kaç ağız bağırdığını saymaya çalışıyordum.
Galiba yedi ağızdan sonra mendebur hayvan sustu. Sinirlerim alt üst olmuş bir şekilde tekrar yatmaya giderken aklıma bir hafta önceki cin – peri hikayeleri geldi. Gel de uyu uyuyabilirsen şimdi. Tam da yarın yola çıkacakken…Bereket, böylesi durumlar için yanımda taşıdığım yatıştırıcı şuruptan iki kaşık içtim. Bir de bütün bildiğim duaları okuyup sağıma soluma üfleyince uyku çabucak geliverdi.
Sabah şöyle güzel bir kahvaltı beklerken ninemin iki gözü iki çeşme, yalvarıp duruyor bana : ‘’ Ne olur gitme diye ‘’ Dört tekerlek üzerinde gidecek mişim ; Pardinin yedi ağız bağırması hayra alamet değilmiş; Allah korusun, yolda kaza geçirebilir mişim…
Kadıncağızı ikna etmek kolay olmadı. Sonunda buruşuk ellerini öpüp direksiyona geçerken içim hüzün doluydu.
Yer yer çukurlarla dolu yoldan Dağbaşı’na çıkarken, ninemin bagaja doldurduğu kabaklar birbirine çarpıp gürültü yapıyordu. ‘’Gelinime , torunlarıma hediye ‘’ diye verdiği diğerlerini saymıyorum tabii.
Dağbaşı’ndan şehre doğru inerken Rize’nin eşsiz kuşbakışı manzarasını doya doya seyrettim. Acaba bir daha fırsat bulup ne zaman gelirdim, Allah bilirdi.
Şehre varınca amcama uğramadan gitmek olmazdı. Dükkana girince de ilk işi tıka basa dolu bagajı açtırıp hediyelik aldığı ‘’ Rize bezlerini ‘’ arabaya koymak oldu. Ardından da demli birer çay söyledi. Amca yeğen karşılıklı oturarak koyu bir sohbete daldık.
Rize’den Trabzon’a uzanan seksen küsür kilometrelik karayolunda yavaş yavaş gidiyordum. Yanımdan vızır vızır geçen yeni yetme sürücüler; altımdaki son model otomobile bakıp bu kadar ağır gitmeme şaşırıyor olmalıydılar. Yöresel yayın yapan bir radyoyu açmış, kemençenin temposuna ayak uydurup, direksiyonu tıngırdatarak yol alıyordum. Solumda kademe kademe yükselen zümrüt yeşili çaylıklar göz alırken, sağımda ak ak köpüklerle kayalıkları döven Karadeniz uzanıyordu. Samsun’a kadar pek değişmeyecek bu manzarayı seyredeceğimi düşündükçe sürüş keyfim giderek katlanıyordu.
Rize- Trabzon sınırını çoktan geride bırakmış Sürmene’ye ulaşmıştım. Hızımı biraz arttırmakla beraber kamyonların bile beni sollamasına aldırmadan gidiyordum. Tam bir dönemece gelmiştim ki nasıl oldu anlamadım, birdenbire kocaman bir kamyon heyüla gibi önümde belirivermesin mi?...Hayatta kalmakla ölüm arasında ince bir çizginin bulunduğu o anda aklıma gelen ilk şeyi yaptım ve tretuarı aşıp denize uçmak pahasına direksiyonu sağa kırıp frene bastım. Sol yanıma sürtünürcesine geçen kamyon sağa yatıp biraz ileride devrilirken ben ABS denen buluşun sayesinde burnum bile kanamadan durabilmiştim.
İlk anların şaşkınlığıyla sendeleye sendeleye araçtan çıkarken yol çoktan ana-baba gününe dönmüştü bile. Güçlükle durabilen diğer sürücülerin ve çevredeki halkın bir kısmı kamyona doğru koşarken bir kısmı da benim etrafımı çevirmişti.
Metrelerce sürüklenen kamyonda bir hayli hırpalanan şoför kazayı hafif yaralı atlatmıştı. Yoldaki kocaman tekerlek izlerinden şerit ihlali yaptığı apaçık ortada olduğundan bir şey diyemiyor yalnızca susuyordu. Her şeye rağmen kamyoncuyu savunmayı kendilerine vazife edinen halkın ısrarıyla ‘’ burnum bile kanamadığı ‘’ için davacı olmadım. Buna rağmen ifade vermek, alkol muayenesine gitmek gibi bir sürü can sıkıcı şeye katlanmak zorunda kaldım. Üstüne üstlük moralım bir hayli bozulmuş, saatlerce yolumdan alıkonulmuştum. Bir an Rize’ye geri dönmeyi düşündüm ama milleti boş yere telaşa vermekten başka bir şeye yaramıyacağı için bundan vazgeçtim.
Nihayet tekrar Trabzon’a doğru yola çıkarken aklıma hemen dün geceki pardi geldi. Ninem haklı mıydı acaba ? Menhus hayvan başıma gelecekleri mi haber vermişti? Çok şükür, burnum bile kanamamıştı ama ecel beni sıyırıp geçmemiş miydi?
Kendi kendime ‘’ Haydi canım sende, yabanın pardisi nereden bilecek? ‘’ diye gülümseyerek gazı topukladım. Kilometreler birer birer geride kaldıkça, hala kulaklarımda çınlayan o uğursuz sesler giderek siliniyor gibiydi.

 

 
 
Toplam blog
: 343
: 446
Kayıt tarihi
: 19.02.11
 
 

Marmara Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi mezunuyum. Teknoloji Yönetimi dalında mast..